Sosyal Sermaye
Sosyal Sermaye Üzerine Bir Söyleşi
“Para, Mal-Mülk, İyi Eğitim Bir Yere Kadar… Milletlerin Asıl Zenginliği, Finansal Ve Beşeri Sermaye Değil; Sosyal Sermayedir.”
Prof. Dr. Coşkun Can Aktan
Melis Fettahoğlu Hallier
Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Coşkun Can Aktan ile SOSYAL SERMAYE üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Profesör Aktan, “parasal sermaye, finansal sermaye, fiziki sermaye, beşeri sermaye…. Bunlar bir yana sosyal sermaye bir yana!…. Zenginlik, refah, milli gelir, eğitim, bilim… Bunlar bir yana, sosyal sermaye bir yana!… Sosyal sermayenin olmadığı bir toplumda zenginliğin de , eğitimin de , alınan diplomaların da hiç bir değeri ve anlamı yoktur… Sosyal sermayesi güçlü bir toplum oluşturmak ana hedef olmalıdır…” diyor…
***
“Sermaye” denilince akıllara ilk olarak, ekonomi biliminde ele alınış şekliyle, “finansal güç” veya “maddi birikim” tanımları gelmektedir. Diğer bir deyişle, bir bireyin veya şirketin, bir hizmet veya mal üretmesi için gerekli olan (para, mal ve emek gibi) fiziki ve doğal kaynaklardan oluşan üretim araçlarının tümü “sermaye” olarak adlandırılır. Fakat sermaye kavramının iktisadi boyutunun yanı sıra, sosyal boyutu da eşit derecede önemlidir. Bu bağlamda, ‘’Sosyal Sermaye’’ kavramını ve bu kavramın önemini kısaca açıklar mısınız?
İnsanların oluşturduğu toplumları ele alalım. Adı her ne olursa olsun, toplumu meydana getiren insanların sayısı kaç olursa olsun vs. bütün toplumlarda insanların kendi yaşam alanlarını ve bu alanların sınırlarını, niteliklerini ve bu alan içindeki davranışlarını belirleyen temel faktörün ilişkiler olduğunu görüyoruz. Sosyal bilimlerde, özellikle sosyoloji ve psikolojide insanlar arasındaki bu ilişkiler bağlar olarak tanımlanıyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerin veyahut bağların, temelde bireylerin ve buna bağlı olarak toplumların inşasında önemli bir yapı taşı durumunda olduğunu söylememiz yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Öte yandan, formel ve informel kuralların veya normların da bir toplum için en az bağlar kadar önem arz ettiği de önemli bir gerçektir. İşte sosyal sermaye bütün bunları, yani bağlar ile birlikte formel ve informel kuralları tanımlıyor.
Konuyu biraz daha açalım. Aslında, sosyal sermaye toplumsal yaşamda ahlak, sivil erdem, güven, kurallar ve kurumlar, sosyal normlar, değerler ve inançlar gibi akla gelen önemli unsurların tamamını ifade ediyor. Sosyal sermaye ayrıca bir toplumdaki tüm mikro ve makro aktörler arasındaki ilişkiler ağını da kapsıyor. Bütün bunlara bir de sosyal sermayenin güven, davranış, işbirliği ve benzeri ortak normların toplum adına etkin bir işlev kazanmasına olanak sağlayan motive edici bir güç olduğunu eklediğimizde sosyal sermayenin ne kadar önemli olduğunu görebiliriz. Dolayısıyla sosyal sermayeyi çok önemsiyorum.
Tarihsel süreçte sosyal sermaye kavramına baktığımızda aslında kavramın ortaya çıkışından günümüze 100 yıldan fazla bir zamanın geçtiğini görmekteyiz. Lyda Hanifan’ın 1916 yılında bir makalede sosyal sermaye kavramını ilk kez kullandığı herkesçe kabul ediliyor. Bugün ise sosyal sermayenin adeta altın çağını yaşadığını tartışmasız bir şekilde söyleyebiliriz. Elbette hemen bu noktada Robert Putnam, Pierre Bourdieu, James Coleman ve Yoshihiro Fukuyama gibi önemli isimlerin bunda payının tartışılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Putnam’a ayrıca ve özel olarak değinmek gerekir, hiç şüphe yok ki sosyal sermaye teorisinin öncüsü Putnam’dır. Putnam’ın 2000 yılında yayınlanan Bowling Alone kitabını çok önemsiyorum. Dolayısıyla henüz konunun başında konuya ilgi duyanlar için bu kitabı tavsiye etmek isterim. Putnam’ın sosyal sermaye literatüründeki yeri ve katkılarını ele almak öyle tahmin ediyorum ki saatlerce sürecektir.
Konumuza dönecek olursak, sizin de değindiğiniz gibi “sermaye” denilince akıllara ilk olarak, ekonomi biliminde ele alınış şekliyle, finansal güç veya maddi birikim tanımları gelir. Her ne kadar sosyal sermaye, kapsamı para ile ifade edilen finansal sermaye ve topyekun eğitim düzeyini ifade eden beşeri sermayeden farklı olsa da sosyal sermayenin de politik ve sosyolojik boyutlarının yanı sıra iktisadi boyutları ile de önem taşıdığını göz ardı etmemek gerekir. İktisadi, sosyal, siyasal ve psikolojik gelişme ve ilerleme çok önemli ölçüde toplumların sosyal sermaye altyapılarına bağlıdır. Tek başına, finansal sermaye, maddi-fiziki sermaye ve beşeri sermayenin hiç biri toplumların bütünsel olarak sağlıklı ve sürdürülebilir gelişmesine ve ilerlemesine olanak sağlayamaz. Nitekim tarihte bunun örneği de yoktur. Nasıl ki, para, maddi servet gibi zenginlikler ve eğitim tek başına bireylerin mutlu olmalarına yetmiyorsa, konuyu makro düzeyde düşündüğümüzde de toplumların maddi zenginliklerinin ötesinde gelişme ve ilerlemelerinin komşuluk ilişkileri, güven, sosyal normlar, etik, erdem, inanç ve değerler vs manevi zenginliklere dayalı olduğunu unutmayalım. Dolayısıyla da ekonomik refahın ancak ve ancak sosyal sermaye ile bütünleştiği takdirde anlamlı ve kalıcı olacağına inanıyorum.
Hemen bu noktada konuyu kısaca da olsa iktisat bilimi açısından da değerlendirmek isterim. İktisat biliminin esasen sosyal sermayenin ülkelerin ekonomik büyüme ve kalkınma düzeylerini nasıl etkilediğini sorguladığını görüyoruz. Bugün iktisatçılar ekonomik büyüme ve kalkınma açısından finansal sermaye ve beşeri sermayenin çok önemli olduğunu kabul etmektedir. Ancak çok uzun yıllar iktisatçıların ihmal ettiği sosyal sermaye boyutunun öneminin giderek daha fazla anlaşıldığını görüyoruz.
Son olarak bir parantez açalım. Aslında bir yönüyle sosyal sermaye ile ifade edilmek istenen kültürel sermayedir. Fakat kültürün, sosyal sermayeyi de içeren çok daha geniş kapsamlı bir kavram olduğunu unutmayalım.
Sosyal sermaye toplumsal yaşamda bireyler arasındaki ağlar ve bağlar, birlik, beraberlik, dayanışma, yardımlaşma, sevgi, saygı, güven, ahlaki değerler, erdem ve benzeri pozitif alışkanlıkları, sosyal normları, inançları ve değerleri, iyi bir toplumun inşası için gerekli formel ve informel kurallar ve kurumlar gibi unsurların tamamını ifade eden bir kavramdır.
Sosyal sermayenin en önemli bileşeni olan ve diğer bileşenleri de yakından ilgilendiren bireylerarası ilişkilere dayalı sosyal sermaye, adından da anlaşılacağı üzere ilişkiler üzerine odaklanmaktadır. Akraba, arkadaş, grup içindeki bireyler veya farklı grupların birbirleriyle iletişim içinde olduğu yapılardaki işbirliği ve güveni ortaya koymaya çalışmaktadır. İlişki/ilişkiler sürecinde bireyin/bireylerin diğerlerine karşı duyduğu güven ve ortaklaşa hareket etme isteği bireylerarası ilişkilere dayalı sosyal sermayenin en temel iki konusudur.
James Coleman, Pierre Bourdieu, Putnam ve Fukuyama gibi teorisyenlerin sosyal sermayeyi tanımlarken aynı zamanda sosyal sermayenin işlevselliği üzerinde durduklarını da görüyoruz. Özellikle Fukuyama, bir toplumdaki sosyo-kültürel değerlerin o toplumun ekonomik gelişimine katkıda bulunduğunu vurgulamıştır. Siz sosyal sermayenin ekonomik gelişimdeki yerini nasıl yorumluyorsunuz?
İktisatçıların 20. Yüzyıl ortalarına kadar ciddi entelektüel hatalarından birisinin milletlerin zenginliğinin ana kaynaklarını çok iyi anlamamış olmaları olduğunu düşünüyorum. Bildiğiniz gibi, standart iktisat teorisi ya da ana-akım iktisadi düşünce çok uzun yıllar sadece kıtlık problemi üzerinde durmuş, iktisadi büyüme ve gelişmeyi büyük ölçüde doğal kaynakların keşfedilmesi, etkin kullanılması, insan sermayesine yatırım yapılması vs. faktörler ile açıklamakla yetinmiştir. Lütfen, yanlış anlaşılmasın, doğal kaynaklar ve insan sermayesi hiç şüphesiz milletlerin zenginliğini açıklamada öneme sahip olan faktörlerdir, ama başat faktörler değildir. Milletlerin gerçek zenginliğinin ana kaynakları doğal sermaye, iktisadi sermaye ve beşeri sermayeden ibaret değildir ve olamaz da. Bilgi, yenilik, yaratıcılık vs. unsurları ifade edebileceğimiz entelektüel sermaye ya da kısaca bilgi sermayesi iktisadi gelişme açısından fevkalade önemlidir. Tabii bu noktada teknolojiyi de unutmamamız lazım. Tartışmasız teknoloji, yeni ekonomide iktisadi gelişme ve performansın ana unsuru olmuştur.
Bütün bunlar ile birlikte ne yazık ki önemini geç fark ettiğimiz iki unsura değinmek istiyorum. Sosyal sermaye ve kurumsal sermaye… Sosyal sermaye, kültürel sermaye ve kurumsal sermaye esasen birbirleriyle oldukça yakın kavramlardır. En az sosyal sermaye kadar önemsediğim kurumsal sermaye ise bir toplumun sahip olduğu kurallar ve kurumların kalitesi ile alakalıdır. Milletlerin zenginliğinin ana kaynakları esasen işte bu unsurlardır.
Tekrar vurgulamam gerekirse, iktisatçılar öteden beri Adam Smith’in bilgeliğini takip ederek milletlerin zenginliğinin bir ekonominin verimliliği ile alakalı olduğu fikrini savunmuşlardır. Adam Smith’in mirası, milletlerin zenginliğini sağlayacak olan piyasalar ve organizasyonları anlamamıza imkan sağlamış olmasıdır. Bu miras neticesinde de görünmez el, işbölümü, uzmanlaşma, gönüllü mübadele vs. iktisadi refahı sağlayacak ana kaynaklar olarak kabul edilmiştir. Oysa, ekonominin performansını belirleyen kurallar ve kurumlar ile gönüllü mübadelenin maliyetleri arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Kurumsal sermaye dediğimiz şeyin önemi işte bu noktada anlaşılmaktadır. İktisatçılar maalesef çok uzun yıllar bu gerçeği dikkate almamışlar ve ihmal etmişlerdir. Yeni kurumsal iktisat sayesinde iktisatçılar ekonomik büyüme ve kalkınma üzerinde etkili olacak kurumlar üzerinde düşünmeye başlamışlardır. Bu sayede de kurumsal sermayenin ve elbette de sosyal sermayenin ekonomik gelişmedeki rolü ve fonksiyonu giderek daha fazla önem arz etmiştir.
Hem maddi hem de manevi açıdan güçlü bir toplum oluşabilmesi için insan sermayesinin ve sosyal sermayenin bir arada olması gerektiğine vurgu yapıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Bu iki özellikten birinin yokluğunda karşımıza nasıl bir toplum yapısı çıkar?
İnsan sermayesi ve sosyal sermaye birbirlerinin tamamlayıcı parçalarıdır, tabir-i caizse bir elmanın iki parçası gibidir. Eğitime fazlasıyla yatırım yapmış ve insani sermayesi açısından güçlü bir noktaya ulaşmış bir toplumda belki ekonomik refah düzeyi artmış olabilir ancak böylesi bir toplumda eğer ağlar, bağlar, değerler, güven gibi sosyal sermaye unsurları zayıf ise o toplumda huzur, barış ve manevi açıdan mutluluk seviyesine ulaşmak pek mümkün olmayabilir. Başka bir açıdan değerlendirelim; pekala tam tersi bir durum da olabilir. Sosyal sermaye unsurları yönünden güçlü bir toplum inşa edilmiş olabilir, ancak bu toplumda eğer bilgi, beceri, yetenekler gibi insani sermaye unsurları yeterli ölçüde gelişmemiş ise o toplumda ekonomik refah düzeyinin yeterince artması beklenemez. Eğitime, bilime, bilgi ve iletişim teknolojilerine, yenilik ve yaratıcılığa önem vermeden tek başına sosyal sermayenin güçlü olması da bir anlam ifade etmeyebilir. Dolayısıyla da ideal bir durum her ikisinin varlığıdır. Bu alanda insan sermayesi ve sosyal sermaye birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Bu durum neticesinde bir taraftan ekonomik refah, diğer taraftan da sosyal refahın maksimizasyonu sağlanmış olur. İnsan sermayesine yatırım yapılması netice olarak daha yüksek bir katma değer imkanı sağlar. Sosyal sermaye ise değerlere sahip bir toplum oluşmasına imkan verir. Maddi değerler, katma değerin artan bir fonksiyonudur ve netice olarak ekonomik refah seviyesini yükseltir. Oysa ahlaki değerler (ethical values), evrensel değerler (universal values) vs. güçlü ve sağlıklı bir toplumun çimentosudur ve o topluma huzur, güven, barış sağlar.
Özetle, bir ülkenin zenginliği pekala o ülkedeki kişi başına düşen GSYİH ya da GSMH’nın yüksek bir rakama yükselmesi ile açıklanabilir ama bu artışın neticesindeki ekonomik refah, toplumsal refah anlamına gelmez. Aynı şekilde, ekonomik refahın artışına paralel olarak eğitim ve sağlık ve diğer sosyal faktörlerdeki iyileşmeler de pekala arzulanır bir hedef olmakla beraber sonuçta yine toplumsal refahın optimizasyonu ya da maksimizasyonu anlamına gelmez. Başka bir ifadeyle, insani kalkınma (human development) göstergelerinde bir iyileşme otomatik olarak o ülke insanlarına sosyal refah, düzen, barış huzur ve güven vs. getirmez. Kişi başına milli gelirdeki artış yani ekonomik büyüme yanı sıra insani kalkınma göstergelerinde iyileşmelerin tamamlayıcısı olarak sosyal sermaye göstergelerinde de iyileşmeler olması önemlidir ve dahası toplumun barış, huzur, güven, birlik, beraberlik vs içinde yaşaması için elzemdir.
Türk toplumunda insan sermayesi ve sosyal sermaye arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’yi modernleşme ve küreselleşme olgularının dışında değerlendiremeyiz. Her iki gelişmenin de toplumsal yaşama sağladığı katkılar kadar maliyetleri söz konusudur. Beşeri sermaye olarak da ifade ettiğimiz insan sermayesi yönünden Türkiye’nin mevcut durumunu herhalde 1920’li, 30’lı ya da 40’lı yıllarla mukayese edemeyiz. Daha güçlü bir beşeri sermayeye sahip olduğumuz inkar edilemez. Peki, madalyonun diğer yüzü nedir? İnsan kaynaklarının israfı, beyin göçü, eğitimde kalitesizlik… Vasatların hakimiyetindeki bir medokratik cumhuriyette ehliyetin, kifayetin, liyakatin hiçbir değerli yoktur… Partizanlık, nepotizm, kronizm ve saire… Eğer bir ülkede bunlar yaygınsa ve kurumsallaşmışsa o zaman insan sermayesi, beşeri sermaye konularında çok iyi olduğumuz söylenemez. Aynı şekilde sosyal sermayenin çöküşü de modernleşmenin ve globalleşmenin beraberinde getirdiği olumsuz yönleri… Sosyal medyanın bize sağladığı imkanları nasıl yadsıyabiliriz; peki sosyal medya bataklığındaki pislikleri nasıl görmezden gelebiliriz ki!… Modernite öncesi ile mukayese ettiğimizde sosyal ilişkilerimizde ve sosyal yaşamda daha medeni olduğumuzu ve daha medeni davranışlar sergilediğimizi inkar edemeyiz, fakat konunun bir de diğer tarafı var… Adeta maskeli balo içinde birbirleri ile iletişim kuran samimiyetsiz yüzler, güvensizlik, ihanetler, aldatmalar, nankörlükler, vefasızlıklar… Zayıf aile bağları, zayıf komşuluk ilişkileri, toplum içindeki hoşgörüsüzlükler, tahammülsüzlükler, ötekileştirmeler, ayrımcılık, ırkçılık ve saire.. Aynı gemideyiz.. Dünya neredeyse biz de oraya gidiyoruz… Bir küresel pandemi varsa biz bunun dışında kalamayız… Suyun akış yönünü tamamen değiştiremeyiz…
Robert Putnam ilişkilere dayalı sosyal sermayeyi (aile, arkadaşlar gibi) homojen bireyler arasında gelişen ‘’bağlayıcı sosyal sermaye’’ ve (sınıf, din, etnik köken gibi) farklı gruplar arasındaki ilişkileri ifade eden ‘’köprü kurucu sosyal sermaye’’ olmak üzere iki grupta sınıflandırmıştır. Akabinde Michael Woolcock farklı özelliklere, statülere ve hiyerarşik güce sahip bireyler arasındaki ilişkileri tanımlamak için ‘’birleştirici sosyal sermaye’’ kategorisini eklemiştir. Bu üç sosyal sermaye tipinin, birbirleriyle olan etkileşimlerinden yola çıkarak, toplumdaki en önemli işlevlerini kısaca açıklayabilir misiniz?
Sosyal sermaye literatüründeki teorik tanımlar, sınıflandırmalar, tipoloji denemeleri ve saire söyleşimizi boğsun ve sıkıcı hale getirsin istemiyorum. Sade bir dille açıklamalar yapmaya çalışıyorum. Bir kez daha ifade etmem gerekirse; önemli olan toplumda kişiler ve sosyal gruplar arasındaki ağlar, bağlar, iletişim ve etkileşimdir. Önemli olan ailedir; çünkü sosyal sermayenin temeli ailedir, çekirdek ailedir, anne, baba ve çocuklardır. Bakın bu nokta da önemlidir; çocuklardır diyorum. Çünkü anne, baba ve çocuk dersek kanaatimce yine bir eksiklik olmuş olur. Çocuk aile içinde anne ve babası dışında bir kardeşi olmadan büyürse iletişim ve etkileşim eksikliği olur. Eğer evde aile büyüklerinden birisi olursa o ev daha sağlıklı ve bereketli olur. Anneanne, babaanne, dede, nine. Bunu derken mutlaka aynı ev içinde, aynı duvarlar içinde bir arada yaşamaktan söz etmiyorum. Kast ettiğim, elbette yakın iletişim ve etkileşimdendir. İşte bunlardır bütün mesele…
Bazı teorisyenler ‘’bağlayıcı sosyal sermaye’’ ve ‘’köprü kurucu sosyal sermaye’’ arasındaki esas farkı yalnızca gruplar arasındaki güven olgusuna dayandırmaktadır. Örneğin; aile içindeki bireyler bir çeşit verili/doğuştan gelen güvene sahipken, sosyal gruplar arasındaki güven sonradan kazanılmaktadır. Size göre bu iki sosyal sermaye tipi arasındaki temel farklılığın kaynağı nedir/nelerdir?
Bir önceki sorunuzda ifade ettiğiniz üzere sosyal sermayenin tartışmasız öncüsü Putnam, sosyal sermayeyi bağlayıcı sosyal sermaye ve “köprü kurucu sosyal sermaye olmak üzere iki başlıkta incelemiştir. Putnam’ın literatürde daima karşımıza çıkan bu ayrımına daha sonra bir başka araştırmacı Birleştirici sosyal sermayeyi de eklemiştir. Böylece sosyal sermaye literatüründe sosyal sermaye bu üç sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Hemen burada muhtelif farklı sınıflandırmaların da olduğunu ekleyeyim. Peki ne anlama geliyor bu ayrımlar?
Bağlayıcı sosyal sermaye ile anlatılmak istenen toplumdaki homojen bireyler arasında kurulan ilişkilerdir. Nedir bu homojen gruplar? Ailedir, arkadaşlıktır, komşuluktur vs. yani daha yakın ilişkilere sahip bireyler arasındaki bağlardır. Bu bağlar genellikle güven üzerine temellendirilmiştir. Köprü kurucu sosyal sermaye ise çok yakın olmayan arkadaşlıkları, sınıf, din, etnik köken vs. konularda farklılık gösteren birey grupları arasındaki bağları ele alır. Woolcock’un tanımladığı birleştirici sosyal sermaye ise biraz daha farklıdır. Elbette, birbirine benzemeyen, farklı güce, farklı statüye veya yetkiye sahip insanlar arasındaki ilişkiler de söz konusudur. İşte birleştirici sosyal sermaye ile anlatılan esasen bu ilişkilerdir. Birleştirici sosyal sermaye farklı sosyal sınıflar arasındaki statü ve güç hiyerarşisinden kaynaklanır. Sosyal sermaye sınıflandırmalarındaki temel farklılığın da bundan kaynaklandığını pekala söyleyebiliriz. Birleştirici sosyal sermaye, bağlayıcı ve köprü kurucu sosyal sermayeye göre çok farklı gruplar arasındaki farklı ilişkileri ele alır.
Sosyolog Mark Granovetter sosyal sermayeyi bireyler arasındaki bağların gücüne yönelik olarak ‘’zayıf bağlar’’ ve ‘’güçlü bağlar’’ şeklinde tanımlamıştır. Bakıldığında, aile, akrabalar veya arkadaşlar arasında güçlü bağlar olması avantajlı bir durum gibi gözükmektedir, fakat kitabınızda bu güçlü bağların belirli sınırlamaları ve olumsuzları da beraberinde getirebileceğine değiniyorsunuz. Bağları çok güçlü bir topluluğa dahil olmanın getireceği olumsuzluklardan ve kısıtlamalardan söz eder misiniz?
Bir önceki sorunuza verdiğim cevapta sosyal sermayenin muhtelif sınıflandırmalarının olduğuna değinmiştik. Mark Granovetter’in sınıflandırması da bunlardan biridir. Granovetter sosyal sermayeyi bireyler arasındaki bağların gücüne yönelik olarak zayıf bağlar ve güçlü bağlar şeklinde ele alır. Bağlarına göre sosyal sermaye sınıflandırması esasen farklı aktörlerin birbirleri ile iletişime geçme kuvvetine dayalıdır. Konuyu biraz daha açacak olursak, bir bağ ya güçlü bir bağdır, ya da zayıf bir bağdır. Burada bağın güçlü veya zayıflığını belirleyen ise bireylerin birbirleri ile geçirdikleri zaman, bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerindeki duyguları, samimiyetleri ve bu ilişkilerin karşılıklılığıdır. İşte bu dört unsurun fazlalığı güçlü bağları işaret ederken, azlığı zayıf bağlara işaret eder. Güçlü bağlar, aile ve yakın arkadaşlar gibi benzer özelliklere sahip olan insanlar arasındaki ilişkileri açıklarken, zayıf bağlar, farklı özelliklere sahip insanlar arasındaki ilişkileri açıklar. Granovetter, zayıf bağların güçlü bağlara göre daha etkili olduğuna dikkat çeker. Çünkü zayıf bağlar, yeni kaynaklara ulaşabilmeyi kolaylaştıran ve amaca daha etkili hizmet eden aktörleri bir araya getirir. Örneğin, iki yakın arkadaş veya akrabalar arasındaki güçlü bağların sunacağı fırsatlar sınırlı kalır. Çünkü güçlü bağlar aynı zamanda da sınırlı bir çevre demektir. Oysa zayıf bağlar, farklı ortamlar, farklı insanlar, daha geniş topluluklar demektir, dolayısıyla da çok daha fazla fırsat sunmaktadır.
Sosyal sermayenin bir diğer türü olan kurumsal sosyal sermayeyi “topluluğu bir arada tutan güç’’ olarak tanımlıyorsunuz. Kurumsal sosyal sermayenin toplumsal yaşamı şekillendiren ve toplulukları bir arada tutan bu gücünü açıklar mısınız?
Kurumsal sosyal sermaye nedir önce onu açıklayayım. Kurumsal sosyal sermayeyi ideal kurallar ve kurumların var oluğu bir yerleşik sosyal yaşam ve sosyal düzen olarak adlandırıyorum.
Kurallar ve kurumların olduğu toplumlarda her şeyden önce toplumsal düzen vardır. Aksi halde ancak kaostan bahsedilebilir. Bu nedenle de bir toplumda sınırları çizilmiş bir düzen için muhakkak kurallar ve kurumlara ihtiyaç vardır.
Kurallar ve kurumların olduğu toplumlarda bireysel çatışmalar daha azdır. Aksi halde yine kaostan bahsedilebilir. İyi çitler iyi komşuluklar doğurur sözü ile anlatılmak istenen işte tam da budur. Kurallar ve kurumların olduğu toplumlarda bireyler arasında çatışma çıkma olasılığı elbette yok değildir, ancak oldukça azdır.
Kuralların ve kurumların bir diğer faydası da ekonomik refahı artırmalarıdır. Kurallar ve kurumlar ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi analiz eden sayısız çalışma mevcuttur. Bu çalışmaların hemen tamamı bu yönde doğru yönlü bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur.
Kurallar ve kurumlar belirsizliği ortadan kaldırarak güven tesis ederler. Çünkü, bireyler var olan kurallar sayesinde neleri yapıp neleri yapmayacaklarını, yapılması serbest olan işlerde de nelere uymaları gerektiğini önceden bilirler. Dolayısıyla da bir belirsizlik söz konusu değildir. Bu şekilde belirsizliğin ortadan kalkması bireysel davranışlarda da öngörülebilirlik sağlar.
Kurallar, bireylerin karar ve tercihlerinde keyfi davranmalarına engel olur. Böylece bireylerin ve kurumların aynı zamanda sahip oldukları güç ve yetkilerini kötüye kullanmalarını engelleyecek setler oluşturur.
Ve son olarak Aslında kurallar ve kurumlar bireyleri daha özgür kılar. Nasıl mı? Kurallar bireye bazı durumlarda kısıtlamalar getirirken esasen diğer bireylerin de hangi koşullarda kendisine müdahale edebileceğini belirleyerek bireyi daha da özgür kılar. Çünkü, kurallar sayesinde birey hangi durumlarda ve ne şekilde kendisine müdahale edilebileceğini bildiği için bu sınırlar içerisinde özgür bir şekilde davranır.
Kurumsal sosyal sermaye kavramını incelediğimizde Friedrich A. Von Hayek’in kilit isimlerden biri olduğunu anlıyoruz. Özellikle Hayek’in ‘’kendiliğinden oluşan düzen (cosmos)’’ ve ‘’oluşturulmuş düzen (taxis)’’ ayrımını önemle vurguluyorsunuz. Gündelik yaşamda ‘’kendiliğinden oluşan düzen’’ ve ‘’oluşturulmuş düzen’’ ayrımını nasıl gözlemleriz?
Kuşkusuz Hayek, 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biridir. Kurallar ve kurumlar yazınına en büyük katkıyı sağlayan isimlerden biridir. Konu Hayek’e gelmişken, kendisini bir kez daha anarak sorunuza dönelim.
Hayek, sosyal çevrede iki tür düzenden söz eder. Bunlardan ilki sosyal çevrenin insan düzenlemesinin eseri olan kısmını oluşturur ki buna de oluşturulmuş düzen ya da Antik Yunan’daki deyimiyle taxis adı verilir. İkincisi ise insan planı ve tasarımının hiç bir etkisi olmaksızın kendiliğinden oluşan düzen ya da Antik Yunan’daki deyimiyle cosmos adı verilen düzendir. Hayek’in sınıflandırmasında oluşturulmuş düzen ve kendiliğinden oluşan düzen belirli bir kültürel evrim içerisinde ortaya çıkar. Mesela, din, ahlak, erdem, gelenekler ve saire faktörlerin oluşumunda insanların bilinçli çabaları ve niyetleri söz konusu değildir. Bunlar kendiliğinden oluşurlar ve kültürel evrimin sonucudurlar. Buna karşın, insanların niyetleri ve çabaları sonucunda ve aynı zamanda bir kültürel evrim süreci içinde ortaya çıkan varlıklar ya da değerler de söz konusudur. Mesela, binalar, otomobiller, teknolojik buluşlar ve saire insanların bilinçli çabalarının ve niyetlerinin sonucunda yapılmıştır. İnsanoğlunun oluşturduğu bu değerler ve varlıkların bir kültürel evrime konu olduğu ve sürekli gelişme ve değişiklikler gösterdiği söylenebilir. Öte yandan, insanın bir bilinçli çaba ve niyeti olmaksızın genetik özelliklere sahip davranış ve eylemleri de söz konusudur. İnsanların içgüdüsel davranışları ve huyları bu konuda örnek verilebilir. Düşünüre göre kendiliğinden doğmuş nomokrasi; oluşturulmuş düzenler ise teleokrasi olarak da nitelendirilebilir.
Hayek, ideal bir sosyal düzen olarak kendiliğinden oluşmuş nomokratik düzenin önemi üzerinde durmaktadır. Sosyal düzende zaman içerisinde kendiliğinden oluşmuş faktörlere daha fazla güvenilebileceğine inanmaktadır.
Hayek ‘’nomokrasi’’ ve ‘’teleokrasi’’ şeklinde iki düzen sınıflandırması (Oakeshott’un öne sürdüğü şekliyle societas ve universitas) yapıyor. Teleokrasi, toplumdaki bütün bireylerin ortak bir hedefler hiyerarşisine tabi tutulduğu oluşturulmuş bir düzen iken, nomokrasi hukuka ve kurallara dayalı, kendiliğinden oluşan bir düzendir. Hayek, teleokratik düzene, daha doğrusu sosyal düzenlerin insan zekası ile tasarlanabileceğini öne süren ‘kurucu rasyonalizm’ anlayışına karşı çıkarak, nomokrasinin daha etkili ve güvenilir bir sosyal düzen inşa ettiğini belirtmiştir. Hayek’in bu tezini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsan, akıl ve düşünceye sahip bir varlıktır. Acaba insanlar akıllarını kullanarak toplumda işlerliği bulunan bütün bilgiye sahip olabilirler mi ve sahip olduğu bu bilgiyi kullanarak ideal bir düzen kurabilirler mi? Bu soruların cevapları psikolojide, biyolojide ve felsefede yatmaktadır. İnsan aklı sadece biyolojik bir organ olarak kullanıldığında beyin olarak adlandırılır ve daha üstün bir düşünme yeteneği sunan bir beyin sahibi olmak tek başına insanı diğer canlılardan ayırmaya yetmektedir. Bilgi teorisi ve bilgi felsefesi (epistemoloji) alanında yapılan çalışmalarda insan bilgisinin sınırlılığı ve parçalı oluşu üzerinde önemli bir vurgulama vardır. Herhangi bir toplumda mevcut ve işlerliği bulunan bilgiler bir bütün olarak hiçbir mekânda ya da hiçbir zihinde mevcut değildir. Toplam bilgi bütün insanlar arasında dağılmış vaziyettedir, yani parçalıdır. Bununla bağlantılı olarak her bir insanın bilgisinin sınırlı olduğunu, toplam bilgi bütününün yalnızca küçük bir parçasını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bir insan ne kadar zeki olursa olsun toplumda mevcut bilginin yalnızca küçük bir kısmını bilebilecektir.
Hayek’in özellikle Duyumsal Düzen kitabı tümüyle insan zihninin işleyişi ve fonksiyonları üzerine önemli bir eserdir.
Sosyal sermayenin bir toplumda yerleşmesi, benimsenmesi ve kabul edilmesi süreci olarak ‘’yapısal sosyal sermaye’’ başlığı altında, kurallar ile kurumların toplum içinde nasıl yapılaştığını detaylı biçimde anlatıyorsunuz. Bireyler tarafından tekrarlanan davranışların bir süre sonra alışkanlığa dönüşerek buradan gelenekler haline geldiğini, bu geleneklerin ise toplum tarafından kabul edilip benimsenmesi sonucunda kurallara dönüştüklerini, kuralların da zamanla birer kurum haline geldiğini anlıyoruz. Bu bilgiler doğrultusunda, kurumlaşmış kuralların tarihsel süreç boyunca durağan ve değişmez olmadıklarını kabul edersek, bu kurumların tersi bir sürece maruz kalarak etkilerini yitirmelerinden veya yapısal özelliklerinin değişmesinden söz edebilir miyiz? Evet ise, bu evrim sonucunda oluşacak yeni düzen “oluşturulmuş düzen” mi yoksa “kendiliğinden oluşan düzen” midir?
Doğrusu kurumlaşmış kuralların tarihsel süreç boyunca durağan ve değişmez olmadıklarını veri kabul edemeyiz. Değişmeyen bir şey varsa o da değişimdir. Değişim değişmezdir. Değişim evrimseldir… Her şey değişir ve hiçbir şey aynı kalmaz… Ben hiçbir şeyi siyah-beyaz olarak görmüyorum… Pozitif ve negatif… Artı ve eksi.. Olumlu ve olumsuz.. Fayda ve maliyet… Modernleşme ve globalleşmeden az önce söz ettim… Bigot kafalar, bağnaz zihinler ve at gözlüğü ile bakanlar olayları tek yanlı ve taraflı değerlendirirler… Durum hiç de öyle değildir. Bir doğal düzen vardır… İnsan iradesi, insan davranış ve eylemlerinde bağımsız bir tabii düzen vardır ve orada her şey kendi ahenginde işler, ilerler… Eğer dindar bir insansanız bunu ilahi düzen olarak adlandırırsınız ve bu şekilde açıklamalar getirirsiniz.. İster doğal düzen isterse ilahi düzen deyiniz, bunlar insanın dışında bir evreni ve dünyayı anlatır. Kendiliğinden oluşur ve kendi kendine bir düzen yaratır. Bunun dışında insanoğlunun yaptığı ve yarattığı bir düzen vardır. İnsan aklını da asla ve asla küçümsemeyelim… Orada da hayranlık uyandıracak ürünler vardır… Müzik, sanat, resim, yapılar, evler, binalar, uçaklar… Özetle, evrimsel düzenin birbirinden ayrı ilerleyen iki yönü vardır. Doğal düzen ve insan tasarımı ve eylemi ile oluşan düzen…
Pierre Bourdieu sermaye kavramını dar ekonomik alandan çıkararak kültürel ve simgesel boyutuyla da ele almaktadır. Toplumda yüksek görülen değerlerle sahip olma durumunu ‘’kültürel sermaye’’ ile ifade etmiştir. Sizin ‘’kültürel sermaye’’ tanımınız nedir? “Kültürel sermayesi olmak” ne anlama gelmektedir?
Evet doğrudur. Sosyal sermayeye ilişkin literatürdeki pek çok tanımlama, Pierre Bourdieu’nun tanımlamaları üzerinden şekillenmiştir. Bourdieu, sosyal sermayeyi toplumsal düzenini anlamada kullanılabilecek en önemli araçlardan birisi olarak ele almaktadır. Bourdieu hiç şüphesiz 20. yüzyılın önemli sosyologlarından birisidir. Bourdieu, bir toplumda bulunan sermayeyi ekonomik sermaye, kültürel sermaye ve sosyal sermaye olarak üç farklı şekilde sınıflandırmıştır Bourdieu, sosyal sermaye kavramını içinde karşılıklı tanışıklık ve kabul ilişkilerini barındıran sürekli toplumsal ağların varlığına bağlı olan gerçek ve potansiyel kaynakların toplamı olarak tanımlamıştır. Bourdieu sosyal sermayeyi toplumda imtiyaz sahibi olanların bir serveti ve üstünlüklerini korumaları için ellerinde bulundurdukları bir araç olarak da ele almış ve sosyal sermayeyi farklı boyutlara taşımıştır Bourdieu’nun bu görüşüne göre toplumda daha az imtiyaz sahibi olanların sosyal sermayeden yararlanmalarına dair herhangi bir imkan bulunmamaktadır.
Daha detaylı açıklamalara girmenin gereği var mı bilmiyorum… Sorunuza döneyim… Kültürel sermaye ile sosyal sermaye eş anlamlı kullanılabilecek iki kavram pekala olabilir. Soysal sermaye dediğimizde bir kültürde hakim olan ağlar, bağlar, birlik, beraberlik, dayanışma, yardımlaşma vesaireden söz ediyoruz. Alışkanlıklar, değerler, inançlar, normlar vs. Bütün bunlar kültürel sermayenin unsurlarıdır aynı zamanda…
James Coleman’ın ‘’sosyal sermayeyi herhangi bir bireyin kendi sosyal bağlantılarıyla ulaşabileceği bir kaynak olarak’’ tanımladığını ve ‘’üretken faaliyetleri kolaylaştırdığını’’ belirtmişsiniz. Coleman’ın yaklaşımında ışık tutulmamış bazı noktalar olduğunu düşünüyorum. Mesela, Pierre Bourdieu sosyal sermayenin belirli gruplar arasında bütünleşmeyi güçlendirirken bir yandan da sosyal yaşamda eşitsizlik yarattığını tartışıyor. Bourdieu’ya göre sosyal sermaye sınırlı bir kaynaktır, dolayısıyla sınıf ayrımını yeniden üreterek eşitsizliği sürekli kılmaktadır. Coleman ise sosyal sermayeyi kamu yararının potansiyel bir bileşeni olarak görmektedir. Bu nedenle Coleman, toplumdaki yapısal farklılıkları ve güç ilişkilerini göz ardı ederek, mevcut kaynaklar ile o kaynaklara erişim noktasında bireyler arasındaki fırsat eşitsizliklerini (sınıf, cinsiyet, etnik köken, sosyo-kültürel çevre ve kabiliyet gibi farklılıklar da dahil) yeteri kadar dikkate almamakla eleştirilmektedir. Sizin düşünceniz nedir?
Farklı isimlerin muhtelif bakış açıları ile sosyal sermaye konusunu ele aldığını görüyoruz. Coleman, sosyal sermayeyi daha ziyade rasyonalite ve bireysel menfaatler açısından değerlendirmiştir. Bourdieu ise Coleman’dan tamamen farklı bir düşünce ile sosyal sermaye konusunu ele almıştır. Bourdie’nun teorisinde sosyal sınıfların önemli olduğu görülürken, Coleman meseleye bireysel açıdan yaklaşmıştır. Aynı zamanda Coleman’ın yaklaşımında sınıf farklılıklarının önemli olmadığını görüyoruz. Bourdieu’nun sosyal sermayeye sınıfsal yaklaşımının elbette doğru tarafları vardır. Bourdeiu literatürde daha çok ön plana çıkan sosyal sermayenin olumlu taraflarının yanı sıra olumsuz yanlarına da değinen az sayıda isimden biridir.
Sorunuza dönecek olursak sosyal sermaye en öz haliyle sosyal ilişkileri tarif eder. Bireyleri kendi çıkarlarının peşinde koşan rasyonel varlıklar olarak ele almanın Coleman’ın teorisinde önem arz ettiğini biliyoruz. Zaten Coleman’ın teorisini güven, yükümlülükler ve beklentiler ile temellendirmesinin nedeni de budur. Coleman teorisinde herhangi bir toplumsal sınıfı dikkate almaz, ona göre önemli olan bireydir. Kendi çıkarlarını düşünen bireyler, rekabetten ziyade işbirliği ve eşgüdümü sağlar ve böylece sosyal sermaye kamusal bir olarak ortaya çıkar. Bu yüzden de toplumdaki her sınıftan bireylerin sosyal sermayeden yararlanabileceğini savunur. Coleman’ın odak noktası doğrudur. Sosyal ilişkiler rasyonel güdülerce yönlendirilir ve sosyal ilişkileri tarif eden sosyal sermaye de bunun sonucunda şekillenir.
Pozitif psikoloji yaklaşımı içerisinde, Fred Luthans ve arkadaşları özgüven, iyimserlik, umut ve dayanıklılık gibi faktörlerin ‘’psikolojik sosyal sermayenin’’ temel bileşenleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu bileşenler haricinde, sizin güçlü bir psikolojik sosyal sermaye için elzem olduğunu düşündüğünüz başka faktörler var mı?
Psikolojik sosyal sermaye, bireylerin mutlu veya mutsuz, psikolojik anlamda güvende hissetmesi veya güvende hissetmemesi, iyimser veya kötümser, stresli veya sakin olup olmadığı gibi durumlarla ilgilenir. Elbette, bireylerin bu durumları kendi düşünce ve davranış yapısını etkileyeceği gibi aynı zamanda diğer bireylerle olan ilişkilerini de etkiler. Luthans ve çalışma arkadaşları, sosyal sermayenin özgüven, iyimserlik, umut ve dayanıklılık olmak üzere dört önemli belirleyicisi olduğuna vurgu yapar.
Hedeflerini başarma konusunda planları olan ve bu planları izleme kararlılığına sahip umutlu bireylerin, zorlukların üstesinden pekala gelebileceklerini, diğer bireylere göre daha fazla motive olabileceğini ve bunun sonucunda da daha fazla dayanıklı olabileceğini söyleyebiliriz. Nihayetinde özgüven sahibi bireyler umutlu, iyimser ve dayanıklı yapılarını yaşamlarındaki özel alanlara da uygulayabilen bireylerdir.
Özgüven, iyimserlik, umut ve dayanıklılık bir araya gelirse elbette eşsiz bir sosyal sermaye oluşturur. Kanaatimce aidiyet, güven, işbirliği vb. pek çok unsur da pekala psikolojik sosyal sermayenin de birer alt bileşeni olarak ele alınabilir. Çünkü, bütün bu unsurlar da psikolojik sosyal sermayenin odaklandığı bireyin kendisini nasıl hissettiği ve nasıl olduğu ile ilgili sahip olduğu ruh halini etkileyen unsurlardır.
Psikolojik sosyal sermaye düzeyi yüksek olan bireylerin düşük bireylere göre ve aynı şekilde psikolojik sosyal sermaye düzeyi yüksek olan bireylerin de düşük olan bireylere göre hayatın her alanında daha başarılı olduğunu da ifade etmek isterim. Bu nedenle psikolojik sosyal sermayeyi oldukça fazla önemsiyorum. Örneğin bir iş yerinde psikolojik sosyal sermaye düzeyi yüksek çalışanlar kurumlarına daha fazla bağlıdır, bu kişiler aynı zamanda daha fazla performans gösterirler. Bu kişiler tatmin olmaları ve işlerini severek yapmaları ise kurumsal başarı, kurumsal kültür gibi maddi olarak tarif edilemeyecek kadar önemli sermaye birikimine yol açar. Bu fevkalade bir durumdur. Elbette bütün bu faktörlerin beraberin gelecek maddi kazanımlar, diğer bir deyişle iktisadi sermaye artışı da olacaktır. Dolayısıyla psikolojik sosyal sermaye diğer sermaye türlerinin oluşmasında, gelişmesinde bir nevi zemin konumundadır.
İş yerlerinde psikolojik sosyal sermayenin önemini örgütsel davranışa etkileri ve/veya katkıları bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Psikolojik sosyal sermayenin, bireyin kendisini nasıl hissettiği ve nasıl olduğu ile ilgili sahip olduğu ruh haline odaklandığını düşündüğümüzde bu soruyu “kurum kültürü” kavramı üzerinden cevaplamak gerektiğini düşüncesindeyim. Kurumlar farklı inanç ve değerlere sahip insanları, belli bir amaç için ortak kültürel düzlemde buluşturan yerlerdir. Bu aynı zamanda farklı inanç ve değerdeki insanların, kurum kültürünün bulunduğu bir düzlemde kendilerini temsil etme imkanı bulması demektir. Çünkü kurum çalışanları, kurumlarının fiziksel ve mali unsurlarıyla birlikte ortak bir amaç için bir araya gelerek, kurumsal sistemi oluştururlar. Kurumsal sistem dediğimiz şey kurum içinde değişik inanç, değer, tutum, davranış, düşünce ve ahlak anlayışının bir arada var olduğu ve tüm bu değerlerin ortak adı olan kurum kültürü tarafından temsil edilir. Kurum kültürünü, bir kurumun üyeleri tarafından paylaşılan ve onların davranışlarını düzenleyen formel ve informel kurallar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımı biraz daha açalım. Kurum kültürü, daha basit bir ifadeyle çalışanların kurumsal davranışlarını yönlendiren kurallar, normlar, davranışlar, değerler, inançlar ve alışkanlıklar sistemidir. Organizasyonda mevcut ve algılanan adalet, organizasyon çalışanlarının tutum ve davranışları, kurum içi ve kurum dışı iletişim kalitesi vs. unsurlar organizasyonun sahip olduğu diğer kurumları ifade eder
Maddenin ve maddiyatın ötesinde ’’hayatı ve hakikati anlama çabası’’ olarak yorumladığınız “tinsel (manevi) sermaye”, sadece ahlak felsefesinin değil, şüphesiz ki ekonomik ve sosyal ilerlemenin de merkezinde yer almaktadır. Özellikle, Adam Smith, Max Weber ve David Hume gibi düşünürlerin çalışmalarını göz önünde bulundurduğumuzda, ekonomik politika ve sosyal gerçeklik arasındaki kopukluğu aşabilen, tutarlı ve sürdürülebilir kuruluşların geliştirilmesi için manevi bir rehbere gereksinim duyulduğunu anlıyoruz. Sizce tinsel prensiplere dayalı olarak yönetilen şirketlerin veya kuruluşların bu tutumlarından elde edeceği faydalar nelerdir? Bunun yanı sıra, manevi sermayeyi hiçe sayan örgütsel sistemlerin gerek iktisadi gerek ise sosyal alanda başarılı olabileceklerini düşünüyor musunuz?
Bir önceki sorunuzla ilişkili olarak kurum kültürü üzerinden devam edelim. Öncelikle kurum kültürü, kurumsal verimlilik ve etkinliği arttırmaya katkı sağlayan bir motivasyon aracı olmak gibi fonksiyona sahiptir. Kurum kültürü ortak değer, norm ve davranışlar aracılığıyla sosyal tatmin duygusu yaratarak, bireyin motivasyonunu arttırır. Kurumda aidiyet duygularını güçlendirir. Kurum kültürü sayesinde iş tatmini artar, kurumsal verimlilik ve etkinliğin artması sağlanır. Kurum kültürü sayesinde aynı zamanda çalışanların birbirleriyle etkileşimi de artar. Etkileşim, sadece kurumun iç çevresiyle sınırlı kalmaz; onun dış çevresiyle etkileşimini de artırarak, kurumsal iletişimin etkinliğini artırır. Kurum kültürünün unutmamamız gereken bir diğer özelliği de kurum çalışanlarına bir kimlik duygusu kazandırmasıdır. Kimlik duygusu kazanan bireyler, kendilerini çalıştıkları kuruma ait hissederler, kurumsal bağlanma ve sadakat duyguları gelişir. Bu fonksiyon onlara aynı zamanda bir benlik duygusu da kazandırır. Kurum kültürü, bir kurumsal biçimlendirme aracı olarak değerlendirilebilir. Çünkü kurum kültürü kurumsal normlar çerçevesinde çalışanların davranışlarını biçimlendirir; moral ve güdüleme aracı olarak, kurum misyonuna bağlılığı arttırır. Çalışanların kurumsal sadakatlerini güçlendirir; kurum lehine özveride bulunma, kurumsal vatandaşlık duygularının güçlendirilmesi gibi pozitif bir fonksiyon görür. Kurum kültürü, önceden bilinen kural, kaide, normlar vasıtasıyla kurum çalışanlarının güven içinde iş tatmini bulacakları huzurlu bir çalışma ortamı sağlar. Kurum kültürünün olmaması durumunda, kimin neye veya hangi kurala uyacaklarının açık olmamasının getireceği belirsizlik, kurumsal çatışmalara veya gerilimli bir ortamda çalışma gibi negatif bir fonksiyonun ortaya çıkmasına neden olur. Geliştirdiği bazı standart uygulamalar ve süreçler yardımı ile kurumsal çatışmaları azaltır. Bu yönüyle kurum kültürü, kurumsal sorun ve çatışmaların çözüm aracı olarak da değerlendirilebilir.
Kurum kültürünün önemli işlevleri anlatmaya devam edelim. Kurumsal sinerjinin ortaya çıkması ancak kurumsal kültür sayesinde başarılabilir. Aksine, bu fonksiyonun emir ve talimatlarla, yetki ve sorumluluk paylaşımıyla başarılması söz konusu değildir. Kurumsal kültür değere dayalı olduğu için, bir kontrol mekanizması fonksiyonu da görür. Çalışanların belirli standartları, normları ve değerleri anlamalarına ve böylece kurumsal amaç ve hedefler doğrultusunda kendilerinden beklenen davranışları sergileyerek başarıya ulaşmaları konusunda daha kararlı ve tutarlı olmalarını sağlar. Kurum kültürü, iş yapma süreç ve yöntemlerine standart uygulamalar ve kurallar getirerek, kurumsal verimliliği de arttırır. Kurum kültürü aynı zamanda kurumda önemli bir kurumsal sosyalleşme aracıdır. Yeni elemanların bilgi, beceri ve davranışlar kazanmalarına imkan tanıyarak, yetişme ve gelişmelerine yardımcı olur. Kurum kültürü aynı zamanda her tür kurumsal belirsizlikleri ortadan kaldırarak hedeflerle yönetim gibi çağdaş bir yönetim uygulamasına katkı sağlar.
Tinsel veya manevi sermaye konusuna dönelim. Kurum kültürü, aynı zamanda kurumda manevi bir koordinasyon aracıdır. Kurumsal amaçlar doğrultusunda, kurumsal hedeflere ulaşmada pozitif bir fonksiyon görür.
Ancak unutmayalım kurumsal kültürün yukarıda sayılan fonksiyonları görebilmesi için, kurum çalışanları tarafından içselleştirilmesi gerekir. Kurumsal kültür, ancak kurumsal değer ve normların benimsenmesi ile söz konusu fonksiyonları yerine getirebilir. Kültürün içselleştirilmesi, kurum kültürünün, kurum çalışanlarının inanç ve değerlerini temsil etme yeteneği ile sağlanabilir. Zira çalışanlar, kurum kültürünün kendi inanç ve değerlerini temsil ettiği ölçüde ona saygı ve bağlılık gösteriler.
Peter Berger ve Gordon Redding The Hidden Form of Capital: Spiritual Influences in Societal Progress (Sermayenin Saklı Biçimi: Toplumsal Gelişimde Tinsel Etkiler) isimli kitaplarında, bir toplumdaki baskın din tarafından şekillendirilen bir olgu olarak tanımladıkları tinsel sermayenin ekonomik davranışı ve ekonomiye ilişkin politikaları büyük ölçüde etkilediğini ima etmişlerdir. Size göre, tinsel sermayenin kültürlerarası ticari veya sosyal ilişkileri olumlu/olumsuz etkileyebileceğinden söz etmek mümkün müdür?
Önemle belirtelim ki, tinsel sermaye sosyal sermaye kavramının sosyal bilimler alanında popülerlik kazanmasının ardından dikkat çeken bir kavram olmuştur. Sosyal bilimler alanında araştırmalar yapan bilim insanları tinsel sermayenin önemine dikkat çeken araştırmalarını arttırmışlardır. Ancak tinsel kavramı, dinsel kavramı ile karıştırılmamalıdır. Dinsellik ya da dindarlık her hangi bir dine bağlılık anlamını taşır. Religiousity bir dine aşırı bağlılık anlamına gelir. Spirituality ise bir kimsenin herhangi bir dine bağlılığı olsun ya da olmasın etik ve erdem gibi aksiyolojik değerlere olan yakınlığını ifade eder. Dinler çoğunlukla organize inançlardır; kuralları vardır, ödüllendirme ve cezalandırma içerirler. Tinsellik yani spirituality insanların kendi iç dünyalarında dinler ve inançlar, etik, erdem vs. manevi değerler ile düşünme, hayatı ve hakikati anlama ve kavrama çabasıdır. Bizim burada kullandığımız tinsel sermaye, dinsel sermayeden farklı bir mana taşımaktadır. Dinsel sermaye herhangi bir dine ya da dini kültüre olan bağlılık demektir.
Tinsel sosyal sermaye hayata dair bir idrak ve manalandırma ve hayatı anlama felsefesidir. Kısa ve öz bir tanım yapmak gerekirse tinsel sosyal sermaye hayat ve hakikati anlama çabasıdır. Bu anlama süreci bir anda gerçekleşebilen bir eylem değildir, bireyin yaşamı boyunca devam etmektedir. Çünkü bireyin, dünyaya gelişinden, yaşamının son anına kadar geçirdiği ömrü boyunca birçok etkileşimi, diğer bireyler, çevreler vb. faktörler ile bir ilişkisi söz konusudur. Tinsel sosyal sermaye, etkileşim içerisinde olan bireyler arasında paylaşılan duygular ve anlamlar ile de ilgilidir. Bireylerin nasıl düşündükleri, birbirleri ile ilgili ne hissettikleri gibi tüm durumları da kapsamaktadır.
Sosyal sermayenin etkileri ve sonuçları üzerine son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Melis hanım Hayat ve Hakikat üzerine yazılar yazıyorum. Söyleşi öncesinde de size hayat ve hakikat yazılarımda kurumlar ve sosyal sermaye üzerine görüşlerimi okumanızın söyleşi için yararlı olacağını söylemiştim. Hayat ve Hakikat yazılarımdan bir bölümü uygun görürseniz sonsözlerim olarak yayınlayabilirsiniz.
finansal sermaye
Parası var… Sadece geçinecek kadar değil fazlasıyla parası var… Bankada mevduatı var… Doları var, Avro’su var….
fiziki sermaye
Evi var… Sadece başını sokacak bir evi değil hem yazlığı var hem de dağ evi var… Bir değil belki birden çok evleri var…
fiziki sermaye
Arabası var… “Ayağım yerden kesilsin” türünden değil!… Pahalı ve lüks bir arabaları var… Yaz olunca kullanabileceği üstü açık arabası ve hatta 4×4 arabası da var… Hanımının ve çocuklarının arabası var elbette…
fiziki sermaye
Evde bir televizyon olur mu? Salonda çok büyük ekran bir televizyon var… Ebeveyn yatak odasında bir diğeri… Ve çocukların odalarının her birinde…
fiziki sermaye
Markalı kıyafetlerinin paha biçilmez değerlerini ancak gardırobuna bakarak anlayabilirsin!… Bir özel ayakkabı gardırobundaki ayakkabılarının sayısını saymayı unutma!… Bir tek şu LW çantasının değeri ne kadar biliyor musun? Tam tamına 5500 Dolar!… Bir çanta deyip de geçme….
İşte bunlar da mücevherleri…
beşeri sermaye + entelektüel sermaye
Kendisinin ve eşinin eğitimi var… Hem de çok iyi eğitimleri var … Yüksek kariyerleri var… Çocuklarının yabancı ülkelerde özel okullarda tahsil görüyorlar…
Buraya kadar hepsi güzel…
Evi güzel, arabası özel…
Peki neyi eksik bu ailenin!…
Bir tane çocuk var! İkinci YOK!
Akraba YOK!… Var olan da zaten yoğunluktan aranmıyor, sorulmuyor…
Nine YOK! Dede YOK!
Var olan da zaten huzurevinde!…
Komşuların sempatik olanlarına asansörde merhaba deniliyor.. Yani komşu da YOK!
Karı koca arasında ağlar ve bağlar neredeyse YOK!…
Meşguliyetten ya da mecburiyetten birlikte kahvaltı da YOK!…
Eve gelindiğinde birlikte televizyon seyretmek YOK!…
Herkes kendi odasında kendi televizyonundan istediği programı seyrediyor!…
İş arkadaşları var ama güven YOK!…
Bir kaç akraba var ama güven YOK!…
Karı-koca arasında güven yok! (mal-ayrılığı rejimi resmi nikah öncesinde ve nikah başvurusunda imzalanmış!…)
Edep YOK! edep!…
Terbiye YOK! terbiye !…
Saygı YOK! saygı !…
Velhasıl her türlü mal-mülk, servet ve sermaye var amma bir şey yok onun adı da:
sosyal sermaye…
Parasal sermaye, finansal sermaye, fiziki sermaye, beşeri sermaye….
Bunlar bir yana sosyal sermaye bir yana!….
Zenginlik, refah, milli gelir, eğitim, bilim… Bunlar bir yana, sosyal sermaye bir yana!…
Sosyal sermayenin olmadığı bir toplumda zenginliğin de , eğitimin de , alınan diplomaların da hiç bir değeri ve anlamı yoktur…
Sosyal sermayesi güçlü bir toplum oluşturmak ana hedef olmalıdır….