Portre Sanatında Gülümseme
Yazar: Nicholas Jeeves
Çevirmen: Ayşegül Atalay
Ciddi Olan ve Sırıtan: Portre Sanatında Gülümseme
Bugün biri fotoğrafımızı çekmek için kamerayı bize doğrulttuğunda gülümseriz. Bu durum günümüz kültürel ve sosyal bir refleksi ve bir portre fotoğrafından beklentimizdir. Ancak portre ressamlığının uzun tarihine baktığımızda, sanki o kocaman gülümseme genelde hoş karşılanmamıştır. Charles Dickens’ın 1838’de yayımlanan Nicholas Nickleby adlı romanındaki karakterlerinden portre ressamı Bayan La Creevy bu soruna şöyle kafa yormuştur:
“…İnsanlar o kadar memnuniyetsiz ve saçma ki, onundan dokuzunu resmetmekten hiç keyif almıyorum. Bazıları, “Ah, beni ne kadar ciddi göstermişsiniz Bayan La Creevy!” veya başkaları “La, Bayan La Creevy, ne kadar da sırıtıyor”… Aslında sadece iki tarzda portre çalışması vardır: ciddi olan ve sırıtan. Biz, profesyoneller için her zaman ciddi olanı (bazen aktörler bunun dışında kalır) ve özel hanımefendiler ile beyefendiler için sırıtan tarzı kullanırız.”
Herhangi bir sanat galerisinde gezinince ağzı açık gülümsemenin ne kadar demode olduğu ortaya çıkar. Bayan La Creevy’nin belli belirsiz sırıtan portreleri sayıca daha fazladır; sonuçta sırıtan bir model, sanatçı için açıkça (32 dişiyle) gülenden daha çok belirsizlik fırsatı sunar. Böylesine incelikli ve karmaşık bir yüz ifadesi neredeyse her şeyi (yoğun ilgi, küçümseyiş, flört, efkar, bıkkınlık, huzursuzluk, memnuniyet ya da biraz utangaçlık) aktarabilir. Bu kaçamak ifade, sanatçının bize görsel ile kalıcı bir duygusal bağ sunmasını sağlar. Ağzın kocaman açıldığı bir gülümseme ise açıkça öz farkındalıktan yoksun bir anın işaretidir.
Ciddiyet ve sırıtma arasında süregelen çatışma portrecilikte ağzın tartışma konusu olduğu alandır. Dünyanın en uzun soluklu ve ünlü portresi bu ciddi tartışmada önemli bir rol oynar. Mona Lisa ve onun sırıtışına (daha çok ‘esrarengiz gülümsemesi’ olarak bilinir) milyonlarca sözcük ithaf edilmiştir. Günümüzde de, 16. yüzyıl Floransa’sına kadar uzanan upuzun ve gürültülü bir kuyruğun en arkalarında olduğunuzu hissetmeden Mona Lisa hakkında bir şeyler yazmak oldukça zordur. Ancak söz konusu portre sanatındaki gülüş ise bıraktığı etki ile nesiller boyu daha fazla incelenmek isteyen Mona Lisa’ya değinmemek ayıp olur. Zaten Leonardo Da Vinci, ustaca kullandığı sfumato[1] tekniğini (bulanıklık ya da duman etkisi) ve insani tutkuları kendi derin anlayışıyla harmanlayarak bizi bunu yapmaya sevk eder. Bir çeşit büyü gibi o canlı gülümsemesi daha ilk bakışınızda size esrarengiz bir davette bulunurken, sonra tekrar bir de bakmışsınız ki merkezdeki sfumato yok olmuş, o da sizle ilgili fikrini değiştirmiştir bile. Bu tür etkileşimli ve paradoksal bir durumdur: Resmin etkisi sadece diyalog içerisinde ortaya çıksa da o aslında siz bakmadığınızda gerçekten oradadır. İşte bu nedenle Mona Lisa birçok yönden sinir bozmak için tasarlanmıştır- ve bozmuştur da.
19. yüzyılda, Rönesans sanatına olan o dizginsiz, eleştirel düşkünlük had safhadayken, Mona Lisa’nın gülümsemesi ile ilgili bir curcuna kopmaya başlamıştı bile. Bir tarihçi ve eleştirmen olan Jules Michelet, onunla çok kişisel bir an geçirmenin keyfine varma ya da ona katlanma fırsatı yakalamıştı. Kendi yazmış olduğu Histoire de France (Fransa Tarihi) adlı eserinin VII. cildinde şöyle demiştir: “Bu tablo beni çekiyor, çağırıyor, beni ele geçiriyor. Kendime döneceğime bir kuşun yılana yakalanması gibi ona doğru çekiliyorum.” Aslında, bu romantik eleştiri kisvesiyle ustaca gizlenen yeni Mona Lisa kültünün bir ifadesi olup, tarihçilerin yıllardır onun cazibesine olan bağlılıkları konusunda birbirilerini aşma girişimiydi. Michelet’in damadı ve ayrıca bir eleştirmen olan Alfred Dumesnil, L’art Italien’de (İtalyan Sanatı) ileri giderek kayınpederi ile beraber sanki ona boynuzlarını geçirircesine şöyle der: “Bu gülümseme çekicilik dolu fakat bu hasta bir ruhun hastalık yayan hain çekiciliği. Sakin görünüyor ama deniz kadar coşkulu ve açgözlü.” İngiltere’den John Ruskin bu resmin sadece bir “karikatür” olduğunu iddia ederken, Walter Pater adlı genç bir Oxford öğretim görevlisi kendi Rönesans’ı ile karşılık verir: “Dünyanın tüm düşünce ve deneyimleri orada kazındı ve yoğruldu… Yunan’ın animalizmi, Roma’nın şehveti, tinsel ihtirasları ve yaratıcı aşklarıyla Orta Çağ mistisizmi, Pagan dünyasının geri dönüşü, Borgia ailesinin günahları…”
1919’da Fransız sanatçı Marcel Duchamp, gülümsemeye süslü bir bıyık ekleyip, çalışmasına “sevişmek istiyor” ifadesinin kısaltması ve ayrıca “aşağıda yangın var” anlamına da gelen bir deyim olan ve sadece ortalığı ahlaksız Dadacı tarzında kızıştırmaya yarayan L.H.O.O.Q adını vererek zafer kazanmışçasına kendi versiyonunu yarattı. Mona Lisa, Jules Michelet için romantik aşkın simgesi iken, Duchamp için ise esprili bir mastürbasyon malzemesiydi.
İnsanların dişleri kötü durumda olduğu için resimlerde gülümsemediklerine dair yüzyıllardır süregelen bir düşünce var. Aslında bu doğru değil. O zamanlar dişlerin kötü olması o kadar yaygındı ki bu birinin çekiciliğini eksilten önemli bir kusur olarak görülmüyordu. Kraliçe Viktoria’nın liberal görüşlü başbakanı Lord Palmerston, yaşadığı av kazalarının bir sonucu olarak eksilen ön dişlerine rağmen “çarpıcı derecede yakışıklı bir yüze ve endama sahip” olarak tasvir edilmişti. Ancak hayatının ilerleyen dönemlerinde takma diş takıp imajından ödün vermek zorunda kalmış ve dişlerini düşürme kaygısından dolayı konuşmalarında duraksamalar yaşamıştı. Bu durum, Disraeli’nin parlamentoda onunla uluorta alay etmesine neden olmuştu.
Yine de hem ressamın hem de poz verenin, gülümsemeye karşı isteksiz olmaları için birçok iyi sebebi vardı. Her ne kadar göz ardı edilse de gülümsemeyi resmetmenin zor olması bu sebeplerin başında geliyordu. Birkaç resmî portre örneğinde göze çarpan gülümsemelere rastlansa da bıraktığı etki açısından çoğunlukla memnun edici değildi ve bu durumu günümüzde de kolayca deneyimleyebiliriz. Bugün de tam karşımızda bir kamera varken gülümsememiz istendiğinde bunu hemen teatral bir hevesle yaparız. Ancak bu süreç fazla uzarsa, gülümsemenin tedirgin bir yüz ekşimesine dönüşmesi an meselesidir. Böylelikle gönüllü yapılan eylem birden dayanılmaz duruma dönüşüverir. Dolayısıyla gülümseme bir ifade değil yüz kızarması gibi bir tür cevaptır, tepkidir ve ne kolayca sürdürülebilir ne de resmedilebilir.
Gülümsemenin aynı zamanda çok sayıda farklı kültürel ve tarihsel anlamı vardır. Bunlardan bir kısmı, sıcaklığın, hazzın ya da mutluluğun fiziksel bir işareti olduğuna dair modern algımızla uyumlu olanlardır. Avrupa’da 17. yüzyıl ile birlikte ağzı açık şekilde gülümseyenlerin sadece fakirler, çapkınlar, şarhoşlar, masumlar ve eğlenenler (bazılarına sonra değineceğiz) olduğu iyi bilinen bir gerçektir. O zamanlar dişleri göstermek üst-sınıflar için neredeyse görgü kuralı ihlali niteliğindeydi. Aziz Jean-Baptiste De La Salle, 1703’te kaleme aldığı Hristiyan Terbiyesi ve Adabı (The Rules of Christian Decorum and Civility) adlı eserinde şöyle der:
“Bazı insanlar üst dudaklarını o kadar yukarı kaldırıyorlar ki neredeyse tüm dişleri görünüyor. Doğa bize dişleri kapatmamız için dudakları verdiğinden, bu onların açıkta kalmasına müsaade etmeyen terbiyeye aykırıdır.”
Bu yüzden bir ressamın, portresini yapmak için seçtiği kişiyi gülümsemeye ikna etmesi önemlidir çünkü bu gülümseme resmin kökten değişmesine neden olacaktır; bu da kesinlikle sıra dışı ve istenmeyen bir durumdur. Resim birdenbire ağzı açık gülümseme ile “ilgili” olur ve bu durum da ne sanatçı ne de resmi satın alacak olan kişi tarafından hiçbir zaman istenmez.
Bu anlamda portre, kişinin kaydından ziyade resmi idealidir. Amaç bir anı değil ahlaki bir kesinliği yakalamaktı. Bilhassa politikacılar bu konuda hassastı. Daha modern ve fotografik bir prensip örneği için zamanında en çok mizah anlayışı ile bilinen, etrafındakileri nasıl kahkahalara boğduğu ile ilgili birçok hikâye anlatılan Abraham Lincoln düşünülebilir. Bazı gayri resmî fotoğraflarında gayet babacan bir imaj çizerken, “Gettysburg Portresi” olarak bilinen resminde, köleliğin katı bir muhalefet olmadan sadece zekâ ile kaldırılamayacağını vurgularcasına en sert ifadesini takınır. Bu resimdeki imaj o kadar güçlüdür ki günümüzde hâlâ o şekilde hatırlanır. Lincoln’ün çağdaşı Mark Twain, Sacramento Daily Union’a yazdığı bir mektupta fotoğraf ile ilgili katı bir yorumda bulunmuştur:
“Fotoğraf çok önemli bir belgedir, orada aptal gibi gülümseyip sonsuza kadar o şekilde kalmaktan daha kötü bir şey olamaz.”
1460’ların sonlarına doğru gittiğimizde Sicilyalı ressam Antonello da Messina, Portrait of a Man’i (Antonello’nun modelinin kim olduğu bilinmeyen birçok portresinden biri) resmederken elbette tüm bunları dikkate almıştı. Birçok gülümseyen portre resmeden Antonello’nun bu konu ilgisini çekmiş görünüyordu. Onun gibi doğası gereği lider olan birinin, onu heveslendiren yeni bir gelenek içinde gülümsemeyi resmetmenin zor olduğu sonucuna bile varabiliriz. Yalnız, dönemin herhangi bir portresinden beklenileceği üzere, modelin bir beyefendi olduğu da şüpheli. Antonello, çalışmasında dişleri gösterecek kadar ileri gitmemişti ama yanaklarda uzun gamzeler ile göz kenarlarındaki gülme çizgilerini gösterirken, sanki dişler kısa bir süre önce gözüküyormuş izlenimi veriyordu. Ne yazık ki bu detaylar resmi daha insansı göstereceğine tam tersi oldu. Resmin durgun doğası ve gülümsemenin o garip hareketi arasındaki gerilim insanın kafasını o kadar karıştırıyor ki rahatsız edici bir şekilde okunamayan bir yüz ifadesi ile karşı karşıya kalıyoruz. İfade edilemeyecek kadar çirkin yani itici şekilde “öteki” olmasına rağmen bazı insanlar bu portrenin hâlâ güzel olduğunu düşünür, en azından resimdeki bilinmeyen adamın kendisi de sonuçtan memnun olmalıdır.
Daha tanınmış sanatçılar da bunu denedi. Caravaggio’nun 1602 tarihli Eros’un Zaferi (Triumphant Eros) adlı eseri, ergenlik güzelliği üzerine derin bir çalışmaydı ve hâl böyle olunca da tam anlamıyla bir portre niteliğinde değildi. Ancak oğlanın gülüşü o kadar coşkulu ve davetkârdı ki abartılı homoseksüel bir tutkunun kutsanışı olarak yorumlandı. Resimde medeni bir toplumun tüm değerleri altüst olmuş, çocuğun günahkâr gülüşü ise şehveti açıkça ortaya koyuyor. Merhamet gösterilmeyen bu zamanlarda, Eros’un çocukça sergilenmiş cinselliğine rağmen resmin en şaşırtıcı yönü olan ağzı açık gülümser tasviri bugün bize olağandışı gelebilir. İliklerine kadar asi ve sosyopat olan Caravaggio ise bu skandaldan zevk almıştı.
1890 yılında yani daha modern zamanlara geldiğimizde, John Singer Sargent, modelini gülümserken hem içten hem de kibar gösteren Bayan Eleanor Brooks (Miss Eleanor Brooks) adlı portreyi çizdi. Buna rağmen bir süre sonra daha kendine hâkim bir ifadeyi resmetmek için bu çalışmayı son aşamasında bıraktı. Belli ki sonuçtan pek tatmin olmamıştı. Bizzat kendisi, “Portre, suratı asılmış kişinin resmidir” demişti. Yine de aklından neler geçmiş olabileceğine dair bir tahminde bulunacak olursak böyle yetenekli bir sanatçının bu resmi bırakma seçimi, gülen bir resimle kendi itibarını bağdaştırmakta zorluk çekmesinden kaynaklanmış olabilir.
Çok farklı yüzyıllardan gelen bu sanatçıların hepsi gülümseme ile uğraştılar fakat hiçbiri izleyiciye tutarlı bir yorum sunmakta başarılı olamadı. Görünüşe göre paradoksal olarak bir gülümseme ne kadar az yorumlanabiliyorsa o kadar çok anladığımızı hissediyoruz. Tıpkı sihirbazlık numaralarındaki gibi resmi açıklamaktan ziyade uyandırdığı merak bizi daha çok heyecanlandırıyor.
En kocaman ve en iyi gülüşleri görmek için üst sınıfları bırakmalı ve onun yerine dikkatimizi sosyal düzenin alt kademelerine yöneltmeliyiz. 17. yüzyıl’da Hollandalı sanatçılar, hayatın bolluğunu resmetmeye kendilerini kaptırmışlar, hayatın içindeki gülümsemeleri bilhassa aramışlardır. Bu ülkede sanatçıların seçenekleri neredeyse sonsuzdu, sonuç olarak resimlerdeki ve gerçek hayattaki “Hollandalılık” toplumdaki hovardalığın kısa bir gösterimi gibiydi. Bu stilin takipçileri olan Jan Steen, Franz Hals ve Judith Leyster hepsi de ağzı açık gülümseyen insanlar çizdiler. Birbirleriyle de arkadaş oldukları söyleniyordu ve bu ortamda sanatçı, izleyici ve model diye bir ayrımcılık girişimi olmadı. Sanatçıların karmaşık olduğu kadar aleni olarak yaşadıkları ortak aşk ilişkileri de onları, o günkü yaşamın tam merkezine koyuyordu.
Muhtemelen aralarındaki en başarılı sanatçı Gerrit van Honthorst’tur. İtalya’da Caravaggio’nun çalışmalarını gören van Honthorst, ona öylesine hayranlık duydu ki tüm gayretini onun tarzını özellikle de ışık-gölge konusundaki ustalığını yakalayabilmeye yöneltti. Ancak bu, çok anlaşılabilir bir seçim değildi. Zira Caravaggio yaşamı boyunca kötü şöhretiyle bilinen, öldüğünde de unutulup giden kavgacı bir karakterdi. Modern resmin babası olarak ünlenen ya da katil olarak kınanan Caravaggio’nun resim üzerindeki etkisi ancak 20. yüzyılın başlarında tamamen takdir edildi. Ancak, van Honthorst ona hayrandı. Caravaggio’da gerçek ve kıymetli bir şeyler görmüş olmalı ki gece geç saatlerde yemek yeme, içme ve müzik yapma gibi imgeleri içeren kendi coşkun sahnelerini son derece detaylı biçimde kayda geçirmek için hemen Utrecht’e döndü.
1624 tarihli Gülen Kemancı (The Laughing Violinist) adlı tablosu yansıtmak istediği hayata ve ayak takımına dair mükemmel bir örnektir. Rönesans’tan beri resimlerdeki müziğe yapılan herhangi bir atıf genellikle aşkın sembolü olarak yorumlanırken yine Caravaggio’dan ilham alan van Honthorst, bu sefer sınırları zorlayarak daha da ileri gitmek istedi: gülen kemancısına sadece bayağı bir ifade ve neredeyse duyulabilecek bir kahkaha vermekle kalmadı, karakteri evrensel olarak bilinen bir el hareketiyle resmetti. Yaptığı şey başlı başına çok zekiceydi, aynı Caravaggio gibi salt yetenekle o dönemin zevkine ait sınırları yıktı. Ancak, bu portre planlandığı gibi Para Sayan Kız (Girl Counting Money) resminin sağ tarafına asılınca kemancının kimle dalga geçtiği anlaşılıyor. Bu, Leonardo’nun Mona Lisa’da yaptığı gibi açık bir diyalogdu, sadece ince zekâ gösterişinden yoksundu. Van Honthorst, ağzı açık gülümseme meselesinin kabuğunu kırdı ve gülüşü olduğu gibi görmemizi sağlayarak bunun bir ifade değil, bir reaksiyon olduğunu gösterdi.
16. yüzyılın katı Kalvinist[2] rejiminden sonra rahatlayan Hollandalılar, günlük hayatı ve deneyimlerini sanatla kutladılar. Sınıf üstünlüğüne karşı daha muhafazakâr bir tutum sergileyen ülkelerde böyle rahat bir tavır rağbet görmedi. Gülümseme ve gülümsemenin güzellik üzerindeki etkisiyle epey ilgilenen İngiliz William Hogarth, Güzelliğin Analizi (Analysis of Beauty) adlı eserinde, memnuniyet belirten bir gülümseme sırasında ağzın kenarlarında oluşan çizgileri onaylarken yüzde oluşan aşırı kontürü “aptalca veya nahoş bir görüntü” olarak değerlendirdi. Böylece yakın dönem çağdaşları olan Hollandalıları incitmeden gülümsemeyi fakirlere, yozlaşmışlara ve ayyaşlara bırakmış oldu.
1877’de fotoğraf konusunda öncü olan Eadweard Muybridge, Hareket Hâlindeki At (The Horse In Motion) adlı fotoğraf dizisi ile hareketin uçup gitme sorununu çözdü. Atın hareketini yakalayıp doğru bir şekilde resmetmenin imkânsız olduğunu, koşan atların resmini yapmaya çalışan sanatçıların daha önceki girişimlerinden biliyoruz. Muybridge’in fotoğrafları sayesinde neredeyse bir gecede tuvallerdeki tüm atlar garip karikatürler olmaktan çıkıp dörtnala koşan hayvanlara dönüştü. Üstelik fotoğrafçılar siz daha “peynir” diyemeden kendilerini uçup giden başka bir şeyi yakalarken buldular: hakiki gülüş.
Bugünlerde her birimiz yüzlerce belki binlerce görsel kaydediyoruz ve çoğumuz ağzımız açık gülüyoruz. Topladığımız bu görseller bizim tüm ruh hâllerimizi ve durumlarımızı yansıtıyor; dolayısıyla tek bir görüntü ile tanımlanıyoruz gibi bir endişeye mahal yok. Gerçekte Abraham Lincoln’den farklı olarak, modern Birleşik Devletler başkanları sıkıntılı bir ciddiyetten coşkulu bir eğlence anına kadar uzanan tüm duygusal tepkilerini yakalayan pozlar vermeye çalışıyorlar. Aynısı, kraliyet ailelerinin tasasız, gürültülü veya tantanalı anları için de geçerli. 21. yüzyılda tüm insanların her koşulda peşinden koştuğu tavır da bu olmalıdır.
Dipnotlar
[1] Sfumato, Rönesans resim sanatında kullanılan tekniklerden biridir. Duman gibi havaya karışarak yok olmak anlamına gelen teknik, özellikle Leonardo da Vinci tarafından gölge ve ışık geçişlerinde kullanılmıştır. (e.n)
[2] Kalvinizm veya Kalvenizm, Fransız teolog John Calvin’in 16. yüzyıl’ın başlarında ortaya attığı görüşlere bağlı olarak kurulmuş olan bir Hristiyanlık mezhebidir. Protestanlığın ana akımlarından biri olarak görülen bu anlayışa göre toplumsal kurumların gelenekçi din anlayışına göre değil Hristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre düzenlenmesi gerektiği savunulmuştur.
Redaktör: Melis Fettahoğlu-Hallier
Editör: Martı Esin Şemin
Görev Alan Yayın Kurulu: Arman Tekin, Cemre Yıldırım, Utku Baran Ertan
Yazıda kullanılan görseller yazının yer aldığı siteden alınmıştır.
Yazının orijinali için:
https://publicdomainreview.org/essay/the-serious-and-the-smirk-the-smile-in-portraiture
Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme Portre Sanatında Gülümseme