Söyleşi/Röportaj

Kurallar ve Kurumlar Üzerine Bir Söyleşi

Kurallar

Kurallar ve Kurumlar Üzerine Söyleşi

“İyi bir oyun kurmak ve seyretmek için iyi oyuncular bulmadan önce iyi kurallar oluşturmak şarttır…”

 

Prof. Dr. Coşkun Can Aktan

Melis Fettahoğlu Hallier

 

Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Coşkun Can Aktan ile KURALLAR ve KURUMLAR üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.  Profesör Aktan bugüne değin Kurallar ve Kurumlar, Kurumsal Sosyoloji, Kurumsal İktisat, Kurumsal Devlet Yönetimi, Kurumsal Şirket Yönetimi konularında birçok kitap ve çok sayıda makale kaleme almış bir yazar…. Aktan, neredeyse tüm akademik yaşamını kurallar ve kurumlar üzerine yazarak geçirmiş bir fikir insanı…

***

Kurallar ve kurumlar alanında çalışmalar yapan bir iktisatçısınız. Konunun sosyolojik boyutu üzerine de çalışmalarınız mevcut.  Kurallar ve kurumların sosyolojik temellerini açıklar mısınız? Öncelikle  genel sosyoloji ve kurumsal sosyoloji arasındaki farkı kavramak gerekir. Bu farkı kısaca açıklayabilir misiniz?

Sorunuzun cevabına ilk olarak sosyolojinin kısa bir tanımını yaparak başlamak istiyorum. Sosyoloji, toplumları, toplumsal yapıdaki olay, olgu ve ilişkileri, toplumsal yapıyı etkileyen ve şekillendiren değişim süreçlerini, sosyal kurumları, kültürü, insanlararası ilişkiler ve etkileşimi inceleyen bir bilim dalı olarak karşımıza çıkıyor. Bu kısa ancak oldukça geniş kapsamlı tanım sosyolojinin ne kadar önemli bir bilim dalı olduğunu gösteriyor. Kurumsal sosyoloji ise en temelde kurallar ve kurumları ele alıyor. Hemen burada kısaca kuralları ve kurumları da özetlememiz gerekiyor. Kurallar, insanlar arası ilişkiler ve etkileşimlerde davranışlarımıza yön veren, sınırlayan, ideal ve evrensel olduğu ölçüde uyulması beklenen ilkelerdir. Kurumlar ise kuralların zaman içerisinde toplumda yerleşmesiyle ortaya çıkan yapılardır. Kurumsal sosyoloji ise en öz haliyle bu iki yapının da sosyolojik temellerini ele alıyor. Konunun daha iyi anlaşılması açısından kurumsal sosyolojinin daha geniş bir tanımı verelim. Kurumsal sosyoloji, bir toplumun gelişme sürecinde ortaya çıkan normları, alışkanlıkları, inançları, etik ve estetik değerleri, formel ve informel kuralları kendisine inceleme alanı yapan sosyolojinin bir alt dalı olarak karşımıza çıkıyor.

Kural ve kurum kavramları ile yakın ilişkide olan, çoğu zaman da anlam açısından karıştırılan bazı kavramlar mevcut. Örnek vermek gerekirse, ‘’norm’’, ‘’gelenekler’’, ’’etik kurallar’’ ve ‘’kültür’’ kavramları ‘kurum’ kavramı ile bağdaştırılıyor; Öte yandan yönetim bilimi açısından ‘organizasyon’ veya ‘örgüt’ anlamına gelen ‘kurum’ kavramı ile sosyoloji bilimindeki ‘kurum’ kavramı sıklıkla karıştırılabiliyor. Aradaki farkı aydınlığa kavuşturmakta fayda olacaktır.

Kurum esasen sosyoloji disiplinin en temel kavramlarından birisidir. Zaten sosyologlar da kurum kavramını toplumsal yaşamda zaman içerisinde yerleşmiş olan müesseseleri ifade etmek anlamında kullanırlar ve aile, eğitim, din, ahlak, ekonomi, siyaset vs. yapıları toplumsal yaşamda yer alan temel sosyal kurumlar olarak ele alırlar. İktisat bilimi açısından ise kurum denildiğinde genel olarak mülkiyet hakkı, miras hakkı, teşebbüs kurma özgürlüğü, rekabet vs. iktisadi yaşamı düzenleyen temel ekonomik özgürlükler ve bunun dışında zaman içerisinde mübadele, ticaret, iş ahlakı, güven, söz ve taahhütler vs. kendiliğinden oluşmuş informel kurallar anlaşılır. Unutmadan değinelim, kurumlar yani müesseseler ile organizasyonlar yani örgütler aynı şeyler demek değildir. Organizasyonlar belirli bir amaç için oluşturulmuş olan örgütlerdir. Kamusal kuruluşlar, özel işletmeler, firmalar, şirketler, kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve saire organizasyonların farklı türleridir. Organizasyonlar ise mal ve hizmet sunmak ve belirli bir amacı gerçekleştirmek için oluşturulmuş kuruluşlardır. Organizasyonlar doğrudan insanlar tarafından oluşturulmuştur ve fiziki bir varlığa sahiptirler. Kurumlar ise organizasyonlardan tamamen farklı olarak toplumsal yaşamda bizzat insan tarafından oluşturulmuş ya da zaman içerisinde bilinçli insan iradesi ve eylemi olmaksızın kendiliğinden oluşmuş olan kurallar bütünüdür. Kurumlar, formel kuralların ve informel kuralların toplumsal yaşamda yerleşmiş halidir. Bir örnek vermek gerekirse, hukuk toplumsal yaşamda düzeni tesis etmek amacıyla devlet tarafından oluşturulmuş resmi kuralları ifade eder. Hukuk bir formel kurallar bütünüdür. Oysa,  kültür doğrudan bir organizasyon tarafından oluşturulmuş değildir; kendiliğinden oluşmuş informel kurallar toplamıdır. Kültür denildiğinde bundan ahlak, dinler ve inançlar, değerler, alışkanlıklar, gelenek ve görenekler, örf ve adetler vs. toplamını anlamak gerekir.

Siz kendi sözleriniz ile sosyoloji disiplinini ‘’toplumları, toplumsal yapıdaki olay, olgu ve ilişkileri; toplumsal yapıyı etkileyen ve şekillendiren değişim süreçlerini; sosyal kurumları; kültürü; insanlar arası ilişkileri ve etkileşimi inceleyen bir bilim dalı’’ olarak tanımlıyorsunuz. Sosyolojinin dört inceleme alanı ise Sosyal Yapı, Sosyal Kurumlar, Sosyal Etkileşim ve Sosyal Değişim olarak belirtilmiştir. Özellikle de ‘Sosyal Değişim’ başlığı altında evrim,  ilerleme ve gelişme gibi alt konuları örnek göstermişsiniz. Buradan yola çıkarak, sizin sosyolojiyi ele alış biçiminizi Herbert Spencer’ın toplumu ‘’canlı bir organizmaya’’ benzeten sosyal evrimci yaklaşımı ile açıklayabilir miyiz?

Kurallar  ve kurumların oluşumu konusunda sadece Herbert Spencer değil öncesinde ve sonrasında bir çok düşünürün önemli katkıları olmuştur. Spencer evrimci perspektifin  kabulünde en az Darwin kadar büyük bir rol oynamış, aynı zamanda bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan kişi olmuştur. Bu noktada evrimci perspektifi sosyal bilimlere uyarlamak ve insan toplumunu şekillendiren evrimsel bir sürecin olduğunu dile getirmek için 1850 yılında yayınladığı Sosyal Statik adlı kitabı büyük önem arz eder. Darwin’in doğal seçilim görüşünden etkilenen Spencer’e göre toplumda en güçlü kişiler doğal olarak hayatta kalırken, zayıf kişiler ise yok olur. Spencer bu durumu “en güçlü olanın hayatta kalması” durumu olarak açıklıyor. Spencer, Darwinci perspektifle insan toplumunu bir dizi aşamadan geçen bir doğal olgu olarak kabul eder ve doğal dünyayı şekillendiren evrimsel bir sürecin olduğunu dile getirir. Spencer’in evrim teorisi, evrimin güneş sisteminden dünyaya, dünyadan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden tüm sosyolojik yapılara kadar gerçekleşen bir kanun olduğunu ileri sürer. Konuyu daha da detaylandırmak gerekirse, Spencer, toplumların kültürel yaşamlarının da biyolojik dünyada gözlemlenen evrimsel ilkelere uygun biçimde geliştiğini iddia eder. Spencer’in bu kuramı, toplumların kültürel evrimin farklı aşamalarından geçmekte olduklarının ve belirli bir toplumun erişebildiği seviyeyi değerlendirirken, bu gerçeğin, yani farklı toplumların farklı kültürel evrim yaşadıkları gerçeğinin, göz önünde bulundurulması gerektiğini belirtir. Spencer ayrıca, uzun yıllar boyunca süren evrimsel gelişme sonucunda sonraki kuşakların, zamanla kazandıkları tecrübeleri özümser ve eskisine göre daha büyük beyinlere sahip olduklarına inanır.

Kuralların ve kurumların evrimi konusunda Hayek’ten söz ettiniz. Hayek’ten bu konuda öğreneceklerimiz nelerdir?

Bir önceki sorunuzda bazı görüşlerini açıklamaya çalıştığım Spencer gibi Hayek te  kurallar ve kurumların evrimi liberal perspektiften ele alan büyük bir düşünürdür. Bu bakımdan görüşleri birbirlerine paraleldir denilebilir. Örnek vermek gerekirse, liberalizmin felsefi kökenlerinde de etkisi hissedilen Spencer, aynı zamanda bireylerin doğal haklarını savunurken, ekonomide devlet müdahalesini ve genişleyen bürokrasiyi eleştirmiş, bireyciliğe dayalı bir toplum düzenini savunmuştur. Hayek’e dönecek olursak; ona göre sosyal çevrenin insan düzenlemesinin eseri olan kısmını oluşturan “taxis” ve  insan planı ve tasarımının hiç bir etkisi olmaksızın oluşan “cosmos” belirli bir “kültürel evrim içerisinde ortaya çıkar. Örneğin, din, ahlak, gelenekler gibi enformel kurumların oluşumunda insanların bilinçli çabaları ve niyetleri söz konusu değildir. Bu kurumlar kültürel evrimin bir sonucu olarak kendiliğinden oluşurlar. Buna karşın binalar, otomobiller, teknolojik buluşlar, devletler vb. varlıklar ise insanların niyetleri ve çabaları sonucunda ve aynı zamanda yine bir kültürel evrim süreci içinde ortaya çıkan varlıklar ya da değerlere örnek gösterilebilir özetle Hayek’in kültürel evrim ile ilgili görüşlerinde Darwin’in ve Spencer’in evrim teorisi olarak bilinen görüşleri hissedilir.

Siyaset Sosyolojisi, Ekonomi Sosyolojisi, Din Sosyolojisi, Eğitim Sosyolojisi gibi alanları içine alan ‘Kurumsal Sosyoloji’ disiplininin temel inceleme konusu olan kurallar ve kurumların başlıca özelliklerini ve tiplerini kısaca açıklayabilir misiniz?

Kurumsal sosyolojiyi yukarıda tanımlamaya çalıştım. Kurumsal sosyoloji kurallar ve kurumları kendisine inceleyen bir sosyoloji dalıdır. Kurumsal sosyoloji bir toplumun gelişme sürecinde ortaya çıkan normları, alışkanlıkları, inançları, etik ve estetik değerleri, formel ve informel kuralları inceler. Kurumlar toplumsal yaşamda bizzat insanlar tarafında oluşturulmuş ya da zaman içerisinde bilinçli insan iradesi ve eylemi olmaksızın kendiliğinden oluşmuş  olan kurallar bütünüdür. Kurumlar hem soyut hem de somut varlıkları ifade eder. İnformel kurallar genel olarak soyut, formel kurallar ise somuttur. Kurumlar formel ve informel kurallar bütünüdür. Kurumların bir kısmı evrimsel, yani kendiliğinden oluşan informel kurallardan oluşur. Bunlara, kültür ve değerler, etik, erdem, dinler ve inançlar vs. alt  unsurları örnek olarak verilebilir. Özetlemek gerekirse: Kurallar ve kurumlar neyi ifade eder? Kurallar ve kurumların toplumsal yaşamdaki yeri ve önemi nedir? Kurallar ve kurumların başlıca fonksiyonları nelerdir? Sosyal kurumlar neye hizmet ederler? Bu ve buna benzer sorular kurumsal sosyolojinin cevap aradığı sorulardır.

Kurallar ve kurumların işlevlerini de detaylı olarak açıklıyorsunuz. Hatta Nobel ödüllü ekonomist Douglass C. Northun görüşleri çerçevesinde, kuralların ve kurumların iktisadi alanda en temel işlevinin ‘belirsizlikleri azaltması’ olduğunu belirtiyorsunuz. Toplumda hangi  belirsizlikler azalmaktadır ve bunun sonucunda gördüğümüz olumlu etkiler nelerdir?

Kurumlar konusuna hayatlarını adamış olan North, Hayek ve Buchanan kurumların önemini ve fonksiyonlarını anlatırlarken hep oyun analojisine başvururlar. Örneğin, North, oyuncuların davranışlarını belirleyen oyunun kurallarıdır der. Buchanan, iyi bir oyun iyi oyunculardan ziyade iyi oyun kurallarına dayalıdır der. Hayek ise insanlar kural izleyen sosyal hayvanlardır gibi bir sözü kullanır. Bunların hepsinde söylenmek istenen gayet açık ve anlaşılırdır. Kıuralar ve kurumlar önemlidir. Neden önemlidir? Çünkü kurallar belirsizlikleri ortadan kaldırırlar. Konuyu biraz daha açalım. İnsanları bir arada tutan ve onları biyolojik canlılar toplamından çıkarıp, belli bir düzen içinde yaşamaya sevk eden ve toplum haline getiren en önemli unsur kurallardır. Kurallar sayesinde bireyler neleri yapacaklarını ve neleri de yapmayacaklarını önceden bilirler. Ayrıca kurallara uymak, birlikte iş görmenin ve düzenli davranışlar ortaya koyabilmenin de ilk ve temel şartıdır. Toplumsal bir olay karşısında nasıl davranması gerektiğini önceden bilen birey, herhangi bir kargaşaya sebebiyet vermeden özgür ve istikrar içerisinde eylem ve davranışlarda bulunabilir. Kurallar bu noktada insanların karar vermelerinde ve ilişki kurmalarında yol gösterici olurlar. Kuralların olmaması halinde bireyler bizzat kendilerinin nasıl düşünüp ne şekilde davranacaklarına karar vermelerinde büyük zorluklar yaşayabilirler. Öte yandan, belirsizlik sadece bireysel anlamda kişilerin bizzat kendilerinin nasıl düşünüp, ne şekilde karar vermelerinde değil, başkalarının da onların ne yapacağını tahmin etmelerinde büyük zorluklar ortaya çıkarabilir.

Kurallar ve kurumların ‘belirsizlikleri azaltma’ dışındaki diğer önemli işlevlerini ‘kısıtlama getirmek’ ve ‘özgürlük getirmek’ olarak tanımlamışsınız. Aslında, davranışlara kısıtlama getirilen bir yapıda bahşedilen özgürlüğün de ‘biçimlendirilmiş’ ve ‘kısıtlı’ bir özgürlük olduğunu söyleyebiliriz. Zira  toplum durumunda belirsizlikleri azaltmak için bireylerin farklı tercih seçeneklerini daraltmak gerekmektedir. Sizce kurumların ve kuralların bu yüksek belirleyici işlevinin insan davranışlarını sürekli hale getirerek tektipleştirdiğinden söz edebilir miyiz?

Varsayalım ki bir futbol maçındasınız. Önünüzde açık, anlaşılır, belirli, kesin, öngörülebilir kurallar var. Neyin faul olduğunu, neyin kırmızı kart sebebi olduğunu en azından biliyorsunuz. Oyunun kurallarını ihlal edenlerin cezalandırılması söz konusu. Oyuncuların özgürlük alanı futbol sahası ve futbol kuralları ile sınırlı. Kısıtlama ve sınırlamalar daha iyi bir oyun oynanmasına yönelik. Hakem bu konuda ana rolü üstleniyor. Ama hakemi de kısıtlayan kurallar var. Hakem keyfi ve haksız kararlar verirse bunların seyirciler tarafından görülebilir olması önemli. Şeffaflık var. Hakemin de oyunun adil kuralların ihlal etmesi mesleğine ve kariyerinin sonu olabilir. Tam aksine iyi bir oyun yönetirse seyirciler nezdinde itibarı ve saygınlığı artar. Özetle; kurallar herkesin yararına, hepimizin yararına. Önceden belirlenmiş öngörülebilir kurallar elbette insanların davranışlarını, tutumlarını, karar ve tercihlerini sınırlandırır. Ancak, buradaki kısıtlamaya özgürlüklere bir set olarak görmemek lazım.

Kurallar ve kurumların yukarıda bahsettiğimiz işlevlerine ek olarak, belirli eylemlere meşruluk kazandırmak, güç tahsis etmek, toplumda istikrarı sürdürmek, adalet dağıtmak, bireyleri kontrol altında tutmak gibi maddeler eklemek isterim. Bu maddeler doğrultusunda, kuralların ve kurumların  bireyleri ve toplumu zaman içerisinde değiştirecek veya değişime zorlayacak gücü olduğunu düşünüyorum. Zira bireyler davranışlarının denetlenmesi veya egemenlik altına alınması hakkını bir otoriteye devrediyorlar. Bu bir çeşit toplumsal sözleşmedir; münferit olarak tutulan denetleme haklarının bir kolektiviteye transfer edilmesidir. Bireyler bu haklarından, otoritenin uygulamalarının bireylerin en üstün yararına olacağı inancına dayalı olarak feragat etmektedirler. Peki bir aradılığın esas koşullarını oluşturan mecburi kurallar dışında kalan ‘ikincil’ kuralların meşruiyeti nasıl belirlenir?

Sorunuzu dinlerken bir taraftan önceki gün kapak ve tashihlerini yaptığım Liberteryenizm ve Anarko Kapitalizm isimli kitabım aklıma geldi. En baştan söyleyeyim; otorite ve hiyerarşi özgürlüğün en büyük düşmanıdır. Liberteryenizm ve anarko-kapitalizm, liberalizm ve anarşizm öğretilerinden beslenen siyasi ideolojilerdir. Liberalizm, bireysel özgürlüklerin korunması ve güvence altına alınması üzerine inşa edilmiş bir öğretidir. Anarşizm ise her türlü otorite, tahakküm ve hiyerarşiye karşı olan bir felsefedir. Her iki öğreti de bireysel özgürlüklerin önemli ve değerli olduğu noktasında buluşurlar. Aralarındaki temel farklılık  devlet felsefesi üzerinedir. Klasik liberalizm, bireysel özgürlüklerin korunması için sınırlı devletin gerekli olduğunu savunurken, anarşizm ise, ister sağ anarşizm ve isterse sol anarşizm olsun, devlete bütünüyle karşı olan bir ideolojidir. Liberteryenizm öğretisi klasik liberalizm ilkelerine bağlı olmakla beraber devleti kaçınılması ve katlanılması gereken bir kötülük olarak ele alır. Anarko-kapitalizm öğretisi ise bir taraftan klasik liberalizm ilkelerine, diğer taraftan da bireyci anarşizmin devletsiz toplum düşüncesine bağlılığını sürdürür. Liberteryenizm ve anarko-kapitalizm özgürlükleri önemseyen birer anti-devletçilik felsefesidir. Sorunuza dönecek olursak, elbette, her türlü otorite, tahakküm ve hiyerarşiye karşıyım demek güzel ama kurallara da karşıyıj demek olmaz. O zaman anarşi olur, kaos olur, düzen olmaz. Bireylerin özgürlüklerinin garantisi ve güvencesi devlet adı verilen otoriter ve hiyerarşik organizasyon olamaz. Bireylerin özgürlüklerinin garantisi ve güvencesi kurallar ve kurumlardır.

Kurallar ve kurumların hem özgürlük hem de kısıtlama getirmesinin yanlış olmadığını mı söylüyorsunuz?

Şunu söylüyorum; kurallar bireylerin istedikleri zaman istedikleri gibi davranmalarına sınırlama getirirler, engel olurlar. Bir toplumda kuralların hakimiyeti sağlandıkça, bireyin alternatif tercih imkanlarının kapsamı daralır ve özgürlükleri sınırlanır. Toplumsal düzenin tesisi için sınırsız değil, sınırlı özgürlük, daha doğrusu kurallarla sınırlanmış özgürlükler gereklidir.

North kurumları ‘’insanların karşılıklı etkileşimlerini şekillendiren, insanlarca tasarlanmış sınırlayıcı kurallar’’ olarak tanımlar. Bu tanımlamaya baktığımızda kurumların insanlar tarafından oluşturulmuş olmasına rağmen zaman içinde insan iradesinin de ötesine geçerek otonom bir boyut kazandıklarını, başka bir deyişle insanların yarattıkları bu kurumların insanları yönetmeye başlayan bir mevcudiyete evrildiklerini söylemek mümkün müdür?

Kurallar ve kurumlar özgürlükler sağlarlar. Burası önemli; kurallar her zaman tüm bireylerin özgürlüğünü sınırlayıcı nitelikte olmazlar. Aksine, bir kurala herkesin uyacağının bilinmesi ve aksine davrananların ilgili aktörler veya kurumlar tarafından cezalandırılması, bireyin özgürlüğünün en temel şartlarındandır. Öte yandan kural, bireye diğer insanlarla olan ilişkilerinde sınırlamalar getirerek onun davranışlarını belirli sınırlar içine almakla, aynı zamanda o bireye hangi durumlarda başkalarının kendisine müdahale edip, edemeyeceğini de gösterir. Bu nedenle de kurallar özgürlüğün alanını tanımlar ve onu potansiyel olmaktan çıkarıp mümkün hale getirir. Kuralların bu şekilde kişisel özgürlüğün çerçevesini çizmesi başkalarının bu özgürlük alanına müdahale etmesine de engel olur. North’a dönecek olursak, North’a göre kurallar ve kurumların temel amacı, oyunun nasıl oynanacağını tanımlamak ve belirlemektir. Kurallar ve kurumlar belirsizliği azaltarak ekonomik aktörleri karar verme aşamasında daha rasyonel kararlar almaları yönünde etkilerler. Kurumsal kısıtlamalar ise bireylerin yapmalarının yasak olduğu faaliyetleri tanımlar. Bunun doğal sonucu olarak kurumlar sayesinde bireyler ne tür davranışları hangi sınırlar çerçevesinde gerçekleştireceklerini bilirler. Yani kurumlar ekonomik aktörler arasındaki etkileşimin sınırlarını oluştururlar. Daha önceki bir sorunuzda da biraz değinmiştim; North, bu çerçevede kurumları rekabete dayalı bir takım oyununun kurallarına benzetir. North’a göre gerek formel gerekse informel olsun kurallar ve kurumların bir diğer temel fonksiyonu istikrarı ve sürekliliği sağlamalarıdır. Özellikle kolay değiştirilmesi mümkün olmayan kurallar ekonomide istikrar açısından son derece önemlidir. Kurallar ve kurumların sağladığı istikrar ve süreklilik ekonomik performansın artmasında da önemli bir role sahiptir. Kurumsal sınırlamalar ise bireylerin neleri yapmalarının yasak olduğunu ve hangi koşullarda bazı bireylerin belirli bazı faaliyetleri yapabileceklerini içerir. Bu yüzden de; kurumlar insan etkileşimlerinin meydana geldiği çerçevelerdir. Kurumlar, rekabete dayalı bir takım sporunun oyun kurallarıyla bire bir aynı niteliği taşımaktadırlar. Yani resmi ve yazılı kuralları içerdikleri gibi, bazı temel kuralları oluşturan, rakip takım oyuncusunu kasten sakatlamamak gibi, yazılmamış belirlenmiş kuralları da içerirler. Bu benzetmeden de anlayacağımız üzere, kurallar ve resmi olmayan kodlar bazen uygulanmaz ve karşılığında ceza verilir. Bu yüzden; kurumların işlevi açısından çok önemli bir özellik; ihlallerin belirlenmesi ve cezaların kesinliğidir.

Eğitim sosyolojisi denildiğinde akla ilk gelen isim olan Émile Durkheim için, eğitim kurumu toplumsallaşma sürecinin en önemli yapı taşıdır; bir toplumdaki eğitim sistemi o toplumun kolektif değerlerini, inançlarını ve ilkelerini yeniden üretmek ve pekiştirmek amacıyla yapılandırılır. Durkheim bilginin ortak kültüre uygun olduğu ölçüde meşru olduğunu, bu noktada okulun ise, çoğulculuk ve farklılaşma yerine, dayanışmayı ve  bütünleştirmeyi yüceltmesi gerektiğini savunur. Zira toplumun ihtiyaçları bireylerin teker teker ihtiyaçlarından daha önemlidir. Benzer şekilde Talcott Parsons da okulu, bireylerin toplumda ortak menfaatleri gözeterek işlev görebilmeleri için ihtiyaç duyacakları gerekli becerileri ve bilgileri edindikleri ‘nötr’ bir alan olarak tanımlamaktadır. Fakat okulların ‘nötr’ bir alan oldukları fikri Coleman ve Frankfurt Okulu teorisyenleri olmak üzere birçok düşünür tarafından sorgulanmıştır. Özellikle Neo-Marksistler bu düşünceyi, eğitim alanında işçi sınıfı ve azınlık grupların karşı karşıya kaldıkları eşitsizlikleri gözardı ettiği gerekçesiyle eleştirirler. Marksistler eğitim kurumlarının yalnızca yönetici sınıfın menfaatlerini gözeten hakim ideolojiyi yücelttiğini öne sürerler. Diğer taraftan, okulların Durkheim’ın tarif ettiği gibi bir bütünleştirme işlevini etkili biçimde yerine getirip getirmedikleri tartışılmaktadır. Eğitim sisteminin birlik ve beraberliği pekiştirmek yerine sınav uygulamaları ile rekabet ruhunu aşıladığı söylenir. Fakat yapısal-işlevselci perspektif ile baktığımız zaman, rekabet toplumun ilerlemesi için önemli bir unsur olarak görülebilir. Siz ne düşünüyorsunuz? Eğitim kurumunun işlevi açısından hangi yaklaşımı benimsiyorsunuz?

Sosyal kurumların en önemlilerinden birisi formel ve informel eğitimdir. Formel eğitim okullarda kazanılan eğitimdir. İnformel eğitim ise tabir-i caizse hayat okuludur. İkisi de birbirini tamamlar. Hayat okulundan dersler almamış ve öğrenmemiş bir insanın odasında asılı resmi diploması bir yere kadar işe yarar. Açıkçası eğitim sosyolojisi konusundaki literatürü detaylı olarak bilmiyorum ve bu alandaki teorileri ve felsefi görüşleri de doğrusu hakkıyla ve layıkıyla okumuş değilim. Émile Durkheim’ın da eğitim konusundaki düşüncelerini emin olun bilmiyorum. Ancak bildiğim şu; eğitim çok önemli bir sosyal kurum. Eğitim çok önemli bir sosyal sermaye. Bu nedenle  ona beşeri sermaye diyoruz. İnsan sermayesi diyoruz. Human capital diyoruz. İnsan, sistem ve donanım diyoruz. Bilgisayar terminolojisi ile hardware, software ve humanware diyoruz. Bu üçünün hepsi bir diğeri kadar önemli. Oyun terminoloji ile konuşacak olursak oyun alanı yani futbol sahası, oyuncular ve oyunun kuralları. Hangisi daha önemli? Hangisi daha değerli?

Aile, ekonomi, hukuk ve eğitim gibi temel sosyal kurumların yanı sıra din kurumunun da tüm toplumların biçimlenmesinin temelinde var olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Sosyoloji’nin öncülerinden Émile Durkheim’a göre din sosyal dayanışma ve birlikteliği destekleyen, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan bir kurumdur. Çünkü din, bir toplumdaki üyelerin zihinlerindeki kolektif ahlaki değerleri ve inançları yeniden tasdik etmektedir. Din her şeyi ‘kutsal’ ve ‘kutsal olmayan’ şeklinde ayırır. Durkheim dini inançların ve ayinlerin anlamlarını incelediğinde, insanların, dini ayinler aracılığı ile, toplumsallığın ürettiği kolektif ahlaki bilince eriştikleri sonucuna varmaktadır. Aslında Durkheim için din, toplumun sembolik bir dille ifade ediliş biçimidir diyebiliriz. Bununla birlikte Peter Berger, Hans Freyer ve Max Weber gibi önemli sosyologlar da din ile toplumda meydana gelen birçok olgu arasındaki ilişkiyi incelemişlerdir. Berger, bir topluma mensup bireylerin davranışlarının belirlenmesinde o toplumdaki hakim dinin merkezi bir etkiye sahip olduğunu söyler; öte yandan Weber, dini inançların ekonomik davranışlar üzerindeki etkisini kapitalizm ve Protestanlık arasındaki ilişki üzerinden yorumlamış ve kapitalizmin temelde dayanağını Protestan ahlakından aldığını savunmuştur. Ancak Karl Marx’a göre, din ‘’insan varlığının çarpıtılmasının bir ürünüdür’’. Sizin de kitabınızda alıntıladığınız şekilde, Marx dini ‘’kalpsiz bir dünyanın kalbi, acı çeken kitlelerin afyonu, ya da ağrı kesicisi’’ olarak yorumlamıştır. Anlıyoruz ki, insanın özünü ‘’üretici’’ (yaratıcı) fikrine indirgeyen tezi ile emeği ve üretim ilişkilerini merkeze alan Marx, toplumsal bir varlık olarak insanın din tarafından ‘yaratılmadığını’’ fakat insanın dini ‘’yarattığını’’ ve bunun bir gün sona ereceğini savunmuştur. Bu bilgiler ışığında, din kurumuna yönelik, Marksist gelenek ile diğer yaklaşımlar arasındaki  bağdaşmazlığı nasıl yorumluyorsunuz?

Yorum ve değerlendirmeleriniz çok kıymetli. Ben haddimi ve sınırlarımı çok fazla aşmak istemem. Zira eğitim sosyolojisi, din sosyolojisi alanında ehil ve yerkin bir insan değilim. Benim sosyoloji ile ilgilendiğim ve kısmen bilgi sahibi olduğum alan kurallar ve kurumların sosyolojisi yani kurumsal sosyoloji. Ben bu alanda ancak size bir şeyler söyleyebilirim. Ancak sorularınızla ilgili bir entelektüelin vereceği cevaplar mutlaka olması lazım. Din ve inançları ortaya çıkaran insan doğasının köklerinde mevcut olan biyolojik-fizyolojik-psikolojik inanma ihtiyacıdır. Unutmamak lazımdır ki inanç, sadece bir ihtiyaç değil;  aynı zamanda bir korkunun ürünüdür. Tanrıları yaratan, Tanrılara güç veren ve Tanrılar iktidarının devamını sağlayan korkudur kudret ve korku. İnanç, sadece bir ihtiyaç değil;  aynı zamanda  da bir kudretin ürünüdür. İnsanoğlunun varoluşundan beri kudret ya da kuvvet sahipleri dini bir istismar ve suistimal aracı olarak kullanarak  insanları sömürmüşlerdir. Bir gözlem yapacak olursak, şu sonuçlara varılacaktır: Uyduruk Tanrılar ve peygamberler sömürü için kudret tarafından icat  ve ilan edilmiştir! İyiliksever kudret sahiplerine de hakkını teslim etmek gerekir! Bir cahiliye toplumunu kaos, düzensizlik, azgın ve sapıklıktan kurtarmak için Tanrı’lar gereklidir! Ödüller ve cezalar gereklidir! Cennet ve cehennem gereklidir! Dolayısıyla da Marx’ın dinler ve inançları insanların yaratmış olduğu gözlemsel olarak fazlasıyla doğrudur ve rasyonel insanın buna bir itirazı olamaz. İnsan mı tanrıyı, tanrı  mı insanı yaratmıştır sorusu uzun felsefi tartışmalara açıktır. Birkaç cümle ile cevap verip yanlış anlaşılmak istemem. Marx’ın sözü gibi Seneca’nın bir sözünü de ben hatırlatayım size. “Din, sıradan insanlar için gerçek, akıllı insanlar için yalan, iktidarlar içinse kullanışlıdır.”  der Seneca.  İlk iki önerme derin tartışmalara tabi olmalıdır ve bu konuda yüzeysel ve kısa cevap vermek doğru olmaz. Ama dinin iktidarlar için kullanılışı olduğu görüşüne tamamen katılırım. Lucretius da buna benzer bir sözü vardır. O da der ki din cahiller için görkemli, siyasetiler için kullanışlı, filozoflar içinse saçmadır. Din ve inançların oluşmasında, yaygınlaşmasında ve istismarında siyaset kurumu önemlidir.

Kurumsal iktisadın kurucusu sayılan Thorstein B. Veblen, kurumları ‘’toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmüş düşünce alışkanlıkları (habits of thought)’’ olarak tanımlamış ve bu düşünce alışkanlıklarının insan davranışlarını şekillendiren en önemli faktör olduğunu vurgulamıştır. Veblen’in önermesinden şu fikir anlaşılıyor: insan davranışlarını kurumlar yönlendirir, fakat kurumları oluşturan da yine insan davranışları, hatta Veblen’in öne sürdüğü şekliyle, insan içgüdüleridir (ana-baba içgüdüsü, boş merak içgüdüsü, ustalık içgüdüsü, açgözlülük içgüdüsü). Bu karşılıklı-bağımlı ilişki sistemi tam olarak nasıl işlemektedir? Somut bir örnek ile açıklamak mümkün mü?

Thorstein Bundy Veblen kendine müstesna, aykırı bir adam. Yaşamı da zıtlıklarla ve karmaşalarla dolu. Veblen, 1899 yılında yayınlanan  Aylak Sınıfın Teorisi adlı eserinde toplum tarafından kabul görmüş düşünce alışkanlıklarını kurum olarak adlandırır. Veblen bir toplumda belli bir zamanda var olan kültürün ancak evrimci bir yaklaşımla açıklanabileceğini, çünkü bir kültürün ancak kendinden önceki kültürler yardımıyla anlaşılacağını savunur. Veblen, kurumsal yapının iktisadi faaliyetler üzerindeki etkilerini, bunun yanında sosyal kurumların temelini ve gelişim seyirlerini detaylı bir şekilde inceler. North, Hayek, Coase, Buchanan gibi Nobel ekonomi ödülü kazanmış bilim insanlarının yeni kurumsal iktisat adı verilen araştırma alanına katkılarını kimileri Veblen’e kadar uzatıyorlar. Hemen belirteyim; Veblen gereksiz ve önemsiz bir düşünür değil. Asla böyle bir şey söylemiyorum.

Temel sosyal kurumların dayanağı olan teknolojik gelişmeler, sanayileşme ile birlikte Veblen’in ‘aylak sınıfı’ olarak adlandırdığı mülkiyet sahibi zengin kişilerin kontrolüne geçmiştir ve dolayısıyla aylak sınıfı ile toplumun geri kalan kesimi arasında bir çıkar çatışması oluşmuştur. Siz de kitabınızda Veblen’in ‘aylak sınıfı’ kavramının üstünde önemle duruyorsunuz. Veblen’in tanımladığı şekilde bir aylak sınıfının kendi ideolojileri ve menfaatleri doğrultusunda kurumları (ve dolayısıyla kuralları) yeniden biçimlendirip toplumun içsel yapısını (içsel yapıdan kastettiğim, kolektif düşünme ve eyleme biçimleri, ortak değerler, davranış kalıpları, beklentiler vesaire) etkilemeleri söz konusu olabilir mi?

Tekrar edeyim Veblen gereksiz ve önemsiz bir düşünür değil, ama kurumsal iktisat konusunda bizim ondan öğreneceğimiz çok fazla şey olmadığını düşünüyorum. Bilindiği üzere, kurumsal iktisat literatüründe kurumların önemine ilk vurgu yapan Veblen, John Commons ve Wesley Mitchell  eski kurumsalcılar olarak adlandırılırlar.  Önemle belirtelim ki bu yazarların çalışmaları iktisat teorisinde 1990’lı yılların başlarına ve hatta ortalarına kadar fazlasıyla ilgi görmemiştir. Ancak Nobel ekonomi ödülü sahibi liberal iktisatçıların çalışmaları sayesinde yeni kurumsal iktisat okulu adıyla bir iktisadi düşüncenin büyük bir ilgi görmesi neticesinde Veblen, Commons ve Mitchell’in çalışmaları tekrar gün yüzüne çıkartılmaya çalışılmıştır. Ben doğrusu bunca yıldır kurumal iktisat alanında çalışan bir araştırmacı olarak Veblen’de beni etkileyecek bir şey bulamadım. Veblen’in düşünceleri üzerine yorumlar ve eleştiriler yapılabilir. Ben kendimce eski Amerikan kurumsalcılarında yeni kurumsalcıların ufuk açıcı perspektifini görmedim ve göremiyorum.

Karl Marx ve Thorstein B. Veblen arasındaki tümleyici ilişkinin iktisadi düşünce okulları arasında çeşitli uyuşmazlıklara neden olduğu bilinmektedir. Bir taraf Veblen ile Marx’ın teorilerinin keskin çizgilerle ayrıştığını söylerken, başka bir kesim de Veblen’i revizyonist bir Marksist olarak değerlendiriyor. Neoklasik ekonomi anlayışını eleştirmesi ile bilinen Veblen’in ekonomi reform bağlamında teknokratik bir yaklaşım benimsediği söylenebilir. 1921 tarihli  Mühendisler ve Fiyat Sistemi (Engineers and the Price System) adlı çalışmasında endüstrinin, işçiler veya mülk sahipleri  tarafından değil, mühendisler tarafından yönetilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Çünkü Veblen malları üretenler ile şirketleri yönetenler arasında keskin bir ayrım olduğundan söz eder. İşletmenin yöneticilerinin amacı monopol güç elde ederek kazanç sağlamak olduğu için üretim miktarı ve üretilen malın etkinliği azalacaktır. Diğer taraftan mühendisler sahip oldukları teknik bilgi ve donanım gerekçesiyle kar odaklı bir tutum yerine verimlilik esasına dayalı bir tutum sergileyeceklerdir, ki bu da toplumun yararına olacaktır. Yani Veblen’in sosyalizm ve ekonominin evrimsel sürecinin doğası üzerine geliştirdiği fikirler Marx’ın düşüncelerinden farklı; Marx sosyalizmi medeniyetlerin erişmesi gereken nihai amaç olarak görmekte ve işçi sınıfını da bu amacı yerine getirecek önderler olarak tasavvur etmektedir. Veblen ise sosyalizmi, toplumun geçirdiği sürekli devam etmekte olan evrimsel bir sürecin yalnızca bir ara fazı olarak düşünmüş ve Marx’ın tasarladığı şekilde bir sınıf çatışmasına inanmamıştır. Tıpkı Bernstein gibi, Veblen de Marx’ı Hegelci teleolojik tarih görüşünü benimseyen ‘Darwin öncesi’ bir düşünür olmakla eleştirmiştir. Ancak Veblen’in kendi teorilerini formüle ederken Marksizmden büyük ölçüde etkilendiği de bir gerçek. Sizin düşünceleriniz nelerdir?

Melis hanım bu güzel ve aydınlatıcı sorular için teşekkür ederim. Şimdi Platon’un devlet yöneticileri filozoflar olsun görüşünün ne anlamı ve değeri vardır? Bu, felsefi bir saçmalıktan başka ne olabilir ki? Veblen’in mühendisler sahip oldukları teknik bilgi ve donanım gerekçesiyle kar odaklı bir tutum yerine verimlilik esasına dayalı bir tutum sergileyeceklerdir ve bu da toplumun yararına olacaktır görüşü bir felsefe olmanın ötesinde bugün modern üretim-sanayi dünyasında ne değeri vardır Allah aşkına? Endüstrinin, işçiler veya mülk sahipleri  tarafından değil, mühendisler tarafından yönetilmesi gerektiğinin altını çiziyorsa bunun benim açımdan hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.  Ben mülkiyet hakları iktisadı alanında çalışan Ronald Coase, Oliver Williamson, Elinor Ostrom gibi Nobel kazanmış yeni kurumsal iktisatçıların görüşleri ile ilgileniyorum. Bakınız özel mülkiyete yer vermeyen bir Marsist felsefe, Proudhoncu kolektif sosyalizm insan doğası  ve doğal haklar felsefesi ile zerre kadar ilgili değildir. Mülkiyet hakkını anlamayan bir felsefe ancak tarihin çöplüğünde kendine bir yer bulur. Bırakınız marjinalistler o konularla ilgili olarak okusunlar ve yazsınlar. Karşılıkçılık yani mutualism, kolektivist anarşizm, anarko-kolektivizm, komünist anarşizm ya da anarko-komünizm, sendikalist anarşizm  ya anarko-sendikalizm. Bütün bu kolektivist mülkiyet felsefelerinin hiç bir doğal hukuk felsefesini anlamış değillerdir. Dolayısıyla da bana göre boş ve saçma görüşlerdir.

Şimdi arzu ederseniz bir az felsefe ve sosyolojiden çıkalım. Pratiğe dair sorular sormak isterim.  Türkiye için bu konuda ne söylemek istersiniz?

Türkiye’de kurallar ve kurumlar hakkında mı?

Evet, ülkemizi sizin çalışma alanınız olan kurallar ve kurumlar perspektifi yönünden değerlendirdiğinizde neler görüyorsunuz? Ne söylemek istersiniz…

Şöyle bir genel tasnif yapmak mümkündür. Medeni toplumlar ve medeni olmayan toplumlar… Medeni toplumlarda kurallar ve kurallar hakimdir. Sistem adı verdiğimiz ilkeler, prensipler hakimdir. Bu kuralların bir kısmı yazılı hukuk kuralları ve diğer bir kısmı ise moral yani ahlaki kurallardan oluşur. Medeni toplumlarda ise kurallar ve kurumlardan ziyade keyfi kararlar, günübirlik uygulamalar hakimdir. Bir otoritenin, devlet memurunun, mevki ve makam sahibi herhangi birinin insiyatifi, iradi ve takdiri kararları söz konusudur. Medeni olmayan toplumlarda kurallar ve kurumlar yoktur demek yanlış olur… Medeni olmayan toplumlarda iradi, takdiri, ihtiyari kararlar ve kurallar geçerlidir ; daimi kurallar söz konusu değildir. Her alanda bunu görebilirsiniz.. Arabanızı park etmenizden, verginizi ödemenize; sahilde güneşlenmenizden tutun da üniversiteye bir asistan olarak girmenize kadar… Bir tarafta herkes için geçerli olan genel kurallar ve daimi kurallar; öte yanda keyfi kurallar.. ben onlara kurallar demek yerine keyfi kararlar demeyi uygun buluyorum. Bu konu literatürde rules versus discretion olarak ele alınır.. Bir tarafta rules yani kurallar; diğer tarafta ise keyfi kararlar…

Türkiye ile ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Belirli bir zaman dilimine vurgu yapmadan genel bazı tespitlerimi yapayım elbette… Güzel memleketimin  bu anlamda bir Vasatistan Cumhuriyeti örneği olduğunu söylemem haksızlık olur mu acaba?  Türkiye vasatlık kültürünün her alanda hala izlerini taşır ve doğrusunu söylemek gerekirse bu izleri silmek süpürmek yerine biz her geçen gün bu vasatlık kültürünü daha da yaygınlaştırıyoruz… Tüm sosyal kurumlarda bunu görebilirsiniz. En başta siyasal kültürümüz ve siyasal kurumlarımız.. Siyasal partilerimiz, muhalefet partilerimiz.. Sittinsene siyasal liderlik geleneğimiz… Kariyer siyasetçilerinin ömür boyu partilerinin başında  kalmak istemeleri, liderlikten vazgeçmemeleri, dört beş dönem parlamentoda görev yaparak bir kariyer siyasetçisi olarak hayata veda etmek, falan, filan… Maalesef bunları hepimiz biliyoruz ve görüyoruz… Ama ilginç olan sivil kültürün de vasat olması… Siyasal iradeyi yetki veren, onun orada siyasal güç olarak kalmasını talep eden sivil irade yani millet iradesi.. Aziz millet, necip ve mümtaz millet, alicenap millet diyoruz ama millet de bir türlü bu vasatlık fasit dairesinden kurtulmamıza izin vermiyor.

Türkiye’de vasatlık kültürünü yayan, yaygınlaştıran siyasal kurumdur diyebilir miyiz?

Jean Bodin’den Thomas Hobbes’a John Locke’dan Jean Jacques Rousseau’ya kadar; Niccolo Machiavelli’den von Hayek’e kadar siyaset felsefesi bize egemen gücün yani devlet gücünün ne olması ve ne olmaması gerektiğini anlatır. Ben konuya ideal  siyaset felsefesi yönünden bakıyorum. Pratik siyaset ile ideal siyaset arasında daima uçurumlar olmuştur. Türkiye meselesini de ideal siyaset felsefesi yönünden yorumlamam doğru olur… Egemen siyasal güç yani siyasal kurum, yani devlet diğer bütün kurumları şekillendiren, biçimlendiren, yön veren, kontrol eden, yasaklayan, izin veren güç ve yetkilere sahiptir. Eğer bir ülkede askeriye’den adliyeye; ilmiyeden medyaya kadar her kurumu ele geçiren bir siyasal kurum var ise o tahlikeli bir durumdur.  Ben bunu Türkiye için değil, içinde yaşadığımız zaman dilimi için de değil, genel manada söylüyorum. Ben genel geçer doğruları söylemeyi uygun buluyorum. Medeni toplumlarda kuralların ve kurumların önemi üzerine yazan bir akademisyenim… Günlük siyasetin, partizan dilin, partizan bağlantıların asla yanında olmadım ve olmayacağım… Ben North’dan; Hayek’ten, Buchanan’dan, Coase’dan kuralllar ve kurumlar konusunda öğrendiklerimi anlatıyorum… John Locke’un kurallar ve kurumlar konusundaki 300 küsur sene evvelki görüşleri benim için çok kıymetli. Onun dışında şu politikacı, bu politikacı isimleri üzerinden yorumlar yapmak istemem. Eğer bir sorumluluk ahlakı gereği söylemem gereken bir şey varsa o da şu olmalıdır. Güç tehlikelidir. Kontrol edilmemiş, sınırlandırılmamış bir güç yozlaşmaya eğilimlidir. Güç mutlaka kontrol edilmelir ve sınırlandırılmaldır. Güçler arasında, kuvvetler arasında denge olmalıdır. Siyasal güç yani siyasal iktidar sınırsız güç ve yetkilere sahipse tehlikelidir. Silahlı güç, silahlı kuvvetler. Elinde silah var…  Başka bir şey değil.. Silah… O zaman o güç mutlaka kurallar ve kurumlar ile etkin biçimde sınırlandırılmalıdır. Örneğin ordunun siyaset üzerinde bir güç olması tehlikelidir ve biz bunu çok iyi bilen ve bunu darbelerle yaşamış bir milletiz. Enformatik güç.. Tehlikelidir. Kontrol edilmediği takdirde çok ama çok tehlikelidir. Hele ki siyasal güç enformatik gücü yani medyayı ele geçirdiğinde bu çok ama çok tehlikelidir. Yasama, yürütme ve yargı… Eğer bu güçer ve kuvvetler arasında güçler dağıtılmaz ve paylaştırılmazsa ideal bir siyasal düzen tesis edilemez..   Eğer yürütme organı, çoğunluk oylarını alarak parlamentodan istediği kanunları çıkarabiliyorsa, torba yasalarla istediğini yapıyorsa bu doğru değildir. Eğer yürütme organı en üst mahkemelerin üyelerini bizzat kendisi atayabiliyorsa bu kabul edilir bir şey değildir. O zaman yargı bağımsızlığı diye bir şeyden söz edilemez. Yatay kuvvetler ayrılığı kadar dikey kuvvetler ayrılığı da bir o kadar önemlidir. Güç merkezde ve tek elde toplanmamalıdır.  Bu konuda çok şey söyleyebiliriz. Ama sonuçta ilke açık ve bellidir. Güç tehlikelidir ve sınırlandırılmalıdır. Gücü sınırlayacak olan da en başta anayasal kural ve kurumlardır. Siyasal iktidarların anayasayı delmelerine, ihlal etmelerine, belirli bir oranda çoğunlukla anayasa üzerinde oyunlar oynamalarına izin verilmemelidir. Peki ama nasıl? Bu vasatlık kültürü içinde yaşayan toplumlar için zor meseledir. Medeni toplumlar yazılı hukuk kuralları olmadan bile belirli ölçüde informel kurallar ile sorunlarını çözebilmektedirler.

Formel kurallar ve informel kurallar birbirlerini tamamlarlar düşüncesini savunuyorsunuz yazılarında, öyle değil mi?

Evet öyle.

Kurallar ve kurumların daha ziyade ekonomi ile olan ilişkileri üzerine yazıyorsunuz ağırlıklı olarak, doğru mu?

Evet doğru.

Peki buradan hareketle son sorumu sorayım size… Günümüzde kurallar ve kurumlar alanında hangi iktisat okulunun yaklaşımları hakimdir? Bir ekonomi profesörü olarak, sizin savunduğunuz iktisadi düşünce nedir? Kendinizi hangi iktisat okuluna daha yakın görüyorsunuz…

Melis hanım, Yeni İktisat Okulları adını taşıyan bir kitabım var. Okuyucularımız o kitaba bakarlarsa kurallar ve kuurmlar perspektifine sahip olan iktisadi düşünceler hakkında bilgi sahibi olabilirler. Yeni kurumsal iktisat şemsiyesi altında mülkiyet hakları iktisadı, kültürel iktisat, işlem maliyetleri iktisadı, anayasal politik iktisat, regülasyon iktisadı gibi muhtelif okullar var. Bu kitabımın en sonunda “Hangi İktisat Okulu Mensubusunuz?” başlığını taşıyan bir bölüm var. Müsaade ederseniz, o bölümü aynen burada yayınlayabilirsiniz. Şöyle yazmışım:

“İktisat literatürünü yakından izleyenlerin ve öğrencilerimin ağırlıklı olarak kamu tercihi ve anayasal politik iktisat alanında araştırmalar yapan biri olarak beni “Virginia Politik İktisat Okulu”’na mensup bir iktisatçı olarak değerlendirmeleri doğrusu benim açımdan ve çalışmalarıma aşina olanlar açısından şaşırtıcı olmayacaktır.

Benim “hangi iktisat okuluna mensupsunuz?” sorusuna vereceğim cevap açıktır:

İktisat biliminde kutsal bir din yaratmak ne kadar yanlış ise bir iktisat okulunun bağnaz ve yobaz bir takipçisi olmak da o kadar yanlıştır.

Piyasanın bir “görünmez el” tarafından nasıl “kendiliğinden oluşan düzen” ortaya çıkardığını açıklayan Adam Smith’e ve Milletlerin Zenginliği şaheserine hayranlık duyuyorum.

Avusturya iktisat okulunun “piyasa ekonomisi”nin niçin başarılı bir ekonomik düzen modeli olduğunu bize ikna edici biçimde anlattığını düşünüyorum.

Mülkiyet hakları ve işlem maliyetleri iktisadının ekonomi bilimine olan katkılarını pekala önemsiyorum.

“İşlem maliyetleri” gibi bir kavramla iktisat bilimine farklı bir boyut kazandıran Coase ve Williamson gibi yeni kurumsal iktisat okulu mensuplarını tebrik ediyorum.

Kuralların ve kurumların önemini kavramamıza yardımcı olan evrimsel iktisat ve kurumsal iktisat okullarının iktisat bilimine çok önemli katkılar sağladığına inanıyorum.

Kamu tercihi okulunun geliştirdiği “devlet başarısızlığı teorisi”nin Leviathan’ın bir “zorunlu fena” olduğunu daha iyi anlamamıza imkan sağladığını düşünüyorum.

İradi-takdiri ve müdahaleci iktisat politikalarının ne derece yanlış ve tahripkar sonuçlar ortaya çıkardığını görmemize imkan sağlayan ve kurala dayalı iktisat politikaları öneren kurumsal iktisat ve anayasal politik iktisadı çok ama çok önemsiyorum.

Devletin iktisadi alandaki sınırsız güç ve yetkilerinin “kurallar” ile sınırlandırılması düşüncesini nasıl da görmezden geldiğimizin büyük bir hata olduğunu bize hatırlatan Hayek ve Buchanan gibi büyük düşünürlerin önünde saygı ile eğiliyorum.

Oyun teorisi iktisadının iktisat bilimine hoş ve eğlenceli bir boyut kattığını; analiz ve sorun çözme konularında zihinsel kapasite ve yeteneklerimizi geliştirdiğini düşünüyorum.

Hele hele psikoloji ve sinir-bilim alanındaki gelişmeleri iktisat bilimine taşıyan ve iktisat biliminin rasyonalite ve tam enformasyon gibi temel varsayımlarını yerle bir eden davranışsal iktisat okulu mensuplarının görkemli çalışmalarını göz kamaştırıcı buluyorum ve ayakta alkışlıyorum.

Ben iktisat teorileri ve iktisadi düşünce içerisinde “iyi iktisat okulu”nu değil daima “iyi iktisat”ı aramakla meşgul oldum ve hala bu uğraş içerisindeyim.

Bir iktisat düşünce ya da doktrini ya da bir iktisat okulunu “dogma” ya da “ideoloji”ye dönüştürmek ve buna saplantı düzeyinde biat etmek yanlıştır.

Doğduğu topraklarda ailesinden ve çevresinden öğrendiği dinin tek kutsal ve doğru din olduğunu savunmak ve onun dışındaki dinleri “yalan”, “uydurulmuş”, “değiştirilmiş”, “bozulmuş” olarak nitelemek mi doğrudur; yoksa alışkanlıkları ya da bilinçli iradesi ile kendi inandığı ve bağlı olduğu din dışındaki inançlara da saygı göstererek onların da özünde doğruluk ve güzellik mesajlarına sahip olabileceğini görmek ve kabul etmek mi daha doğrudur?

Tekrar edelim: İktisat biliminde kutsal bir din yaratmak ne kadar yanlış ise bir iktisat okulunun bağnaz ve yobaz bir takipçisi olmak da o kadar yanlıştır.”

Related posts

Leave a Comment