Söyleşi/Röportaj

Toplam Ahlak Felsefesi Üzerine Bir Söyleşi

Toplam Ahlak

Toplam Ahlak Felsefesi Üzerine Bir Söyleşi

Prof. Dr. Coşkun Can Aktan

Melis Fettahoğlu Hallier

 

Ahlak… üzerinde en çok konuşulan, insan ilişkilerinde asgari düzeyde kabul görmüş ‘‘doğru’’ ve ‘’yanlış’’- ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ davranışların ve tutumların muhakemesinde en fazla referans gösterilen kavramlardan biri. Herkesin dilinde bir ‘ahlak’ sözcüğü… Lakin ahlak, içi sonradan doldurulmuş basit bir sözcük değildir. Ahlak, insanı insan yapan bütün değerleri, ilkeleri ve yargıları oluşturan bir felsefenin, bir bilimin, bir yaşayışın sözcük haline getirilmesidir aslında. Peki biz ahlak kavramını kendi bütünlüğü içinde layıkıyla biliyor muyuz? Belki de bilsek, bu denli pelesenk olmazdı dillere. Siz de ahlak kavramını anlatmaya ve anlamaya yönelik ihtiyacı karşılamak adına, Toplam Ahlak başlıklı kitabınızda ahlak ve ahlak felsefesini tüm yönleriyle ele alıyorsunuz. Ahlak kavramından ne anlamalıyız? Ahlak ile ahlak felsefesi arasında bir fark var mıdır? Öncelikli olarak bu sorulara açıklık getirmekte fayda olacaktır.

Çok doğru ve güzel bir giriş oldu. Ahlak felsefesi ile ahlak arasındaki farklılığı açıklamakta yarar olduğunu düşünüyorum. İlk olarak kısaca ahlakı ele alalım. Ahlak, insan ilişkilerinde iyi ya da doğru veyahut kötü ya da yanlış olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade eder. Ahlakı insanların birbirleriyle ya da devletle olan ilişkilerinde ortaya çıkan ve insanlardan yapmaları istenen davranışlar ve eylemler olarak da tanımlayabiliriz. Ahlak felsefesi ise insan yaşamının ahlaki boyutu ile ilgilenen bilim ve felsefe disiplinidir.

Ahlakın felsefeden önce var olmuş normlar olduğunu, fakat felsefe ile birlikte ahlaki değer yargılarının birçok filozof tarafından sorgulandığını ve böylelikle ‘‘Ahlak Felsefesi’’ disiplininin doğduğunu belirtiyorsunuz. Antikiteden itibaren düşünce tarihine baktığımızda, ahlak alanını farklı biçimlerde ele alan sayısız okulun (Aristippos ve Kirene Okulu, Megara Okulu, Kinik Okulu, Stoacılık gibi) ortaya çıktığını görüyoruz. Bu okulların ana öğretilerinden ve bu öğretilerin kendilerinden sonra gelişen ahlak yaklaşımlarına olan etkilerinden söz eder misiniz?

Evet doğru ahlak, filozoflar tarafından geliştirilmiş ya da keşfedilmiş normlar değildir. Esasen ahlak, felsefeden önce var olmuş ve ahlaki değer yargıları kendiliğinden oluşmuştur. Ancak felsefe ile birlikte iyi olan nedir? ya da kötü olan nedir?, hangi eylem ve davranışlarımız doğru ya da yanlış veya ahlaki ya da gayriahlakidir? türünde sorular üzerinde durulmuştur. Eski Antik Çağ Yunan düşüncesinden günümüze değin birçok filozof ahlak konusuna olan felsefi yaklaşımını ortaya koymaya çalışmıştır. Bunun sonucunda da Ahlak Felsefesi adı verilen bir disiplin doğmuştur. Burada eklemekte fayda olduğunu düşündüğüm bir husus daha var. Ahlak felsefesi ile yakınlık arz eden bir diğer disiplin ise aksiyolojidir. Aksiyoloji, değer yargılarının özünü ve niteliklerini araştıran ahlak disiplinidir.

Ahlak felsefesinin gelişimi incelendiğinde neyin iyi ya da doğru ve neyin kötü ya da yanlış olduğunun zaman ve mekân itibariyle sürekli olarak değişime uğradığı görülür. Eski Antik Çağ Ahlakı, ahlaki değer yargılarını mutluluk amacına yönelik olarak belirlemeye çalışmıştır. Antik Çağ düşünürlerinin hemen hepsi, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epiküros ve diğerleri mutlu olmak için insanoğlu ne yapmalı, nasıl yaşamalı? sorusu ile ilgilenmişlerdir. Bu bakımdan bu eski Antik Çağ ahlak anlayışı Mutluluk Ahlakı yani Eudaimonism olarak da isimlendirilir. Önemle belirtelim ki, hemen hemen tüm Antik Çağ ahlak öğretileri eudaimonist karakter arz eder. Örneğin, Demokritos‘a göre mutluluk euthymia yani ruhun iyi durumda olması ve ataraksia yani ruh dinginliği ile olur. Haz ve acı, yararlı ve yararsızın temel kriterleridir. Demokritos’un mutluluk ahlakı anlayışı, Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos’da daha net bir şekilde görülebilir. Aristippos’a göre haz veren şey iyi, acı veren şey kötüdür. Kirene Okulu’nun bu Haz Ahlakı anlayışına Hedonizm adı verilir. Bu anlayışı Epiküros ve Epiktetos’un düşüncelerinde de görmek mümkündür. Yakın Çağ’da bu haz ahlakı anlayışına benzer bir ahlak anlayışı da Jeremy Bentham ve onu takiben John Stuart Mill tarafından savunulmuştur. Örneğin, Bentham ahlakında en üstün iyi faydadır. Orta Çağ’da Hristiyan ve İslam dini de eudaimonist karakterdedir. Bazı dinsel ölçüler ve normlar öteki dünya mutluluğu için gereklidir. Gerek Hristiyan ve İslam dininde, gerekse diğer dinlerde temel dinsel inançlar ve buyruklar, ahlaki değer yargılarının temelini oluşturur. Dinsel ahlakın karşısında bir Laik Ahlak anlayışını ilk savunanların başında ise Francis Bacon gelir. Bacon’a göre dinsel inançlar ve buyruklar olmadan da ahlaka ulaşılabilir. Diğer taraftan ahlaki değer yargılarının akıl yoluyla bulunabileceğini savunan ahlak felsefesi öğretileri de geliştirilmiştir. Stoa Ahlakı buna bir örnek olarak gösterilebilir. Stoacılara göre genel doğru yasalar ancak akıl yolu ile bulunabilir. Bu bakımdan stoa ahlakını rasyonalist ahlak felsefesi olarak da adlandırmamız mümkündür.

Ahlak kurallarının temel özelliklerini şu ifade ile özetliyorsunuz: Ahlak, toplumsal yaşamda, belirli kişi, grup ya da toplum için belirli zamanda ve belirli bir yerde geçerli olan (ya da geçerli olması beklenen) değer yargılarının, örf, adet, norm ve kuralların oluşturduğu bir sistem bütünüdür. Buradan anlaşıldığı üzere, bir toplumun üyelerinin davranış eğilimlerini yönlendiren ahlaki değerlerin aynı zamanda öznel bir yapısı vardır. Bu değerler sabit değillerdir, zaman içinde değişebilirler. Ayrıca, bir coğrafyada geçerli olan ahlaki ilkeler, aynı zaman diliminde mevcut başka bir coğrafyada kabul görmeyebilirler. Ahlak kurallarının öznel yapısı, bu kuralların içinde barındırdığı ‘’doğru’’ ve ‘’yanlış’’ – ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’  ayrımlaştırmasının da öznel olduğunu ima etmektedir. Bu durumda iyi ve kötü, doğru ve yanlış hiçbir yerde, hiçbir zamanda sabitlenmiş, değişmez değildir, ki bu da pironist (kuşkucu) bir soruyu beraberinde getirmektedir: iyi ve kötü, doğru ve yanlış var mıdır?

Doğru ve yanlış… İyi ve kötü… Güzel ve çirkin…  Bütün bunlar konusunda her zaman ve her yerde sabit bir kanaat ya da düşünce söz konusu değildir.  Bir yüksek eğitimli, diplomalı vs. bir profesörün doğru dediğine bir diğeri yanlış diyebiliyor. Benim iyi dediğim sizin gözünüzde iyi olmayabilir. Benim gözüme güzel gelen, görünen şeyler size çirkin gelebilir ya da çirkin görünebilir. Epistemoloji, yani bilgi felsefesi bile doğru ve yanlışın mutlak olamayacağını bize söyler. Ahlak felsefesi için de böyledir. İnsan davranış, tutum ve eylemleri ile ilgili benim iyi dediğim yani ahlaki dediğim şey size göre kötü yani gayri ahlaki olabilir. Estetik konusunda da bu çatışma daima var olmuştur. Mesela kötülük problemine yönelik çok farklı görüşler mevcut. Platon’a göre ahlaki kötülük bir bilgi eksiliğinden ileri gelir. İnsan her zaman iyiyi gerçekleştirmek ister fakat iyinin ne olduğu konusunda yanılabilir. Kant’ın radikal kötülük anlayışına yakın olarak, Schelling ise kötünün aklın ilkelerinin yozlaşması sonucu ortaya çıktığını savunur. Bireysel ilkeler evrensel ilkelere egemenlik kurduğunda, yani kişi kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyduğunda, kendine göre iyi fakat başkalarına göre kötü olan eylemlerde bulunabilir. Örneğin kendini sevme ilkesi. Bu öznel bir ilkedir. Eğer ben bu ilkeyi uç noktaya taşırsam, başka insanlardan menfaat sağlama eğiliminde olurum. Bu da aslında benim kötülüğü temel bir tutum ve ilke olarak seçtiğim anlamına gelir.  Kant’a göre insanın seçme özgürlüğü vardır ve kötüyü eyleyen insan bunu bile isteye seçer. Spinoza’da iyi ve kötü akla aittir, insanın özüne ait bir şey değildir. İnsan etkin özü ile var olma çabasındayken, varlığına tehdit olarak algıladığı her şeye direnç gösterir. Kötülük işte tam da bu noktada, neden-etki ilişkisinin bir sonucu olarak yorumlanır. Her insan mevcut var olma durumunu muhafaza etme eğiliminde olduğu için, kendisine yararlı olan durumlar iyi, yararlı olmayan durumlar ise kötü ile eşdeğerdir. Özetle: iyi = bize yararlı olacağını kesin bildiğimiz bir durum iken kötü = söz konusu iyiye ulaşmamıza mâni olacak şeydir. İyi ve kötü konusunda ahlak felsefesi alanındaki tartışmalara çok fazla girmeyelim isterseniz. Konu fazlasıyla derin ve karmaşık. Ama şu kadarını söyleyelim ki: Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin konularında bir mutlaklık söz konusu olmasa da evrensel anlamda iyi, doğru, güzel konularında belirli asgari bir müşterekte her zaman buluşabiliriz. Kim yalan söylemenin iyi bir şey olduğunu söyleyebilir? Kim toplumdaki zengin ve yoksul arasındaki uçurumu, haksızlığı ve adaletsizliği örnek vererek Robin Hood’un eylemlerine ve giydiği gömleğe meşruiyet kazandırabilir? Ama bazı konular vardır ki, insanların sahip oldukları ideolojileri ve saplantıları onları doğruları görmekten uzaklaştırabilir. Yine bir örnek verelim: İnsanın kendi emeğinin ürününe sahip olma hakkı kutsaldır ve ona dokunulmaması gerekir dediğinizde bu Proudhon felsefesinde hayır, doğru değildir, mülkiyet hırsızlıktır şeklinde bir ideolojiye dönüşebilir.

Meta-etik alanındaki yaklaşımların asıl temelini, ahlak yasalarının evrensel (objektif) mi yoksa göreceli (subjektif) mi olduğu sorusu oluşturur. Çünkü ahlak felsefesi, benimsenmiş ahlaki değerlerin dayandırılabileceği bir temel arayışındadır. Sokrates, Kant, Platon, Farabi gibi düşünürler herkes için geçerli olması gereken evrensel ahlak yasaları olduğunu savunmuşlardır. Öte yandan, hiçbir ahlaki kuralın var olmadığını savunan anti-gerçekçi ya da Empiricus gibi ahlaki bilginin varlığını tümden reddeden kuşkucuların yanı sıra, ahlaki kuralların var olduğunu fakat bu kuralların farklı kültürler, toplumlar ve gruplar için değişkenlik gösterdiğini belirten görüşler de mevcut. Bu hususta özellikle normatif etik görelilik (ahlaki rölativizm) yaklaşımı üzerinde durmak gerekiyor. Bu yaklaşıma göre belirli bir davranışın etik boyutuna ilişkin birden fazla bakış açısı olabilir. Mesela aile içi şiddet çoğu toplum tarafından ahlaki açıdan kabul edilemezken, Güney Asya ve Sahra altı Afrika’daki bazı toplumlarda kadınlar kendilerine yöneltilen şiddet içerikli davranışları ‘‘disiplin edici eylemler’’ olarak meşru görüyorlar. Öyleyse ‘’aile içi şiddet kötüdür’’ önermesi hem doğru hem yanlış olabilir, çünkü buradaki ‘’kötü’’ kavramı aile içi şiddetin tasvip edilmediği bir toplumun normatif sistemine atıf içermektedir. Diğer yandan aile içi şiddetin meşru olduğu bir kültürde ise bu önerme yanlıştır. Bu demek oluyor ki ahlaki değerler mutlak bağlamda doğru veya yanlış olmayan, yalnızca bakış açılarına göreli olan yargılardır ve hiçbir bakış açısı bir diğerinden üstün değildir. Bu görüş aynı zamanda bir toplumdaki ortak ahlaki değerlerin o toplumun baskın kültürü tarafından şekillendirildiğini öne sürmesiyle kültürel görelilik (cultural relativism) kuramı ile yakından ilişkilidir. Ancak bu yaklaşımın beraberinde bazı sorunlar getirdiğini düşünüyorum: eğer her kültür, kendi bütünselliği içinde, neyin doğru neyin yanlış olduğunun tek belirleyicisi ise, o zaman dünya üzerindeki hiçbir kültürün pratikleri ‘‘yanlış’’ olarak değerlendirilemez. Bu da teorik olarak ahlaki reformların gerekliliğini ortadan kaldırmaz mı? Fakat insanlık tarihindeki reformlara baktığımızda (örn: köleliğin kaldırılması, kadın hakları hareketleri, çoğu ülkede idam cezasının kaldırılması) bir toplumun hâkim kültürüne içkin ahlaki değerlerin toplumun her kesimi tarafından mutlak biçimde özümsenmediğini açıkça görüyoruz. Söz konusu insan ve insan hakları olunca, insanoğlu içgüdüsel olarak, evrende herkes için var olan bir takım ortak ahlaki değerlere ulaşmak için hareket halinde sanki. Sizin düşünceleriniz nelerdir?

Söylediğiniz gibi ahlaki değerler mutlak bağlamda doğru veya yanlış olmayan, yalnızca bakış açılarına göreli olan yargılardır ve hiçbir bakış açısı bir diğerinden üstün değildir.  Evet ama, bizler bir arada yaşayan insanların barış, huzur, adalet, hakkaniyet, dürüstlük, etik, erdem, liyakat ve saire konularında belirli asgari müştereklerde buluşmamız gerekir. Bu aslında insanlık tarihi boyunca bizim öğrendiğimiz, geliştirdiğimiz ve onayladığımız bazı genel normlarda görülebilir.  Sizin sorunuzda normatif etik görelilik olarak ifade ettiğiniz konu üzerine bir şeyler söylemek isterim. Ahlaki relativizm, toplumda mutlak ve herkesin kabul edeceği ve her yerde geçerli olabilecek ahlak kuralları oluşturulamayacağını savunur. Relativistlere göre doğru, yanlış, iyi, kötü gibi ahlaki değerlendirmeler birey, grup ve toplumsal kültüre göre değişir. Bu nedenle ahlaki standartlar koymak doğru değildir. Ahlaki relativizm aynı zamanda ahlaki plüralizm olarak da adlandırılır. Bu doktrine göre toplumsal düzende bir değil, daima birden çok ahlak normları ve ilkeleri mevcuttur. Ahlaki relativizme karşı olan doktrin ise ahlaki üniversalizm ya da ahlaki monizm olarak adlandırılır. Bu yaklaşıma göre tek veya belirli bir demetten oluşan ahlak ilkeleri ve değerleri pekâlâ oluşturulabilir. Çünkü ahlaki normlar ve ilkeler subjektif değil, aksine objektiftir. Yalan söylemek, hırsızlık yapmak ve saire davranışlar her kişi, grup ve toplum tarafından kabul edilmeyen ve edilmemesi gereken davranışlarıdır. Sizin sorunuzda ifade ettiğiniz konu elbette önemli. Eğer her kültür, kendi bütünselliği içinde, neyin doğru neyin yanlış olduğunun tek belirleyicisi ise, o zaman dünya üzerindeki hiçbir kültürün pratikleri yanlış olarak değerlendirilemez diyorsunuz. Ben de diyorum ki, ahlaki relativizm nasıl bir gerçeklik ise ahlaki üniversalizm de o kadar gerçekliktir.  Kant’ın, Konfüçyüs’ün ahlak ilkeleri bize ahlaki değerlerde evrensellik konusunda bir uzlaşma olabileceğini kanıtlar. Örneğin; sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma ya da aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir maksime yani kurala göre hareket et. Konfüçyüs’e atfedilen bir söz evrensel bir doğrudur ve bunun üzerinde ayrıca bir tartışma yapmamız gerekir mi?  Sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma ilkesini pratikte kural olarak düzenlemek mümkün müdür? Elbette mümkündür. Bu hukuki ahlakçılık görüşüne karşı çıkmak akıl ve mantıkla bağdaşır mı, bağdaşmaz mı? Immanel Kant’ın ahlak ilkesine bakalım. Kant ahlakı, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir maksime yani kurala göre hareket et, der.  Ralph Waldo Emerson’un evrensel ahlak kuralı da buna benzerdir: Evrensel kural olacak şekilde davranış ve eylemlerde bulunan birisi ahlaklıdır.

David Gauthier Anlaşmaya Dayalı Ahlak (1986) kitabında ‘‘sözleşmeci ahlak felsefesi’’ öğretisi ile, çıkarcı fakat rasyonel olan insanların herkese yarar sağlayacak belli başlı evrensel ahlak kuralları üzerinde anlaşmaya vardıklarını ifade etmiştir. Gauthier’e göre, insanlardaki bu rasyonalite onları hem iş birliği yapmaya hem de bu iş birliğine sadık kalmaya teşvik etmektedir. Bu bilgiler ışığında Gauthier’in Hobbes, Rousseau ve Locke gibi düşünürlerden etkilendiğini söyleyebilir miyiz? Gauthier’in görüşlerini Toplum Sözleşmesi Teorisi açısından nasıl ele alıyorsunuz?

David Gauthier 1985 yılında yayınlanan Moral by Agreement kitabında şöyle der: Ahlak temelden bir krizle karşı karşıyadır. Bu krize karşı sadece sözleşmecilik makul çözümler öneriyor. Çağdaş sözleşmeci ahlak düşünürlerinden birisi olan Gauthier’e göre insan ilişkilerinde ve aynı zamanda insanlar ile devlet arasındaki ilişkilerde doğru kurallar ve normlar oluşturulması konusunda insanlar uzlaşabilirler. Bu uzlaşma neticesinde bir tür ahlak sözleşmesi ortaya çıkartılabilir. Sözleşmeci ahlak felsefesi olarak adlandırılan bu doktrinin felsefi temelleri sizin de belirttiğiniz üzere sözleşmeci düşünürlerin görüşlerinden esin kaynağı almıştır. John Locke ve Jean Jacques Rousseau’nun sosyal sözleşme felsefeleri de ahlak felsefesine bir temel teşkil edebilir.

Fransız filozof Henri Bergson’un Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı (Two Sources of Morality and Religion) kitabında ileriye sürdüğü, sizin de kitabınızda yer verdiğiniz açık ahlak ve kapalı ahlak türleri toplumda karşımıza hangi örneklerle çıkmaktadır?

Fransız filozof Henri Bergson’a göre iki türlü ahlak vardır; kapalı ahlak ve açık ahlak. Kapalı ahlak, bireyin özgürlüğünü dikkate almayan ve zorlama yoluyla ya da gelenek ya da tabuların baskısıyla oluşturulmuş ahlaktır. Açık ahlak ise bireyin özgürlüğünü ön planda tutan, değişik kişilikleri hesaba katan ahlak anlayışıdır.  Ahlak konusundaki bu tasnif ya da tipoloji için muhafazakâr ve modern toplumlarda birçok örnek bulmamız mümkündür. Başörtüsü meselesi bunun en güzel bir örneğidir. Evlilik öncesi dating, arkadaşlık ve cinsel birliktelik konuları da bu çerçevede ele alınabilecek diğer örneklerdir. Bakirelik, namus, kürtaj, cinsiyet seçme serbestliği, eşcinsel evlilik tercihi ve daha birçok konu Bergson’un yaptığı bu sınıflama içinde düşünülebilir.

Toplumda ahlak kuralları sistemi oluşturulmasına karşı çıkan ‘amoralist’ görüşün en önemli temsilcilerinden Friedrich Nietszche ‘’ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur’’ söylemi ile, insanın doğal bir varlık olarak hem erdemli hem de erdemsiz eylemlerde bulunmasının normal karşılanması gerektiğini öne sürer. Amoralizmi ele alan bir diğer düşünür olarak Gazzali’yi örnek gösteriyorsunuz.  Nietszche’nin ahlak kurallarını toptan reddeden tutumundan farklı olarak, Gazzali insanların birbirleri hakkında bir nevi ‘ahlak bekçiliği’ yapmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Aslında Gazzali’yi amoralist yaklaşım içerisinde değerlendirmenin uygunluğu tartışılabilir. Bilindiği kadarıyla Gazzali’nin şüpheciliği, ahlaki değerlerin var olup olmadığına yönelik değildir; Gazzali gerçeğe ve kesin bilgiye ulaşmaya yönelik ilmi şüpheye sahiptir. Amoralizm insan eyleminin ‘’iyi’’ yahut ‘’kötü’’ olarak yargılanmasının ötesinde bir konumda iken (örneğin Nietszche iyi/kötü, doğru/yanlış gibi değerlendirmeci kalıpların tarihsel buluşlar olduğunu ima eder); Gazzali ilahi-sezgisel bilgi aracılığıyla ahlaki bir konum arayışını temsil etmez mi? Hatta ahlakı şöyle tanımlamıştır: “Ahlak nefiste yerleşmiş bir melekedir ki düşünüp taşınmaya gerek kalmadan bütün işler kolaylıkla bundan sadır olur. Bu melekeden akıl ve din bakımından övülen ve güzel sayılan işler meydana gelirse, buna güzel ahlak; şayet kötü işler meydana gelirse, ona da çirkin huy denir’’.   Sizin fikriniz nedir?

Benim kitabımda Alman düşünür Friedrich Nietzsche ve Gazzali üzerine yapmış olduğum açıklamalar doğrusu biraz eksik ve yüzeyseldir. Nietzsche’yi okumak, okuduğunu anlamak ve anladıklarından tutarlı bir sonuç çıkarmak o kadar da kolay değildir diye düşünüyorum. Nietzsche amoralist ahlak felsefesinin savunucularından birisidir ve ona göre insan doğal bir varlıktır. Bu yüzden insan davranışlarında ahlak ve erdem kadar ahlaksızlık ve erdemsizlik de normal karşılanmalıdır. Ahlak felsefesi alanında ahlak kurallarına karşı çıkan doktrinin adı ise amoralizmdir.  Amoralist ahlak felsefesinde, insanın doğal bir varlık olduğu ve insanın ahlaki davranışları kadar ahlaki olmayan davranışlarının da söz konusu olabileceği, bu yüzden toplumda ahlak kuralları oluşturmanın gereksiz olduğu savunulur. Ben Nietzsche’yi amoralist ahlak felsefesinin bir örneği olarak yorumladım. Ahlaki ölçüler ve normlar koymak saçma ve gereksizdir şeklinde ifade ettiğim görüşleri biraz ihtiyatla karşılamak gerekir. Nietzsche’yi doğrusu benim de dikkatle ve daha fazla okumam gerekir.

Orta Çağ döneminin İslam düşünürlerinden İmam Gazzali’nin ahlak felsefesinde ise amoralizm farklı şekilde ele alınmıştır. Gazzali, Nietzsche’den farklı olarak insanların birbirlerini ahlak konusunda yargılamamaları konusunu işler. Gazzali şöyle der: Günahkarın, cifeden daha pis koktuğunu ve pisliğin başkasını temizlemeyeceğini bilmiyor musun? Böyle iken sen, pis pis koktuğun halde başkasını temizlemeğe nasıl cesaret edersin. Gazzali bir başka yazısında da şöyle der: Yazık sana, rezaletlerle yoğrulup dururken, insanlara faziletleri nasıl emredersin. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere ahlak ve ahlaksızlık konusuna çok farklı şekilde bakılması mümkün görünmektedir. Gazzali’nin ahlak felsefesinde insanoğlunun her zaman doğru yolu seçmeyebileceği ve bazen yanlış yola sapabileceği belirtilmekte, ancak bir insanın başka bir insanı ahlak konusunda yargılama hakkının bulunamayacağı da ifade edilmekte. Yine Gazzali’nin ahlak felsefesine göre her insan farklı ölçülerde de olsa gayri ahlaki davranış ve eylemlerde bulunabilir. Nietzsche için söylediklerimi Gazzali için de söylemek isterim. Size katılıyorum. Haklısınız. Dolayısıyla Gazzali’yi amoralist yaklaşım içerisinde değerlendirmenin uygunluğu tartışılabilir.

‘‘En fazla sayıda insan için en fazla mutluluk’’ sağlanmasını erdemli eylemin esas ölçütü olarak kabul eden Faydacılık (Utilitarianism) normatif etik alanındaki en güçlü ve ikna edici ahlak yaklaşımlardan biri. Klasik faydacılığın öncüleri Jeremy Bentham ve John Stuart Mill bu yaklaşımı geliştirdiklerinde, temel motivasyonları toplumda yanlış işleyen hukuki ve sosyal mekanizmaları değiştirmek gayesi idi. Bentham’a göre, toplumdaki bazı pratiklerin (kanunlar gibi) olumsuz olmalarının sebebi sağladıkları fayda bakımından yetersiz olmalarıydı. David Hume’un insan doğası ve toplumsal yarar üzerine fikirlerinden etkilenen Bentham insanları yöneten iki egemen gücün haz ve acı olduğunu söyler. Biz insanlar mütemadiyen bize haz verecek eylemlerin peşinden koşarız ve acı vereceğini düşündüğümüz durumlardan kaçarız. Bununla birlikte Bentham için hazlar arasında nitelik bakımından fark yoktur. Bu noktada Mill Bentham ile fikir ayrılığına düşer. Mill’e göre hazzın miktarından ziyade niteliği daha büyük önem taşımaktadır. Diğer yandan, G. E. Moore da Bentham’ın eşitlikçi hedonist konumunu eleştirir ve faydalı eylemin yalnızca hazza indirgenemeyeceğini, hazzın insana içkin bir ‘iyi’ olmadığını tartışır. Peki sizin fikrinize göre ahlaklı eylemin temel ölçütü haz olabilir mi? İnsana en yüksek haz veren davranışı en faydalı davranış olarak kabul edersek hazzın niteliği bir önem taşır mı? Daha da önemlisi, sizce erdemli bir davranışın mutlaka haz içermesi ya da eyleyene haz vermesi gerekir mi? Eyleyene acı veren/yahut haz vermeyen fakat bunun karşılığında daha büyük bir topluluğa fayda sağlayacak bir davranışın erdemliliğinden söz edilebilir mi?

Ahlaki davranış, turum ve eylemin temel ölçütü haz olabilir mi? İnsana en yüksek haz veren davranışı en faydalı davranış olarak kabul etmemiz doğru olur mu? Ahlaki bir davranışın mutlaka haz içermesi gerekir mi? Haz vermeyen fakat bunun karşılığında daha büyük bir topluluğa fayda sağlayacak bir davranışın ya da eylemin ahlaki midir yoksa gayri ahlaki midir? Bentham ahlakında en üstün iyi faydadır. Jeremy Bentham ve onu takiben James Mill ve John Stuart Mill tarafından savunulan faydacı felsefenin temellerini Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos’da görebiliriz. Aristippos’a göre haz veren şey iyi, acı veren şey kötüdür. Bu anlayışı Epikuros ve Epiktetos’un düşüncelerinde de görmek mümkündür. Faydacılık felsefesinde acı ve zevk, fayda ve maliyet, nimet ve külfet, menfaat ve zahmet dengeleri üzerine tamamen insan doğasına özgü doğru tespitler vardır. İnsanın doğası, tabiatı, fıtratı ile alakalı olan bazı tespitler yapılmakta ve önermelerde bulunulmaktadır.  Ancak, herhangi bir eylemin ahlaki olup olmadığını sadece faydacılık felsefesi ile açıklamak doğru olmaz. Adalet, eşitlik, hakkaniyet gibi ilkelerin de çok önemli olduğunu düşünüyorum.  Bentham’ın formüle ettiği en fazla sayıda insanın en fazla mutluluğunun sağlanması amacı ahlak ve adalet ilkeleri açısından kesinlikle tartışmaya fazlasıyla açıktır.

Ahlak felsefesi alanında tartışılan önemli konulardan bir diğeri de bir ülkenin benimsediği ekonomik düzen ile ahlak arasındaki ilişkidir. Siz, bireyin özgürlüğünü önceleyen liberal ekonomik modelin piyasa ekonomisinde ‘‘rekabet’’ ortamı oluşturarak iş ahlakını tesis ettiğini belirtiyorsunuz. Bu tam olarak nasıl gerçekleşmektedir?

Melis Hanım ben John Locke’un mülkiyet felsefesi ve Adam Smith’in görünmez el felsefesine uygun bir ekonomik düzen modelinin doğru olduğuna inanan bir iktisatçıyım. Siyasi liberalizmin kurucusu olarak kabul edilen John Locke’a göre bireyin doğal hakları, yani yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları asla ihlal edilemez. Bireyden ya da devletten kaynaklanan ve doğal hakları ihlal eden her türlü zorlama gayri ahlakidir. Locke, ahlaki meselelere haklar yönünden bakmaktadır. Adam Smith’in liberal ekonomik düzen modelinin temelinde Locke’un özel mülkiyet felsefesi hakimdir. Liberal düşüncenin ya da liberalizmin iki kurucusu olarak kabul ettiğimiz Locke ve Smith’in görüşlerini çok önemsiyorum. Liberalizmin pratikteki adı kapitalizmdir. Kapitalizm deyince hemen ahlak ve adaletten uzak bir ekonomik düzen ya da ekonomik sistem suçlamaları yapılmaktadır. Öncelikle, kapitalizme yüklenen pejoratif anlamaları bir tarafa bırakalım ve liberalizmin temel ilkeleri üzerine konuşalım.

Liberalizm, teşebbüs, mülkiyet ve rekabet özgürlüklerinin etkin şekilde korunmasını savunan bir doktrindir. Liberal düşünce, bu üç temel ekonomik özgürlüğün bulunmadığı totalitarizm, otoriterizm, sosyalizm, komünizm, faşizm ve saire rejimlerin tamamını gayri ahlaki ekonomik düzen ya da ekonomik sistem olarak kabul eder. Liberalizm, aynı zamanda ekonomik birimlerin serbestçe iktisadi faaliyette bulunmaları sonucunda elde ettikleri kazançların kendilerine ait olduğunu ve bireylerin kazançlarını istediği şekilde kullanabilme özgürlüğünün bulunduğunu savunan bir doktrindir. Bireylerin kazandıkları paraları tüketim, tasarruf ve yatırım gibi istedikleri şekilde kullanabilme haklarına sahip olmaları gerekir. Mülkiyet özgürlüğü, liberal ekonomik düzende en kutsal hakların başında gelir. Liberalizmin temel kurumlarının başında rekabet gelir. Rekabet, sanılanın tam aksine ahlaki bir kurumdur. Rekabetin olmadığı bir sosyalist ya da devletçi bir ekonomik düzende kalite ve verimlilik son derece düşük olarak gerçekleşir. Oysa piyasa ekonomisinin temel kurumlarından birisi olan rekabet sayesinde üreticiler piyasa ekonomisinde varlıklarını sürdürmek için daha kaliteli ve daha az maliyetli mal ve hizmet sunmaya özen gösterirler. Piyasa ekonomisinde devletin temel görevlerinin başında rekabet düzenini oluşturmak, yıkıcı ve haksız rekabeti önlemek gelir. Bu açıdan rekabet, iş ahlakını bozmak yerine tam aksine onu tesis etmenin temel aracıdır.

Liberalizm çalışma ahlakını da geliştiren bir ekonomik düzen modelidir. Bireyler emeklerinin karşılığının kendilerine ait olması halinde daha fazla çalışırlar. Her bireyin kendi özel çıkarına yönelik olarak daha fazla çalışması ister istemez toplumun çıkarına da hizmet etmiş olur. Liberal düşünce içerisinde formüle edilen homo economicus yani ekonomik insan davranışı görünmez el yardımıyla başka bireylerin de refah düzeyinin artmasına yardımcı olur. Bu açıdan bakıldığında liberalizmin ekonomide bencilliği diğer bir deyişle egoizmi yaygınlaştıran yönünün gayri ahlaki değil, aksine ahlaki olduğu sonucuna varılabilir.

Liberal düşüncede piyasa ekonomisinin bireysel tercihlerin teşvik edildiği bir nevi ‘‘özgürleşme platformu’’ olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Avusturya İktisat Okulu’nun temsilcilerinden Ludwig von Mises devletlerin planlamacı ve müdahaleci yaklaşımlarının piyasanın işleyişini bozduğunu ve ekonomik özgürlükleri kısıtladığını söyler. Oysa ki piyasa ekonomisi, kendiliğinden düzen, özel mülkiyet hakkı, rekabet özgürlüğü, girişim gibi liberal ilkeler ‘en ahlaki’ temellere sahiptirler, çünkü bu ilkelerin kalbinde bireysel özgürlüğün tahsis edilmesi yatar. Ancak bir rekabet ortamında, özgürlük bakımından herkes eşit hakka sahip olsa da, özgürlüğün değeri bakımından herkes eşit durumda mıdır? Diyelim ki, bütün vatandaşlar kendi şirketlerini kurma özgürlüğüne sahipler. Fakat yoksulluk veya araçların eksikliği neticesinde şirket kuramayan vatandaşlar için bu özgürlüğün bir kullanım değeri yoktur. Bu durumda liberal ekonominin sağladığı özgürlükler toplumun her kesimine fayda sağlamamaktadır. Siyasal liberalizmini toplumsal sözleşme geleneği üzerine inşa eden John Rawls’un ‘‘fark ilkesine’’ (‘‘the difference principle’’) göre, mevcut eşitsizliklerin giderilmesi adına en yoksul, en dezavantajlı kesimin konumunu maksimize edecek bir ekonomik düzenin hedeflenmesi gerekir. Eğer bir fırsat eşitsizliği söz konusu ise, bu durum yine daha az fırsata sahip olan kesime yarar sağlamalıdır. Sizin düşüncenize göre Rawls’un ilkesi pratikte en ideal özgürlük sistemini yaratabilecek etkili bir önerme midir? Bu sorunsala ilişkin sizin görüşleriniz nelerdir?

Melis Hanım, bir önceki sorunuza şöyle cevap verdim. Liberalizm, teşebbüs, mülkiyet ve rekabet özgürlüklerinin etkin şekilde korunmasını savunan bir doktrindir. Liberal düşünce, bu üç temel ekonomik özgürlüğün bulunmadığı totalitarizm, otoriterizm, sosyalizm, komünizm, faşizm ve saire rejimlerin tamamını gayri ahlaki ekonomik düzen ya da ekonomik sistem olarak kabul eder. Siz de diyorsunuz ki, parası olmayan, serveti olmayan, malı-mülkü olmayan bir insan için teşebbüs hürriyetinin ne önemi vardır. Müteşebbis olacak bir güce sahip değil ki? diyorsunuz. Diyelim ki, bütün vatandaşlar kendi şirketlerini kurma özgürlüğüne sahipler. Fakat yoksulluk veya araçların eksikliği neticesinde şirket kuramayan vatandaşlar için bu özgürlüğün bir kullanım değeri yoktur diyorsunuz. Şimdi bu konu doğrudan özgürlük felsefesine bakış açısı ile alakalı. Özgürlük felsefesinde bir negatif özgürlük bir de pozitif özgürlük görüşü söz konusudur. Özgürlükler literatürde muhtelif kavramlara dayalı olarak sınıflandırılır. Özgürlükler konusunda en başta doğal özgürlükler ya da doğal haklardan söz etmemiz gerekir. Doğal özgürlükler, insanın olmak sıfatıyla tüm insanların cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeksizin sahip oldukları özgürlüklerdir. İnsanın kendi fiziki varlığına sahip olma özgürlüğü insanın kendi emeği ile meydana getirdiği şeylere sahip olma özgürlüğü, dışarıdan baskı ve zorlama olmaksızın yaşama özgürlüğü insanların doğal hak ve özgürlükleridir. Bu çerçevede kişi ve mal dokunulmazlığı temel bireysel özgürlükler olarak kabul edilir. Doğal hak ve özgürlükler literatürde bazı yazarlar tarafından klasik haklar, geleneksel haklar ve sivil özgürlükler olarak adlandırılır. Doğal haklar esasen koruyucu haklarıdır. Bireyin can ve mal güvenliğinin korunması gereği, yaşam ve mülkiyet özgürlüğünün temel özgürlükler olarak kabul edilmesini gerekli kılar. Doğal haklar, literatürde aynı zamanda negatif özgürlükler olarak da adlandırılır. Negatif özgürlük, dışarıdan bir müdahale olmaksızın bireyin serbestçe davranabilmesi anlamına gelir. Negatif özgürlük için devletin bireye bir şey sağlaması söz konusu değildir. Buna karşın pozitif özgürlük, devletin müdahalesi ve diğer bireylerin özgürlüklerinin sınırlandırılması ile elde edilen özgürlüklerdir. Konut hakkı, eğitim hakkı, yiyecek hakkı, ve saire hakların elde edilmesi devletin sağlayacağı türden haklardır. Pozitif özgürlüklerin sağlanabilmesi için bazı bireylerin çaba ve çalışmalar sonucu elde ettikleri iktisadi değerlerin bir kısmını başkalarına vermeleri gerekir. Dolayısıyla, pozitif özgürlükler, bazı bireylerin ihtiyaçlarını karşılama amacına yönelik olarak, diğer bir kısım bireylerin maddi özgürlüklerinin sınırlandırılması sonucunu doğurur. Pozitif özgürlükler, bir kısım bireyi, zorla başkaları için çalıştırılan işgücü konumuna getirir. Pozitif özgürlük kavramını ilk savunan düşünürlerin başında Thomas Hill Green gelir. Green, gerçek özgürlük için bireylerin yapmaya ve zevk almaya değecek bir şeyi yapmak ve ondan zevk almak konusundaki pozitif bir güç ya da kapasiteyi anlamak gerektiğini vurgular. Green’in bu görüşü, kendi ifadesinde belirttiği görüşlerin aksine başka bireylerin özgürlüklerinin sınırlandırılması neticesini doğurur. Tüm bireylerin istedikleri veya zevk aldığı şeyleri yapma konusunda bir pozitif güce sahip olabilmesi ancak diğer bireylerin başta mülkiyet özgürlüğü olmak üzere doğal özgürlüklerinin sınırlandırılmasına neden olur. Özetle, pozitif özgürlükleri insan hakkı olarak ele alınca bu kaçınılmaz olarak diğer bir kısım bireylerin negatif özgürlüklerini ortadan kaldırma veya sınırlandırma işlevi görür. Önemle belirtelim ki, tarihi seyir içinde, insan ihtiyaçları ile insan hakları bazı yanlış yorumlamalar ve değerlendirmeler neticesinde birbiriyle karıştırılmaya başlanmıştır. İnsanın gereksinimlerini karşılayacak şeyler insan hakkı olarak ele alınmaya başlanmıştır. Bu yaklaşım, pozitif özgürlüklerin kapsamının genişlemesine ve sonuçta adeta bir Haklar Kataloğu’nun oluşmasına neden olmuştur. Bu eğilim doğal olarak devletin görev ve fonksiyonlarını da artırmıştır. Ben Kamu Tercihi adı verilen bir ekol ya da okulun mensubu olarak görüyorum kendimi. Bu ekol ya da okul içerisinde biz devletin birey özgürlükleri önündeki en büyük tehdit ve tehlike olduğunu görüyoruz. Devletin piyasadaki aksaklıkları ya da eksiklikleri düzeltme gayesiyle ekonomiye yaptığı müdahaleler yarardan çok zarar getirir.  Gelir dağılımındaki adaletsizliği, yoksulluğu azaltma gibi iyi niyetle işe başlayan bir sosyal refah devletinin sonuçları düşünülenin aksine vahimdir ve toplumsal maliyetleri çok ağırdır.

Ahlak ve din arasında kaçınılmaz bir ilişki söz konusudur. Rudolf Otto’nun ‘‘din kutsalın tecrübesidir’’ sözünden yola çıkarsak, ahlaktan bağımsızlaştırılmış bir din düşünülemez, zira ahlakın yokluğu dinin normatif içeriğini tamamen boşaltacaktır. Ancak, temel ahlaki değer yargılarının yalnızca dini öğretilerden geldiğine dair yaygın bir kanı mevcut. Buna karşılık siz kitabınızda ‘‘laik ahlak’’ ve ‘’vicdan’’ gibi dine dayalı olmayan ahlaka değiniyorsunuz, ki bu da oldukça kritik bir soruyu tartışmaya açıyor: din mi önce gelir, ahlak mı?

Lamı cimi yok… Dolaylı-dolambaçlı cevaplar vermenin bir manası yok… Dürüstlükle de bir alakası yok!… Ahlak önce gelir…Bir insanı değerli kılan nedir? Değerli yapan nedir? Bir insanı değerli yapan sahip olduğu değerler ve ürettiği değerlerdir. Doğru veya yanlış. Kendime ait bir tanım. Ben bir insanın değerli olup olmamasını bu temel ilkeden hareket ederek değerlendiriyorum. Birincisi değerlere sahip olmak, ikincisi de değer üretmek. Şimdi basit analizler yapalım. Bir insan düşünelim; bütün yaşamını rehavet, atalet ve tembellik içerisinde geçiren, çalışmayan ve üretmeyen fakat Tanrı’ya ibadetini esirgemeyen. Bir insan düşünelim; Tanrıtanımaz, çalışkan, ahlaki değerlere sahip, erdemler yolunda. Kimseyi incitmiyor, kimseye zarar vermiyor. Doğru, dürüst bir insan. Bu birbirinden farklı iki insan. Tanrıtanımaz bir insan ama ahlak ve vicdan sahibi. İnançlı bir insan, ibadetini ihmal etmeyen bir insan fakat ahlaki zafiyetleri olan bir insan. Veya hem ahlaklı hem de dindar. Veyahut hem ahlaksız hem de tanrıtanımaz. Tanıdığınız ve bildiğiniz insanlara bir bakın ve yaptığım bu tanım ve sınıflamaya göre bir değerlendirme yapın.

Ahlakın yalnızca dine dayandırılmasının sosyal ve siyasal boyutta bazı muhalif sonuçlar doğurabileceği kanaatindeyim. İlk olarak, farklı inanca mensup veya inançsız bireylerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir toplumda ötekileştirme, ayrımcılık ve çatışma gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Buna ilaveten, ahlaklılık dindarlığın şartı olmasına rağmen, ahlaklı olmanın yalnızca dindar insana ait bir özellik olarak düşünülmesi yahut ahlaklılığın yalnızca dindarlık ile özdeşleştirilmesi yukarıda belirttiğim sorunları pekiştirebilir ve dini inancın suiistimal edilmesine neden olabilir. Bu konuda sizin fikirleriniz nelerdir?

Ben diyorum ki: Bütün dinlerin temeli ahlak ve erdem üzerine inşa edilmiştir. Hiçbir kutsal din gayri ahlaki değerleri sunmaz ve tavsiye etmez. Tabi bu noktada ahlaki değerlerden ne anladığımız önemli. İçki haramdır der bir din, bir diğerinde ise bir ayinin parçasıdır. Evharistiya; ekmek ve şarap ayini. Şarap içmek gayri ahlaki bir davranış değildir. Fakat İslam dininde kullanılması caiz değildir haramdır. Ben diyorum ki: Ahlak dinin tekelinde değildir, ahlak dinden bağımsız bir olgudur. Din olmadan ahlak temellendirilemez düşüncesi manasızdır. Bir tanrıtanımaz, eğer genel veya evrensel kabul gören ahlak normları ile yaşıyorsa onun tinsel uzleti tercih etmesi sorgulanamaz. Bir tanrıtanımaz içindeki ahlak ve vicdan yasaları ile yaşayabilir ve buna da kimsenin itirazı olamaz! Bu bakımdan ahlaki davranışın gerisinde ve temelinde din olmalıdır düşüncesi yersizdir, anlamsızdır, manasızdır. Din, vicdana da seslenmekle beraber, ahlakı sadece insanın vicdanına bırakmaz.  İşte din ile ahlak arasındaki temel fark da buradadır. Ve bir diğer fark: Din, doğru olan şey ne olursa olsun emredileni yapmaktır.

Ahlak ise emredilen şey ne olursa olsun, doğru olanı yapmaktır. Tesettür ve kadınların başlarını örtmeleri İslam dini için bir emirdir. Farzdır. Fakat kendisine dini değil de ahlakı referans almış bir kimse için tesettür ve başını örtme gereksiz ve anlamsız olabilir. Kabul görmeyebilir. Hülasa: Din güzelliktir, ahlaktır… Güzel bir dindar insan, dinin emirleri içerisinde ahlakı ve vicdanı ile yaşar. Ahlak erdemlerin kraliçesidir. Dindar bir yaşamı tercih etmezse bile insan ahlak ve vicdan yasaları ile kendini sınırlayarak güzel bir yaşam sürebilir.

Kitabınızın “Hukuk ve Ahlak” bölümünde Machiavelli’den alıntıladığınız söz hukuk ile ahlak arasındaki mütekabiliyete dikkat çekiyor: “İyi ahlak için iyi yasalar gereklidir. Yasalar da iyi ahlak olmadan korunamaz.” ‘’iyi’’yi amaçlayan ahlak kuralları ile bu kuralları norm haline getiren hukuk arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz?

Hukuk ve ahlak arasındaki benzerlik ve yakın ilişkiden önce ikisi arasındaki farklılığı ortaya koymak gereklidir. Hukukun amacı adaleti gerçekleştirmektir. Buna karşın ahlakın amacı iyiyi gerçekleştirmek, ya da iyiye ve doğruya ulaşmaktır. İnsanlık tarihi boyunca temel ahlaki değerlerin bir çoğu zaman içerisinde hukuki norm haline gelmiştir. Kanunlar genellikle yapılmaması gereken insan eylem ve davranışlarını belirlemiş ve sınırlamıştır. Bir başka ifadeyle, insanların eylem ve davranışlarının ahlaki ölçüleri, hukuksal norm haline dönüştürülmüştür. Ancak hukuk ve ahlak arasında öteden beri bir çatışma süregelmektedir.

Temel sorun şudur; acaba ahlaki değer yargılarının temel koruyucusu hukuk mu olmalıdır? Devlet bir takım kurallar koyarak ahlaki tesis edebilir mi? Hukuk insanların gerek birbirleri ve gerekse devletle olan ilişkilerinde uyulması gereken kuralları belirler ve bunları yaptırıma bağlar. Hukukta yaptırım gücü toplumda yanlışları ve kötülükleri cezalandırır. Bu bakımdan hukuk kuralları ile ahlaki değerler korunabilir. Ancak, sorun her zaman bir kanun ile çözümlenmeyebilir. Kanunun gücü bazen belirli kişi veya gruplara karşı etkili olmayabilir veya işletilemeyebilir. Bu bakımdan ahlakın tesisi, kanun dışında vicdan ile de yakından ilişkilidir. Vicdan, ahlaki değer yargılarını bir yaptırım gücü olmaksızın korur ve gözetir.

Ahlak ve hukuk arasındaki benzerlik ve farklılıkları da kısaca ele almakta yarar vardır. İlk olarak, hukuk kuralları, insanların davranış ve eylemlerini düzenler ve bazı sınırlamalar getirir. Hukuk kurallarının yaptırımı söz konusudur. Ahlak kuralları da insan davranış ve eylemlerini sınırlandırır, ancak hukuk kurallarından farklı olarak ahlak kurallarının yaptırımı yoktur. Bir diğeri ise; hukuk kuralları yazılıdır, oysa, ahlak kuralları çoğunlukla yazılı olmayan normlardır. Bu ayrımın günümüz açısından giderek ortadan kalktığını görmekteyiz. Zira günümüzde çeşitli meslekler için ahlak kuralları giderek yazılı bir hale gelmektedir. Üçüncüsü, hukuk kuralları dışa yöneliktir. Daha açık bir ifadeyle, hukuk kurallarının amacı insan eylem ve davranışları sonucunda başka insanların zarar görmesini engellemektir.

Ahlak kuralları ise daha ziyade içe yöneliktir. Ahlak kurallarında kişilerin ya da organizasyonların kendi kendilerini kontrol etmeleri ve ahlaki olmayan davranışlarını sınırlandırmaları geçerlidir. Dördüncüsü, hukuk kuralları devlet tarafından oluşturulur, ahlak kuralları ise devletin yanı sıra diğer organizasyonlar tarafından da oluşturulabilir. Örneğin, siyasal ahlaka ilişkin kurallar ve normlar devlet tarafından oluşturulur. Buna karşın, ahlak kuralları devlet tarafından oluşturulacağı gibi bağımsız sivil toplum kuruluşları ve özel organizasyonlar tarafından da oluşturulabilir. Son olarak hukuk aslında resmi ahlak kurallarıdır. Ahlak ise hukuk kurallarından farklı olarak genellikle gayri resmi kurallardır. Örneğin, vergi kanunları vergi kaçakçılığını gayri ahlaki bir davranış olarak kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda hapis cezası, vergi cezası ve saire yaptırımlar öngörür. Ahlak ise vergi kaçakçılığının sadece yanlış bir davranış olduğunu belirtir. Yani, hukuk resmi, ahlak ise gayri resmi kurallar bütünüdür.

‘‘Siyasal Ahlak’’ kavramını açıklarken öncelikli olarak ‘‘siyasal yozlaşma’’ (political corruption) üzerinde duruyorsunuz. Yozlaşmanın şüphesiz ki insan haklarının geçerliliği ve güvenilirliği üzerine doğrudan etkisi vardır. Her şeyden önce, yozlaşma sebebiyle toplum, kamu sağlığı, eğitim, sosyal sabit sermaye veya güvenlik gibi temel kurumların ihtiyaçları doğrultusunda harcanması gereken kaynaklardan mahrum kalmaktadır, ya da erişebildiği kaynakların miktarı azalmaktadır. Diğer taraftan yozlaşma, devlet kurumlarının- bilhassa adalet yönetimi hususunda-  işleyişine zarar verici sonuçlar doğurmaktadır. Fikrimce bu sonuçlardan en olumsuz olanı da halkın adalet sistemine olan güveninin azalmasıdır. Siz ne düşünüyorsunuz? Yozlaşmanın kamu aleyhine sonuçları nelerdir? Bunun yanı sıra, kitabınızda tüm devlet yönetim sistemlerinde siyasal yozlaşmanın görüldüğünü, yozlaşmanın sosyo-ekonomik yapıdaki değişimlere ve gelişimlere paralel olarak da yaygınlaştığını ifade ediyorsunuz. Bu korelasyonu açıklayabilir misiniz?

Ahlak, hukuk, din ve felsefenin yanı sıra siyaset ile de yakından ilişkilidir. Siyaset, kısaca devlet yönetimini ifade eder. Siyaset bilimi ise insan topluluğunun yönetimine ilişkin ilke ve kuralları araştırır. Devlet yönetiminde şüphesiz uyulması gereken bazı yasal ve ahlaki kurallar vardır. Siyaset ve ahlak, bu bakımdan birbirleriyle yakından ilgili olan iki alandır. Siyasette ya da devlet yönetiminde olması gereken ya da uyulması beklenilen değer yargıları ve normlar, siyasal ahlakı ifade eder. Siyasal ahlak aynı zamanda Devlet Ahlakı  olarak da bilinir. Daha geniş bir ifadeyle siyasal ahlak, siyasal karar alma sürecinde geçerli olan ya da geçerli olması beklenilen değer yargılarının, örf ve adetlerin, normların ve kuralların oluşturduğu sistem bütününü ifade eder. Siyasal karar alma süreci, devletin siyasi ve ekonomik kararlarının alındığı mekanizma ve onun işleyişidir. Siyasal karar alma sürecinde kamusal mal ve hizmetler arz edilir. Bu hizmetleri arz edenler, iktidar partisi diğer bir deyişle hükümet ve bürokrasidir. Kamusal mal ve hizmetlere talepte bulunanlar ise seçmenlerdir. Seçmenler siyasal süreçte isteklerini ve arzularını ya direkt olarak oylamaya katılmak suretiyle veya birlikler oluşturmak suretiyle açıklarlar. İşte siyaset, bu kesimler arasındaki ilişkilerin sonucunda şekillenir. Bu kesimlerin ahlaki değer yargıları da esasen siyasal ahlakı ortaya çıkarır.

Siyasal alanda ahlaki yoksunluğun en çarpıcı göstergelerinden biri olan yozlaşmayı tetikleyen temel faktörleri nelerdir? Sizce siyasal yozlaşmanın önüne geçmek mümkün mü?

Siyasal yozlaşmaları yaratan nedenler çeşitli­dir. Siyasal yoz­laşmalar esasen çok değişik tür ve şekillerde ortaya çıkarlar. Her siyasal yozlaşma türünü ortaya çıka­ran neden­ler farklı olabilir. Örneğin, siyasal yozlaşmaların ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında etkili olan faktörlerden birisi top­lumsal değişim süreci ve modernleşmedir. Modernleşme ile toplum içinde insan dav­ra­nışlarını belirleyen değer ve norm sistemleri değiş­ir, eski ve yeni normlar birbirleri ile zıtlaşma gösterir. Bu zıtlaşma ya da norm sisteminin görülmesi yeni kaynak ve fırsatları kul­lanmayı meş­rulaştırabilir.

Modernleşme, toplumun her kesiminde hızlı bir değişmeyi içerir. Siyasal kurumlar ve ku­rallar sürekli olarak değişir ve sistemin biçimsel kontrol yapılarında boşluklar meydana gelir. Dolayısıyla siyasal karar alma sürecinde rol alan aktörler bu boşluk­lardan yararlanmayı fırsat bilirler. Bir toplumda eğitim ve kültür düzeyinin dü­şük olması siyasal yozlaş­ma­nın bir diğer kaynağını oluşturur. Esasen siyasal yozlaşma gelişmiş ülke­lerden ziyade özellikle az gelişmiş ülke­lerde yaygın­lık gösterir. Az gelişmiş ülke in­sanının değer yargıları gelenekseldir. Bağımlılık ilişkileri yaygındır. Çalışma ve başarıdan çok, yakınlık, aile bağları, eş dost, hemşeh­rilik gibi geleneksel bağlar ekonomik kriterlerden önde gelir. İnsanları çalışmaya ve başarıya yöneltici motivasyonlar daha zayıftır. Aksine fırsatçı ve spekülatif kazanç yolla­rına eğilim fazladır. Bütün bunlar, siyasal yozlaş­manın çeşitli türleri için uygun nedenler olarak gündeme gelir.

Bir ülkenin hukuk sistemindeki belirsizlik ve boşluklar da siyasal yoz­laş­maya uygun ortam hazırlar. Örneğin, yasalarda açık bir şekilde ceza­lan­dı­rıl­mayan veyahut yasada yer almakla birlikte cezai müeyyidesi suçu caydırıcı nitelikte olmayan siyasal yozlaşma türleri yaygınlık gösterebilir. Gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikler si­yasal yozlaşmalara neden olabilir. Toplumu oluştu­ran bireyler arasında gelir ve servet yönün­den büyük boyutlara varan eşitsizlik varsa bu milli gelirden düşük pay alan kimseleri siyasal yozlaşmalarda bulunmaya sevk edebilir. Çalışarak kazanmanın ve zengin olmanın mümkün olama­yacağına inanan bi­reyler, kısa yoldan ve kolaydan para kazanma eği­liminde olabilirler.

Aynı şekilde bir ülkede fonksiyo­nel gelir dağılımında da önemli bo­yutta dengesizlik hakimse bu da bazı tür siya­sal yozlaşma eği­limlerini arttırabilir. Örneğin, müteşebbis ve ranti­yeci kesim milli gelirin çok bü­yük bir kısmını alı­yorsa, bu ücretli kesimin siyasal ahlak anlayışını zedeleyebilir. Ücret yetersizlikleri ve dengesizlikleri de söz konusu ise o zaman kamu gö­revlilerinin rüş­vet, zimmet, irtikap ve saire türde si­yasal yozlaşma­lara yönelmeleri kaçınılmaz olur. Siyasal yozlaşmaların ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında popü­lizmin de etkilerinin olabi­leceğini belirtmek gerekir. Popülizm özellikle gele­neksel toplumlarda ve gelişmekte olan ülkelerde si­yasetçilerin oy avcılığı yapmada uyguladıkları politi­kalardan birisidir. Popülizm özünde halkçılık de­mektir. Popülizm, geniş anlamda tüm halkı kucak­layan, toplumun tüm kesimlerini önemseyen, hal­kın iradesinin önceliğini savunan ve halk egemenliği fikrini benimseyen bir ilkedir. Daha dar anlamda Popülizm, toplumun belirli bir kesimini kucaklar. Örneğin, köycülük ve köylüseverlik bir tür popülizmdir. Popülizmde köylü ve çiftçi geleneksel kültürün beşiği ve koruyucusu olarak kabul edilir ve ona sa­hip çıkılması görüşü savunulur. Popülizmde şüphesiz sadece köylünün değil ortanca seçmen denilen memur, işçi, emekli gibi kesimlerin çı­karlarının korunacağından ve gözetileceğinden sö­z edilir.

Söyleşimizi kitabınızın ana başlığı olan ‘‘Toplam Ahlak’’ kavramına dönerek sonlandırmak isterim. Kitabınızın birçok yerinde temiz bir toplum için ahlakın ‘’bütünsel’’ bir perspektife dayalı olması gerektiğini vurguluyorsunuz. Ahlakın ‘bütünsel’ yapısı ve ‘Toplam Ahlak’ kavramı ile anlatmak istediğiniz nedir?

Ahlak doğuştan başlayan ve aile içindeki öğrenme süreci ile gelişen ve alışkanlığa dönüşen bir kurumdur. Ahlak ve erdemle yetişen bireyler yaşamlarının ileriki aşamalarında da önemli ölçüde bu değerlere bağlılık gösterirler. Bireylerin ailede gördükleri ve öğrendikleri ahlak prensiplerinin toplumun ve sosyal kurumların ahlak prensipleri ile uyum içinde olması gerekir. Balık baştan kokar sözü bu açıdan çok doğrudur. Eğer siyaset kurumu ve bu kurum içindeki lider ve yöneticiler ahlak ve erdemden uzaklaşmışlarsa vatandaşlara iyi örnek olmazlar. Aynı şekilde ilk ve orta öğretimdeki öğretmenler ya da üniversitede doçent, profesör unvanlarına sahip bilim insanları ahlak ve erdemden uzak davranış ve eylemlere yönelmişlerse o takdirde topluma rehber olmaları beklenemez.

Benim adına dikey ahlak dediğim kurumsal yapı çok önemlidir. Dikey ahlaktan kast ettiğim şudur: en üstte ve en alttaki kurumlarda ahlak ve erdemin hâkim olması birinci derecede önemlidir. En aşağıda aile kurumu; en üstte ise liderlik ve siyaset kurumu ahlaki değerlere sahip olmalı; bu değerleri benimsemeli ve korumalıdır. Eğer baştaki lider sadece güç veya iktidar peşinde koşan ve bu amaç uğruna mücadele eden bir makya­velist siyasetçi ise o takdirde millete örnek olamaz. Aynı şekilde evlilik kurumuna ve aile değerlerine sahip olmayan ebeveynler çocuklarına doğru örnek olmazlar. Bu açıdan dikey kurumsal yapı ve elbette en baştaki siyaset kurumu ve en alttaki aile kurumu fevkalade önem taşır.

Yatay ahlak adını verdiğim kurumsal yapı ise şunu ifade eder: Bir toplumda tüm meslek gruplarında ahlaki değerler yerleşmiş olmalıdır. Meslek ve sektörlerin tamamında ahlaki davranış, tutum ve eylemler önemlidir. Ticaret ahlakı, iş ahlakı, gazetecilik ahlakı, tıp ahlakı, eğitim ahlakı, bilim ahlakı, akademik ahlak ve saire ahlak türleri yatay ahlak doğrusunda yer alır. Hepsi birbirine bağlıdır; hepsinin ayrı bir değeri ve önemi vardır. Pazarda, okulda, hastanede ve diğer tüm meslek veya sektör alanlarında ahlaki değerlerin var olması ve dahası kurumsallaşmış olması gerekir. Öte yandan oyuncuların ahlaklı davranmayabileceği varsayımını hiçbir zaman göz ardı etmeksizin sosyal, siyasal ve iktisadi düzene ilişkin oyunun kurallarının adalet ve dürüstlük prensipleri çerçevesinde belirlenmesi lazım gelir. İnsan ahlakı tek başına yetmez, ondan da önemli olan sistem ahlakıdır. Ne eğitim ne de dindarlık tek başına ahlaklı bireyler yetiştirilmesinin garantisi olamaz. İnsanın doğasında var olan egoizm yani bencillik onu daima kendi özel menfaatlerine yönelik davranış, karar ve seçimlere yönlendirir. Hiçbir kurum tek başına insanın doğasını ortadan kaldırmaya muktedir bir güç olamaz. Örneğin, din ya da eğitim kurumu ne kadar güçlü olursa olsunlar insanların genlerinde ve doğalarında mevcut olan egoizm duygusunu kaldırıp bunun yerine alturizmi yerleştiremezler. Eğitim ya da din gibi kurumlar insanların müşfik, şefkatli ve lütufkâr bireyler olmalarını tavsiye eder ve bunda da kısmi başarılar sağlayabilir, ancak bu saydığımız kurumlar bireylerin doğalarında var olan özel çıkar maksimizasyonunu tümüyle ortadan kaldıramaz ya da yok edemezler.

Söylemek istediğim şudur: İnsan doğası gereği bencil, menfaatçi, çıkarcı bir varlıktır. Dolayısıyla insanın doğasında var olan bu hakikati kabul edip onların kendilerine, başka bireylere, kurumlara, doğaya, çevreye ve saire zararlar vermelerini engelleyecek kurallar oluşturmak gerekir. Oyuncuların davranışlarını belirleyen oyunun kurallarıdır. Bu nedenle öncelikle oyunun kuralları üzerine düşünmek gerekir. İnsan mı, sistem mi tartışmalarında bana göre eğer bir öncelik olması gerekiyorsa bu öncelik kurallara yani sisteme verilmelidir. İnsanlar kural izleyen varlıklardır, tersinden söylemek gerekirse insanlar bağlayıcı ve sınırlayıcı kurallar olmazsa kurumları tahrip eden yaratıklardır. İnsanın elinde her şey dejenere olur, bozulur, yozlaşır. Hayat ve hakikatin bize öğretmiş olduğu bir basit gerçeği kabul etmemek; sadece eğitim ya da din gibi kurumlar aracılığıyla daha iyi bireyler yetiştirebileceğimizi düşünmek bir büyük hata ve yanılgıdır.

Kurallar ve kurumlar yani sistem önemlidir. Eğer sistem ahlakına yönelik kurallar ve kurumlar yoksa o takdirde insanların yanlış davranış ve eylemleri önlenemez. Hem iktisadi düzen hem de siyasal düzenin iyi işlemesi için doğru kurallar ve kurumlar gerekir. Örneğin, mülkiyet hakkını tanımayan bir sosyalist, komünist, veya korporatist düzen hiçbir şekilde ahlaki sonuçlar ortaya çıkaramaz. Ya da kuvvetler ayrılığı, laiklik, iktidarın sınırlandırılması gibi ilkeler güçlü ve sağlam kurallarla garanti altına alınmamış ise ahlaki bir siyasal düzen veya sistem tesis edilemez.

Bugün dünyanın birçok bölgesinde demokrasilerde yaşanan yozlaşmaların arkasında kural ahlakının göz ardı edilmiş olması yatar. Millet iradesi retoriğini iktidarına meşruiyet gömleği olarak giydirmeye çalışan bir siyasi liderin güç temerküzü peşinde koşmasının gerisinde kural ahlakının tesis edilmemiş olması yatar. Eğer gerçek anlamda bir sağlam anayasal kural mevcut olsa o takdirde bir siyasi liderin, bir siyasal parti başkanının, bir milletvekilinin en fazla iki dönemden fazla parlamentoda görev yapması engellenmiş olur. Söylemek istediğim şudur: insanlara değil, sisteme güvenmeliyiz.

Ahlaki bir toplumsal düzenin inşa edilebilmesi için birey ahlakından; aile ahlakına ve oradan sosyal ahlaka; ticaret ahlakından her türlü meslek ahlakına; siyasal ahlaktan medya ahlakına; akademik ahlaktan çevre ahlakına kadar tüm alanlarda ve mesleklerde dürüstlüğün bir toplumun temeli olduğunun bilincine varılması gerekir. Tekrar edelim: Oyuncuların davranışlarını belirleyen oyunun kurallarıdır. Onun için oyunculardan ziyade öncelikle oyunun kurallarını iyileştirmek ve kural ahlakını tesis temek gerekir. Kural ahlakı ise evrimseldir; zaman içerisinde kurumsallaşır ve kurum ahlakına dönüşür. Kurumlar ya da müesseseler ise ahlaki bir toplumun sürekliliğine hizmet eder.

Tüm akademik kariyerim boyunca araştırmalarımda daima kurallar ve kurumlar perspektifinin önemini vurgulamaya çalıştım. Daima oyunun kurallarının önemini anlatmak için çaba sarf ettim. Sonuç olarak, temiz bir toplum oluşturulmak isteniyorsa o takdirde toplumda tüm bireylerin ve kurumların ahlak önceliğinin olması gerekir. Temiz toplum için temiz siyaset tek başına yetmez. Temiz toplum için toplam ahlakı tesis etmek bir zorunluluktur. Mehmet Akif Ersoy’un uyarısını bir an bile olsun zihinlerimizden uzak tutmamamız gerekir: Oyuncak sanmayın; Ahlakın iflası en korkunç ölümdür, mevt-i küllidir. Büyük şair ve yazar Mehmet Akif’in mevt-i külli dediği şey toplam ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Çare ise toplam ahlakın tesis edilmesinden başka bir şey değildir.

Söyleşimizi burada tamamlamadan önce son bir şeyler ilave etmek, söylemek ister misiniz?

Toplam Ahlak kitabımı yazmama esin kaynağı olan Eski Mısır yazıtlarından Ölüler Kitabı’dır. Onunla ilgili bir şeyler söyleyerek sözlerimi sonlandırmak isterim. Eski Mısır metinlerinden Ölüler Kitabı’nda yazılı olan bu dizeleri ilk kez okuyunca toplumsal düzende ahlakı tesis etmenin bütünsel bir perspektife dayalı olması gerektiğini düşündüm. Bir bireyin yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, başkalarına zulüm etmemesi gibi eylem ve davranışlar birey ahlakının gereğidir. Birey bir ailenin parçasıdır ya da unsurudur. Bu nedenle bireyin zaman ve mekân farklılıklarına göre değişmekle birlikte her toplumda var olan aile ahlakı ilkelerine de uygun davranması beklenir. Örneğin zina, genel olarak aile yaşamına uygun olmayan bir eylem ve davranış olarak kabul edilir.

Öte yandan, bireyler toplum içerisinde değişik görevler üstlenmişlerdir. Yapılan iş ve üstlenilen göreve bağlı olarak çeşitli meslekler ortaya çıkmıştır. Ticaret, sanayi, hizmetler sektörü içerisinde sayısız meslek bulunmaktadır. Mesleklerini icra eden bireylerin toplumda genel olarak gayri ahlaki olarak nitelendirilen eylem ve davranışlardan kaçınmaları gerekir. Örneğin, yukarıdaki dizelerde de ifade edildiği üzere terazinin dirhemi üzerine elini bastırarak haksız kazanç elde etmek doğru değildir. Ticaret için geçerli olan bu ilke, diğer tüm meslekler için de farklı şekillerde geçerlidir. Bir tıp doktorunun, bir avukatın, bir gazetecinin, bir öğretmenin, mesleğini ifa ederken uyması gereken bazı kurallar vardır ve var olmalıdır.

Öte yandan, bireyin içinde yaşadığı doğaya, çevreye, insanlara karşı da ödev ve sorumlukları bulunmaktadır.  Örneğin, insanların kendileri dışındaki canlılara zarar vermeleri, doğayı ve çevreyi tahrip etmeleri kabul edilebilir mi? Ölüler Kitabı’ndaki her dize ahlakın ne derece bütünsel olduğunu ortaya koyar. Bireyin ev, aile, iş yaşamında mutlaka bazı ahlaki ilkelere ve kurallara uygun davranması önem taşır. Aynı şekilde bireyin, içinde yaşadığı topluma, insanlara, diğer canlılara, doğaya ve çevreye karşı da sorumlulukları bulunur. Tüm bu ilkeler, ödev ve sorumluluklar birey ahlakı, aile ahlakı, iş ahlakı, ticaret ahlakı, eğitim ahlakı, çevre ahlakı gibi kavramları ortaya çıkarmıştır.

Sözlerime Toplam Ahlak kitabımın kapağında da yer verdiğim Ölüler Kitabı’ndan şu dizelerle son vermek isterim:

 Hiç kimseye kötülük etmedim.

Yakınlarımı bahtsızlığa sürüklemedim.

Gerçek evinde alçaklık etmedim.

Kimseyi gücünün dışında çalıştırmadım.

Benim yüzümden kimse korku duymadı,

yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı.

Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım.

Kölelere kötü muamele etmedim ve ettirmedim.

Kimseyi aç bırakmadım.

Kimseye göz yaşı döktürmedim.

Kimseyi öldürmedim ve kimsenin

kahpece öldürülmesini emretmedim.

Kimseye yalan söylemedim.

Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım.

Zina etmedim.

Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım.

Terazinin dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım.

Teraziyle tartarken hiçbir zaman hile yapmadım.

Süt çocuklarının ağızlarından sütü uzaklaştırmadım.

Hayvanları çalmadım.

Tanrının kuşlarını avlamadım.

Ölmüş balığı tutmadım.

Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim.

Ben temizim, temizim, temizim…

 

Toplam Ahlak Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak Toplam Ahlak Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak  Toplam Ahlak 

Related posts

Leave a Comment