Dil Felsefesi
Yazının ikinci bölümü için tıklayınız.
Yazar: Matthew Sharpe
Çevirmen: Burak Erdem
Lacan’ın Dil Felsefesi
Lacancı Teori’nin bileşenlerinin arasında en ünlü ve belki de eleştirmenlerini en çok şaşkına çevirmiş kısım, Lacan’ın psikanalizi şekillendirme girişimleri esnasında dil üzerine vurgu yapmasıdır. 1950’lerden beri herhangi bir Jungcu[1] ya da romantik bir düşünce akımına tamamen karşı olan Lacan, bilinçaltını bir çeşit söylem olarak tanımlamıştır. Bu, Öteki’nin söylemidir.
Lacan’ın “Dil felsefesi” olarak tanımlayabileceğimiz yapıyı açıklayan birbiri ile bağlantılı en az üç konu bulunmaktadır. Bunlardan ilki çocuğun kastrasyonunun (iğdişinin), canlı denek olması konusunda belirleyici bir nokta olduğunu savunan merkezi bir argümandır. İkincisi ise Lacan tarafından oldukça ciddiye alınan, Freud’un metinlerinde geçen “yorumlayıcı paradigma”nın nasıl terim hâline getirebileceğidir. Buradan yola çıkarak Freud; semptomları, sürçmeleri ve rüyaları tekrar yorumlanabilen simgesel olgular olarak defalarca tanımlamıştır[2]. Üçüncüsü ise Lacan’ın, Freud’un “Amatör Psikanalizi” (The Question of Lay Analysis) kitabında bahsettiği yalnızca kelimelerin “sihirli” gücüne dayanan psikanalitik yorumlamanın tesirlerini tedavi amaçlı bir prosedür olarak anlamaya çalışma isteğiydi.
a) Dil ve Yasa
Birinci bölümde, Lacan’ın dilin önemi üzerinde ısrarla durmasının bir sebebi olan Lacan’ın Oedipus Kompleksi’ne olan bakış açısından bahsedilmişti. Lacan için, çocuğun sosyal çevresi içerisinde dil yetkinliğine sahip olan bir bireye evrilmesi ancak kastrasyon ve babanın Yasasına boyun eğmesi ile sağlanabilir. Buna karşın Lacan (geniş ve zengin bir psikolojik araştırma doğrultusunda), ruh hastalığı olan bireylerin karakteristik dil bozukluklarına ve yetersizliklerine yatkın olduğuna vurgu yapar. Sadece bununla bile Lacan’ın dil felsefesi içerisindeki ilk önemli özelliği görebilmekteyiz. İkinci bir Wittgenstein gibi Lacan’a göre dil öğrenmek, birtakım kurallar ve kanunları kelimeleri kullanmak ve birleştirmek için öğrenmektir. Buna göre, Lacan için de “öğrenmek, inanmaktan geçer” (Wittgenstein). Lacan özellikle, iki bakış açısı arasında devam eden bir bağlantı olduğunu öne sürmektedir; bunlar, öznelerin (bireylerin) dünyayı farklı tanımlanabilen nesneler bütününü algılama kapasitesi ile bir düzen organının mutlak yetkisinin onlar tarafından kabul edilmesidir. Bu konuya aşağıda geri döneceğiz.
b) Yorumlama olarak Psikanaliz
Lacan’ın insana ilişkin bakış açısı “parlêtre[3]”dir; Geniş bir şekilde açıklamak gerekirse özne, ana dilini öğrendiğinde, dünyayı algılamasından biyolojik bedenini deneyimlemesine kadar her şey, dilin kurallarına boyun eğdiğinde belirlenir. Bu, Lacan’ın görüngü bilimine (fenomenoloji) minnet duymasını gerektiren en belirgin örnektir. Lacan, Heidegger’in öne sürdüğü, özne olmak için dünyanın anlamlı bir bütün olarak tecrübe edilmesi gerektiği ve dilin bu bütünlüğün sağlanması için önemli bir parça olduğu düşüncesini kabul ediyordu. Lacan; Freud’u, Merleau-Ponty’nin ve Sartre’ın teorileriyle yan yana koyarak bedenin, özneler arasındaki anlam-üretme oyunu olduğu, bunun aracılığıyla, içinde “yaşayan” öznelliğin ifadesi olduğu ve günlük yaşamdaki yardımcı aktivitelerin performansı için nesneleştirilebilen bir araç olduğu psikanalitik bir düşünce geliştirdi. Başka bir deyişle Lacan’a göre “bilinçdışı”, yalnızca zihinsel aygıtın bilinçten başka bir kısmı olarak adlandırılmaz. Bilinçdışı, ötekiler ve bilincinin denetiminin ötesinde kalan “dış” nesneler ile deneyimlediği tüm bedensel dışavurumlar ve özdeşleşmeler dâhil bir özne ile ilgili her şeyi tanımlar.
Freud’un Psikanaliz Üzerine Giriş Dersleri isimli eserinde daha önce bahsettiği üzere bilinçdışı, gramersiz bir dil ile kıyaslanabilir. Lacan, yapısalcı dilbilimi kullanarak bu tezi dizgeleştirmek istemiştir. Bilinçdışının tıpkı bir dil gibi yapılandırıldığını ve “konuşabildiğini” (ça parle) öne sürmüştür. (Örneğin) Lacan, bir semptomun bir çeşit somutlaşmış bedensel bir metafor olarak okunması gerektiğini iddia etmiştir. Tıpkı Freud’un daha önce tartıştığı gibi Lacan da semptom içinde tehlikede olanın, öznenin kendi değerlerine ve bilinçli bir şekilde kabul ettiği benlik kavramına karşı duyduğu bastırılmış, tiksindirici bir arzu olarak ele alır. Bu arzu, en ufak bir tatmin amacına sahipse, bu doğrultuda dolaylı olarak ifade edilmesi gerekmektedir. Örneğin, çocukluk döneminden arta kalan bir arzu, öznenin tekrarlamaya mecbur hissettiği dürtüsel bir alışkanlıkla dolaylı yoldan tatmin edilebilir.
Bir kişinin hissettiği aşkı mecazen bir güle benzetmesi gibi Lacan da kendimizi, eşsiz beden aktiviteleri ile mecazi olarak ifade etmemizin bastırılmış bir arzu olduğunu öne sürer. Aynı şekilde, Freud’un “Aşkın Psikolojisi” hakkındaki yazılarından belli başlı yerleri vurgulayan Lacan, bu arzunun tıpkı bir ad aktarması gibi yapısal olduğunu öne sürer. Ad aktarması, bir nesnenin yalnızca bir parçası söylenerek tarif edilmesine denir (Örneğin bir arabayı “bir grup tekerlek” olarak tanımlamak). Lacan’ın bu duruma denk olarak öne sürdüğü kastrasyon, öznelerin ilk aşk nesnesine (anneye) ulaşmalarına engel olduğu için öznelerin bundan sonraki aşk nesnelerinin seçimlerinde daha önce elde edemedikleri kayıp nesnede var olan özellikleri aramalarıdır. (Aynı saç tipine sahip olmaları ya da öznelere tıpkı anneleri gibi bakmaları gibi). Lacan’a göre bilinçdışı, öznelerin bilinçli bir şekilde açıkça dile getiremediği arzuları dolaylı yoldan dışa vurması için doğal dilin çok değerli kaynaklarını kullanır. Lacan bu kaynakları “gösteren bataryası[4]” olarak adlandırır.
Lacan’ın Freudyen görüşü, tıpkı esprilerde bulunan bilinçdışı oluşumlarda gerçekleşen süreç ile doğrudan kıyaslanabilir. Freud’un Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri kitabında detaylıca bahsettiği gibi şakalar “en can alıcı noktası”nı, anlamın iki zinciri olan tek bir cümlede, hatta tek bir kelimede yoğunlaştırır. Bunlardan ilki, şakadan önceki kelimeler ve ipuçları ile yorumlamaya dair paylaştığımız ortak normların bizi nasıl bir beklentiye götürdüğü ile alakalıdır. İkincisi ise ilk beklentimiz ile çakışan ve eğlence anlayışımızı üreten tamamen farklı bir birleşim zinciridir. Aynı şekilde, Lacan şunu gözlemlemiştir; bir analizand (analiz edilen özne) dil sürçmesi yaşadığında aslında olan bilinçdışının eş sesli, iki kelimenin birleştirilmesi, bazı kelimelerin unutulması ya da yanlış dile getirilmesi, zamir ya da zaman kayması gibi yollarla kişinin bilinçdışı arzularını istemeden de olsa dolaylı yoldan ifade etmesidir.
Lacan; şakalar, semptomlar ve dil sürçmeleri göz önüne alındığında, insanların dil içinde nasıl anlam oluşturduklarına dair verilebilecek birkaç özellik olduğunu öne sürer. İlk olarak, anlamın en temel birimi kesinlikle cümledir. Lacan, bir cümle bitmeden önce her bir kelimenin ve gösterenin belirsizlikte olduğunu vurgular. Yalnızca cümle tamamlandığında, cümlenin anlamı sabitlenir ya da Lacan’ın daha önce de belirttiği gibi “dikilir”. Tamamlanmadan önceki tüm cümleler, Lacan’ın deyimiyle tıpkı bir şakanın girizgahı gibi “değişken gösterenler”dir.
Bu durum kolaylıkla açıklanabilir. Yalnızca cümleye bir özneyle başlayıp herhangi bir fiil ya da dilsel bütünlüğü oluşturacak ifadeleri dile getirmeyip yarıda kesmek yeterlidir. Örneğin, “gençliğimde ben…” ya da “o öyle değil…” gibi ifadeler kullandığımda, alıcım anlaşılır bir şekilde ne demek istediğimi bilmek isteyecektir. Buna karşın, cümlenin sonunda, başlangıçta kullanılan kelimelerinin anlamları anlaşılır hâle gelir, tıpkı yukarıdaki örneği “gençliğimde ben hep koşardım” şeklinde ya da daha farklı bir şekilde bitirdiğimizde olduğu gibi.
Cümlelerin anlamın en temel birimi oluşu ve cümleler sonlandırılmadan önce gösterenlerin “değişkenliği” anlayışı, Lacan’ın önceki gelecek zamana (futur antérieur) dair vurgusu hakkında bilgi verir. Ona göre anlam, her zaman “olmuş olacak” gibidir. Bir cümlenin başını duyduğumuzda, anlam tahmin edilebilir fakat henüz onaylanmamıştır (aktarımı aşağıda görebilirsiniz) ya da bir cümlenin sonunda, en başından beri kastedilen anlamı “geçmişteki tecrübeler” yardımıyla artık anlayabiliriz. Bu nedenle, Lacan Seminer I kitabında, semptomların anlamlarının geçmişten değil gelecekten olduğunu iğneleyici bir şekilde dile getirir. Yorumlama eylemi olmadan, semptomlar hem analizandlar hem de analistler için anlamları belirsiz, değişken gösterenlerden ibarettir. Analitik eylem ilerledikçe zamanla bir yoruma erişilebilir. Bu yorumlama, davranışı bir bütün olarak tamamıyla farklı bir bakış açısıyla neticelendirir ve davranışın anlamını da anlaşılır hâle getirir.
c) “Konuşma Tedavisinin” İyileştirici Etkisi
Eğer Freud’un girişimleri hiçbir şey vadetmez ise Lacan’ın üzerinde durduğu dil konusu, basit bir bellek ile fazlasıyla belirlenir ki bu da katı kurallarla kontrol edilen durumlarda akıl hastalıkları ile boğuşan bir insanın, başka bir insan ile konuşmasının tedavi edici bir tecrübe olabileceğinden başka bir şey değildir. Analizand, sahip olduğu şikayetler ile analiste gider. Analist, bazı belirleyici noktalarda analiz ettiği kişinin bu davranışlarını yorumlar ve geriye dönük olarak anlamlarını netleştirir. Bu basit bir zihinsel aktivite değildir. Freud’un vurguladığı üzere, bir yanda bilinçdışına ait bilgiler bulunurken diğer yandan bilinçdışına etki eden bilgiler bulunur. Başarılı bir psikanaliz, bedenin biyolojik gerçekliği üzerinde dahi bir etkiye sahiptir, öznenin dünyaya bakış açısını değiştirir ve semptomlarını ortadan kaldırır.
Dilin ve kelimelerin gücünü açıklama ihtiyacı, Lacan’ın dil anlayışının arkasındaki açık ve kalıcı bir sebeptir. Lacan’ın konuyla ilgili önde gelen temel savları, takip eden yöntemlerde ifade edilebilir. Bir semptomda, tıpkı yukarıda gördüğümüz gibi bilinçdışı bir arzu kendisini dışa vurmak istemektedir. Semptom, analiste anlatılır ve kişinin analist ile olan gidişatına göre seanslarda tekrar edilebilir. Daha sonra analist tarafından semptomun içindeki arzunun gücünü tanımlayan ya da sembolize eden eyleme dair bir yorum getirilir ve belirti ortadan kaybolur. İşte burada hem arzu tanımlanır hem de arzu tatmin edilir. Buna dayanarak kastedilen, semptom aracılığıyla dile getirilen bilinçdışı bir arzunun bir kısmı, en başından beri, aslında teşhis edilme arzusudur. Bu, tam anlamıyla Lacanlı anlayışın merkezindedir, hatta Hegel’in Ruhun Fenomenolojisi eserinin etkileri Lacan’ın esas kavramlarında görülmektedir. Bu, yukarıda bahsedilen felsefi antropoloji ve Lacan’ın insan arzusunun bireylerin birbirleriyle olan etkileşimlerinin diyalektiğinde saplanıp kalmış olmasına dair eleştirisi ile tamamen örtüşmektedir.
Ancak Lacan’a göre, öznelerin bastırılmış arzularının bir çıkış yolu bulmaya çalışması dil hakkında önemli bir noktayı da göstermektedir. Bu da dilin, toplumsal bir anlaşmadan çok daha üstün olduğudur. Lacan’ın Ecrits eserinde belirttiği gibi: “Kural olarak herkes, başkalarının kendisi gibi mantık kısıtlamalarına erişilemez kalacağını, temel olarak adlandırılan şeyle ilgili açık veya örtülü bir anlaşma olmaksızın yürürlüğe girmeyen bir tartışma kuralı prensibinin kabulü dışında kalacağını bilir. Bu, neredeyse her zaman tehlikede olanla ilgili beklenen bir anlaşma ile eşdeğerdir… Bu nedenle, bu kurallardan Öteki’nin iyi niyetinden başka hiçbir şey beklemeyeceğim ve son çare olarak, uygun bulursam veya bunun için zorlanırsam, kötü niyeti eğlendirmek için kullanacağım…” (Lacan, 2001: 154-155). Lacan’ın görüşüne göre konuşmak, birincil denetçim “anlamasa” bile iletmek istediğim şeyin gerçek anlamının her zaman ortaya çıkmasını ve “Öteki” bir yerde kaydedilmesini sağlayan bir kuruluş veya toplantı olduğunu varsayar. (Burada Birinci Bölüm’de ele alınan büyük Öteki kavramının başka bir anlamı olduğuna dikkat edin. Büyük Öteki, ne zaman konuşsak söylediklerimizin gerçeğini kaydedeceğini varsaydığımız bir yer, mahkeme, topluluk veya tek bir insandır.)
Bu yüzden Lacan’ın dil felsefesi, iletişim ediminden önce anlamın geldiğini iddia eden (ister Lockçu ister betimleyici veya görüngüsel olsun), herhangi bir felsefi görüşe karşı güçlü bir muhalefet olarak okunmalıdır. Lacan, konuşmayı öznelerin anlamlarını Öteki’nden tersine çevrilmiş bir biçimde elde ettiği bir süreç olarak tanımlar. Psikanaliz yorumlamasının içerisine dâhil olan şeyleri bir kez daha düşünün. İşte burada, bir analist tarafından bir semptomun ne anlama geldiği yorumlanmıştır. Buna göre, Lacan için semptom, öznenin yalnızca diğerleri ile geçmişteki ilişkileriyle bağlantılı değildir. Eğer semptom bir Öteki’nin yorumu ile çözülebilirse, bunun nedeni bu yorumun en başından beri onun gözünden oluşturulmuş olmasıdır. Slavoj Žižek’in, bir semptomun, arkasında yatan gerçeği bilmesi beklenen bir Öteki’ye nasıl en başından beri aktarıldığı ile ilgili Lacancı kavram üzerine olan görüşü şu şekildedir:
“[5]Semptom, dünyanın başarısız kaldığı yerde, simgesel iletişim devresinin koptuğu yerde ortaya çıkar: İletişimin başka araçlarla sürdürülmesi”dir bir tür; başarısız, bastırılmış söz kendini kodlanmış, şifrelenmiş bir biçimde ifade eder. Bunun içerimi de semptomun yorumlanabilmekle kalmayıp, deyim yerindeyse, yorumlanacağını göz önünde bulundurarak oluşmuş olduğudur: Onun anlamını kapsadığı varsayılan büyük Öteki’yi muhatap alır. Başka bir deyişle, muhatabı olmayan semptom yoktur: Psikanalitik tedavide semptom her zaman analiste yöneliktir, onu muhatap alır, gizli anlamını açığa çıkarması için ona yapılan bir başvurudur. Ayrıca aktarım içermeyen, anlamını bildiği varsayılan bir özne konumu içermeyen semptom olmadığını da söyleyebiliriz.[6]” (Žižek, 2011: 88, 89)
Aktarımın kilit anlamına rağmen Lacan, benim iletişimsel eylemlerimin, en anlamsız gözüken “sürçmelerin” ve belirtisel davranışların ardındaki gerçekleri bilen bir Öteki bulunduğuna dair bir varsayımda bulunur. Önceki bölüme göre, tıpkı gördüğümüz gibi, aktarım en basit cümlelerde dahi gerçekleşen değişken gösterenlerin anlamlarını oluşturmanın mümkün olma durumudur. Psikanalitik yorumlamada basitçe gerçekleşen, bu sürecin daha önemli sonuçlarından biridir. Özne, konuşarak kendisini onun gerçeklerini bilen Öteki’ye anlatır, bu sürecin sonunda da özne tarafından Öteki’ye ulaşan gösterenler oluşturulur ve tekrar özneye “tersine çevrilmiş bir biçimde” döner.
Lacan’a göre bu noktada gerçekleşen, daha önce oluşturulmayan gösterenlerin bilinçdışının dışavurumları doğrultusunda seslerini bularak öznenin simgesel evreninde bütünleşmiştir: bulunduğu topluluğun doğal dili üzerinden kişinin dünyayı algılamasıdır. Bütünleşen her şey öznelleşmiş ve bu sayede özne, bunları onun benliğine tamamıyla yabancı ihlaller gibi görmek yerine benliğinin tamamlayıcı bir parçası olarak görmeye başlamıştır. Bu nedenle Lacan, psikanalitik yorumlama hakkında konuştuğunda her zaman bu yorumlamanın anlayış üzerine etkisi olsa da öznenin kendini anlamasına yönelik yeni anlamlar eklemez. Yorumlama, öznenin geçmişini nasıl gördüğüne dair olan fikirlerini değiştirir ve öznenin kendi anlayışının ondan istediği gibi olacak bir şekilde gösterenleri yeniden düzenler. Bu süreci teorileştiren önemli bir Lacancı kategori “ana gösteren” olarak nitelendirilir. Ana gösterenler, öznenin benliğinin derinlemesine bağlı olduğu gösterenlerdir. Buna en basit örnek “Avustralyalı”, “demokrat”, “edep”, “özgünlük” sözcükleri verilebilir. Bunlar genellikle özneler tarafından sunulacak sözcüklerdir; tıpkı Kant’ın dediği gibi, bir şeyi isimlendirmek kendi içinde sona erer. Öznelerin, ayaklarının altındaki semantik (anlamsal) örtüyü bir kenara itmeden sorgulayamaya isteksiz ve aciz olacakları değer ve fikirler belirlerler.
Sonraki bölümde daha detaylı olarak inceleyeceğimiz Lacan’ın “ana gösteren”lere olan bakış açısı çok katmanlıdır. Gerçekten de bu gösterenlerin öneminin öznenin kendisini bu gösterenler ile tanımlayarak diğer gösterenler arasında birtakım sıralamalar oluşturmasından edinildiği söylenebilir. Örneğin, birisi kendisini bir “komünist” olarak tanımladığında başka birisinin kendisini “liberal” olarak tanımlamasına kıyasla gösterenlerin anlamsal dizilişi tamamıyla farklı olacaktır. Onun için “özgürlük, kapitalizmde yer alan ve liberal ideolojik söylemin altında saklı olan sömürücü uygulamalardan özgür olma” anlamına gelmektedir. “Demokrasi, proletarya diktatörlüğü” demektir. “Eşitlik, kapitalist eşit ticaret hakkının sahteliğinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan” gibi bir anlama sahiptir.
Psikanalitik süreç içerisinde Lacan’ın savunduğu fikir, yeni “ana gösterenler”in yüceltilmesidir; bu sayede özne, kendi benlik algılarını ve diğerleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenleyebilir. Örneğin, daha önce bir birey kendisinin şehvetli karakterini bastıran “edep” kavramı ile tanımlanmış olabilir ve sonrasında nevrotik davranışlar sergileyebilir. Analizlerin onu doğru bir şekilde yönlendirmesine yol açacak olan kendisini, farklı “ana gösterenler” ile tanımlamasıdır. Bu ana gösterenler, semptomlarında bilinçsiz olarak Öteki’ne hitap ettiği gösterenleri yeniden ifade eder ve böylece travmatik yüklerini simgesel (öz)anlayışı ile bütünleştirerek azaltmış olur.
Dipnotlar
[1] Bkz. https://gorgondergisi.com/carl-gustav-jung-ve-analitik-psikolojiye-kisa-bir-giris/ (Geist, M., (2018), Carl Gustav Jung ve Analitik Psikolojiye Kısa Bir Giriş, (Çev. İpek Türel), Gorgon Dergisi.
[2] Yani, Lacan’a göre, dil sürçmesi, unutkanlık, rüyalar vesaire gibi olgular bilinçdışının gösterenleridir ve her gösteren bizim farkına dahi varmadığımız, bizi aşan bir sisteme işaret etmektedir. (r. n.)
[3] Parlêtre (konuşan varlık). Bkz. Cléro, J. P., (2011), Lacan Sözlüğü, (Çev. Özge Soysal), Say Yayınları, İstanbul. (e.n.) Bu kavram özetle, bir insanı insan yapan şey dildir, konuşuyor olmasıdır. Lacan’a göre bir insanın bilinçdışı tıpkı bir dil gibi yapılanmıştır. (r.n.)
[4] Žižek, S., (2015), Hiçten Az: Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi, (Çev. Erkal Ünal), Encore.
[5] Anlamın daha anlaşılır olması için alıntının tamamı kullanılmıştır. (e.n.)
[6] Žižek, S., (2011), İdeolojinin Yüce Nesnesi, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul.
İleri Okuma
Slavoj Žižek, (2011), İdeolojinin Yüce Nesnesi, (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları.
Carl Gustav Jung, (2006), Analı̇tı̇k Psı̇kolojı̇, (Çev. Ender Gürol), Payel Yayınevi.
Saffet Murat Tura, (2010), Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Kanat Kitap.
Kamil Tuzgöl, (2018), Lacanyen Psikanalitik Kuram ve Öznenin Konumu, Türkiye Bütüncül Psikoterapi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1.
Kolektif, Lacan Seçkisi, Monokl Yayınları, İstanbul.
Redaktör: Melis Fettahoğlu-Hallier
Editör: Cemre Yıldırım
Görev Alan Yayın Kurulu: Arman Tekin, Esra Koca, Martı Esin Şemin, Utku Baran Ertan
Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi Dil Felsefesi