• Home
  • Felsefe
  • Felsefe İçerisindeki Muhalefet Kültürü Hakikate Ulaştırmaz
Felsefe

Felsefe İçerisindeki Muhalefet Kültürü Hakikate Ulaştırmaz

Muhalefet Kültürü

Felsefe yazılarımız için tıklayınız.

Yazar: Martin Lenz

Çevirmen:  Burak Erdem

Felsefe İçerisindeki Muhalefet Kültürü Hakikate Ulaştırmaz

İster profesyonel bir ortamda ister bir barda olsun, felsefi tartışmalar genellikle ortaya atılan her fikrin hatasının vurgulanması ile gerçekleşir: “Bunların hepsi çok iyi ama…” Bu muhalif yöntem, şöhretini çoğunlukla hakikati ortaya çıkartmasına borçludur. Yanlış varsayımları ortadan kaldırmak, bizleri düşünceler pazarında hakikat ile baş başa bırakıyormuş izlenimi vermektedir. Bu, oldukça yaygın bir uygulama olsa da (hatta ben bile uyguluyor olsam da) bunun özellikle felsefi tartışmalar için iyi bir yaklaşım olup olmadığından emin değilim. Felsefi nitelikteki muhalif fikir alışverişinin ilerleme açısından çektiği sıkıntılar, basit ancak sorunlu bir iş bölümünden kaynaklanıyor olabilir. Görüşmeler, seminerler ve bildiriler gibi profesyonel ortamlarda doğal olarak kendi görüşlerimizden ziyade diğerlerinin görüşlerini eleştiririz. Bununla birlikte, bir fikri eleştirmek yerine onu öne sürdüğümüzde itibarımızı şüphesiz daha fazla riske atarız. Bu durum ise (yeni) fikirleri savunan kişilerin sistematik bir şekilde aleyhine olur.

Muhalif eleştiri genellikle fikirlerin iki şekilde anlaşılmasından doğar. İddialar ya doğru ya da yanlıştır. Aynı şekilde argümanlar da ya geçerli ya da geçersizdir. Bu anlayış doğruysa yanlış ya da geçersiz noktaların ortadan kaldırılması bizleri gerçekten de doğru fikirler ile baş başa bırakabilir. Durum böyle olsaydı, muhalif fikrin savunucularına verilebilecek en iyi yanıt eleştiri olurdu. Ancak bu durum uygulamada ne kadar iyi işliyor? Ontario’daki Windsor Üniversitesi’nden filozof Catherine Hundleby, bilimsel tartışmaların öğrencilere nasıl öğretildiğini çözümlemeye çalışmış ve bir fikrin savunucularının kendilerine yöneltilen eleştiriye yanıt olarak sundukları argümanları gözden geçirdikleri “argüman onarımının” fazlasıyla ihmal edildiği sonucuna varmıştır.  Bunun yerine, argümanları “yanlışlık etiketleri” ile damgalayarak değerlendirmeyi sağlayan hızlı araçlar vurgulanmaktadır. Bu tamamen olumsuz bir durum olduğu için sanılanın aksine durumu kolaylaştırmaz.

Yine de argümanlar ya da iddialar kusurluysa zayıflıklarına değinmenin en nihayetinde yardımcı olacağını düşünebilirsiniz. O hâlde fikrin savunucuları eleştiriye nasıl tepkiler verirler? Kendi tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki filozoflar bu durumu açıklığa kavuşturmak için uğraşmak yerine kendi konumlarını savunmayı tercih edebilirler. Bir iddia eleştirildiğinde, o iddiayı ileri süren kişinin tepkisi genellikle kapsamı sınırlandırmak, vurgularını yumuşatmak veya bakış açılarını uyumlu hale getirmek olur. Daha ne olduğuna bile bakılmadan fikirler kestirip atılır. Cüretkâr iddiaların itibarı zedeleyebileceği göz önüne alındığında, insanların tepki göstererek hasar kontrolü gerçekleştirmeleri ve iddialarını kabul edilebilir olduğunu varsaydıkları unsurlara göre uyarlamaları şaşırtıcı değildir. Cambridge Üniversitesi’nden Tim Crane’in “The Philosopher’s Tone” (Filozofun Vurgusu) adlı eserinde belirttiği gibi yazarların her türlü olası itirazı önceden önlemeye çalışmaları ve özgün fikirler yaratmaya giderek daha az yer ayırmaları bakımından benzer etkilere sahiptir.

Bunun bir sorun olmadığını söyleyebilirsiniz. Ancak hasar kontrolü hakikati ortaya çıkarmayı sürdürerek bizi aşırı ilkelerden uzaklaştırabilir. Buna ek olarak insanların karşısında karşıt deliller olsa da algılanan mevcut duruma (statüko) uyum sağladıkları varsayımında bulunabilmek için sağlam gerekçeler vardır. 1950’lerde, sosyal psikolog Solomon Asch meşhur uyum deneylerini gerçekleştirdi. Denekler, cevabı son derece açık olan algısal görevleri çözmek zorundaydılar. Ancak birçoğu gruba uyum sağlamak adına yanlış cevaplar vermiş, mevcut durumdan sapmamak için gözlerinin önündeki kanıtları göz ardı etmişlerdi. O zamandan beri deneyler çeşitli koşullarda tekrarlanmış ve sosyal baskının zararlarını gözler önüne sermiştir.

Bu psikolojik gerçekleri dikkate aldığımda, acımasız eleştirilere maruz kalmanın gerçeğe götüreceğine inanmakta zorluk çekiyorum. Akademik filozofların genel amacı ortak görüşlere uygun görünmekse fikir savunucularında sıklıkla şahit olduğumuz iddialarını algılanan sağduyu ile uyumlu hâle getirmelerini ve yumuşatmalarını da aynı şekilde beklemeliyiz.

Ancak muhalif eleştiri çoğu kez uyumu teşvik etse bile, hatalara dikkat etmenin yanlış olduğu anlamına gelmez. En nihayetinde bir şeyin yanlış olduğunu bilmek, eskisinden daha fazlasını biliyoruz ya da bunu tartışabiliriz anlamına gelir. Buna ek olarak, bir hatanın tespit edilmesi karşıt bir iddiayı kendiliğinden doğru yapmaz. Beni p’nin yanlış olduğuna ikna ederseniz, bileceğim tek şey p’nin yanlış olduğudur. Ancak bu, q’nun doğru olduğu anlamına gelmez. Gördüğüm kadarıyla eleştirinin hakikate ulaştırdığı fikri, belirli bir konuya dair olası iddiaların sınırsız olduğu fikrine dayanır. Eğer yirmi iddianız bulunuyorsa ve bunlardan bir tanesini elemeyi başardıysanız, ilerleme kaydettiğiniz söylenebilir. Şimdiyse yalnızca on dokuz farklı fikri dinlemeniz gerekiyor. Yine de sürekli değişen bir dünyada sınırlı bilişsel kapasiteleri ve iddiaları yeniden düzenleme, bunları farklı bağlamlarda ele alma seçenekleri olduğunu varsayarsak iddiaların ve argümanların sayısının sonsuz olduğunu düşünmeyi tercih ederim.

Endişem, masadaki birçok seçeneğe sahip olmamız değil, fikirleri erkenden bir kenara atmamızdır. Windsor Üniversitesi’nden filozof Ralph Johnson’ın da belirttiği üzere, her argüman olası eleştiriye karşı savunmasızdır. Şayet bu doğru ise hatalar ve onları bulabilme seçenekleri de çoktur. Buna karşın tartışmasız bir şekilde ilerleyecek felsefi iddialar son derece nadirdir (hatta aklıma bir tane bile gelmediğini söyleyebilirim). Bu, eleştirmenlerin aksine fikirlerin savunucularını sistematik olarak güç bir duruma sokmaktadır. Ancak bunun nedeni yalnızca itibar sorunları değildir. En azından felsefede birisinin hata yapma olasılığı kendi taşı gediğine koymaktan daha olasıdır. Bu her ne kadar moral bozucu gözükse de bizlere felsefi iddiaların doğası hakkında bir şeyler söyleyebilir. Belki de felsefi argümanların ana odağı hakikatten ziyade bilgelik ya da buna benzer bir şeydir.

İddiaların ya da argümanların savundukları ne olursa olsun muhalefet kültürünün temelinde şüpheli fikirlerin bulunduğu aşikârdır. Uymacılık ile ilgili pragmatik ve politik kaygıları göz ardı etsek dahi yanlışlıkları dışlamanın bizi hakikat ile baş başa bıraktığı şeklindeki bu yanıltıcı fikir, felsefeyi göz korkutucu bir işe dönüştürmektedir. Peki bu konuda ne yapabiliriz? Burada verilecek makul tepki, eleştirinin, fikrin kendisine veya onu savunan kişiye muhalif olarak yorumlanmaması olabilir. Aksine yapılan eleştiri, fikirlerin ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir.

Böylesi bir yaklaşımı nasıl uygulamaya dökebiliriz? Bir yandan bu, fikirlere dair bütüncül bir bakış açısı gerektirir: Bir fikir, yalnızca bireysel bir iddia değil, aksine bir dizi başka iddialar, varsayımlar ve sonuçlarla yakından ilişkili bir olgudur. Orta Çağ felsefesinin yorum gelenekleri buna iyi bir örnektir. Bir yorum, bir iddiayı doğrudan eleştirmeyebilir ya da hiç eleştirmemeyi tercih edebilir ama öyle ya da böyle vurgulanan noktaları detaylı olarak açıklamaktadır. Örnek vermek gerekirse Ockhamlı William’ın Aristoteles’in mantığı üzerine yaptığı yorum, Aquino’lu Thomas’ın yaptığı yorumdan şüphesiz farklıdır. Ancak bu demek değildir ki ikisinden birisi yanlıştır. İkisi de bir iddiayı ele almanın farklı yollarını sunarlar ve Aristoteles’in olası anlayışlarının bir parçası haline gelirler.

Öte yandan bu, yazarlığa karşı daha akıcı bir tutum gerektirir: Eğer bir fikri arkadaşlar arasında tartışır, örnekler ileri sürer, eleştirilere gülüp geçer ve zayıf olasılıklı uygulamalar hakkında tahminlerde bulunursanız gecenin sonunda bu fikir kime ait olur? Herkes geriye pek de bir şey kalmamış olan ilk fikre katkıda bulunmuş olabilir.  Bu anlamda, fikirlerin çoğu zaman birden fazla yazarı vardır. Böyle samimi bir ortamda açıklayıcı bir eleştiriye karşı doğan ortak tepki, savunmanın aksine şu doğrultudadır: “Evet, aslında demek istediğim şey tam da buydu!” Mesele şu ki, muhalif eleştiri yerine dostça eleştirmek, bu fikrin düşmanca bir şekilde ortadan kaldırılmasından ziyade ilk girişimin daha iyi bir ifadesi olarak algılanabilir.  Bu, hiçbir fikrin yanlış ya da kötü olamayacağı anlamına gelmez. Aksine tartışmanın öncesinde fikrin uygun bir incelemeye tabi tutulduğundan emin olabileceğimiz anlamına gelir.

Bu sebeple bir eleştiriyi, iddianın parçası olarak görmek hem fikirlerin kendisine hem de onların savunucularına yönelik olan değerlendirici tutumun değiştirilmesi anlamına gelecektir. Bir iddiayı ne kadar çok irdeler ve onu bir oyuncak gibi kurcalarsak anlatılmak isteneni o kadar iyi anlayabiliriz. Bu felsefi uygulamayı adlandırmak için ihtiyaç duyduğumuz en uygun metaforik kaynaklar sözlü çatışmalardan değil, aksine mutlu tesadüflerin ve yeniden keşfetmelerin eylemlerimize rehberlik ettiği oyun alanlarından sağlanmalıdır. Konuşmalarımızı, bir fikre sahip herhangi bir filozofu küçük düşürmeye hazır bir jüri fikrinden ziyade arkadaşlar arasındaki eğlenceli fikir alışverişlerini örnek alarak gerçekleştirirsek felsefenin eleştirel doğası daha da zenginleşecektir.

 

Redaktör: Rumeysa Erol

Editör: Cemre Yıldırım

Yayın Kurulu: Arman Tekin, Büşranur Bayram, Melis Fettahoğlu-Hallier

 

Yazının orijinal linki için:

https://aeon.co/ideas/the-adversarial-culture-in-philosophy-does-not-serve-the-truth

 

Muhalefet Kültürü Muhalefet Kültürü Muhalefet Kültürü Muhalefet Kültürü

Related posts

Leave a Comment