Star Wars
Yazar: Utku Baran Ertan
Dünya için Eski, Disney için Yeni bir Serüven: Star Wars
Star Wars, en azından pek çoklarımızın bildiği üzere bir ailenin trajedisi etrafında gelişen “Yıldız Savaşları”dır. Burada kastettiğim aile Skywalker’lar. Bu yazıyı yazmaya başladığım anlarda ”The Rise of Skywalker” ile birlikte söz konusu Disney Saga’sı olarak da adlandırabileceğimiz üçlemenin son filmi, sinemalarda vizyona girdi. Pek çok insan gibi ben de “İyi ki bitiyor Skywalker hikâyesi” düşüncesindeydim. Zira artık kabak tadı vermiş olan bir yapıma dönüştü Disney’in ellerinde…
Ancak yazımın konusu elbette bu olmayacak. Daha doğrusu yazının konusu, Disney’in satın almasının ardından Disney tarafından başlatılan yoğun seviyedeki Star Wars bombardımanı, bu bombardımanın negatif etkisi, Star Wars’ı Star Wars yapan ögeler ve yeni bir soluk: “The Mandalorian”. Çok iddialı olmayan bu “cool” dizi nasıl oluyor da aradan çıkıp ”Hey! Bakın bakın bende özlediğiniz Star Wars’tan bir şeyler var!” diyor? Çok uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside değil…
2010’ların başlarında George Lucas, belki emekliliğin keyfini çıkartmak istediğinden belki de sürekli olarak dünyanın dört bir yanından taciz eden hayranları yüzündendir bilinmez, sürpriz bir karar ile kendi yaratmış olduğu popüler kültürün dünyadaki en eşsiz markalarından biri olan ”Star Wars”ı, Disney’in ellerine bıraktı. İlk etapta Disney, içinden çıkılamayacağı gün gibi ortada olan Expanded Universe’ı[1] ortadan kaldırdığını açıkladı. Bu hem doğru hem de yanlış bir hamle oldu. Keza Lucas döneminde bile EU’nun başı sonu artık toparlanamıyordu ve çözümü ”Holocron” adı verilen bir külliyat içerisinde biriktirmekte bulmuşlardı. Disney bunu ortadan kaldırmakla doğru yapmıştı çünkü bunun nereye gideceği belli değildi ve EU ile uğraşmak demek, sonu bitmeyecek bir telif savaşlarının başlaması demek olacaktı. İşin olumsuz tarafı ise Disney’in Star Wars’tan anlamayan insanlara yazdırdığı senaryolar yüzünden filmler o kadar kötü eleştiriler aldı ki, insanlar EU’daki içerikleri arar vaziyete geldi. Benim gibi ”Muhafazakâr” sayılabilecek hayranlar için ise hep Kanon[2] (6 film) öncelik taşıdı.
Burada en fazla irdelenmesi gereken şey, yeni filmlerde özgünlük olmaması, sürekli olarak geriye dönük atıf yapılması olmalı zira yeni üçlemenin ilk filmi olan ”The Force Awakens”, adeta bir ”A New Hope” klonu gibiydi. Çöl gezegenindeki mistik başlangıç, droid avı, droidin tesadüfler sonucu gezegende hiçliğin ortasında yaşayan Rey tarafından bulunması, neredeyse bir Death Star kopyası olan ”Starkiller Base” vs. öğeleri ile film aşırı derecede birinci filmin (Episode IV) bir kopyası gibiydi. Rian Johnson’ın yönettiği sekizinci film ise, kendi açısından taşıdığı tutarsızlıkların ve başarısız senaryonun yanında, oradan oraya savrulan bir uzay “road trip”i havası vermeye çalışan çok kötü bir Episode V olmaya çalıştı… Hâlihazırda dokuzuncu filmi (Episode IX) izlemiş değilim. Ancak fragmanlardan gördüğüm kesitler, İmparator Palpatine’in geri dönüşü ve altıncı filmde yok olan Death Star II’nin enkazını ve oradaki Palpatine’in taht odasını görmüş olmam bile bana dokuzuncu filmin, feci derecede bir altıncı filmin kopyası olduğunu anımsatıyor. Ve hayır, inatla gitmedim filme…
Gelelim yazımızın esas öznesi olan kısımlara yani Star Wars’ı Star Wars yapan temel öğelere… Lucas’ın orijinal 6 filminde görmeye alıştığımız ve hatta ”Skywalker Destanı”nın da arkasında yatan, bize Star Wars’ı sevdiren çok daha minik ama dikkat çekici detaylar… Her şeyden önce; Star Wars pek çoklarının da kabul ettiği üzere bir uzay western’idir. Adalet ortamının pamuk ipliğine bağlı olduğu, Cumhuriyet-İmparatorluk otoritesinin varlığına rağmen Dış Halka’da her şeyin özgürce yapılabildiği devasa bir uzay vahşi batısı. Ödül avcıları, gangsterler, kaçakçılar, günün sonunda ceplerine girecek kârın peşinde olan Jawa’lar ve çöllerde kayıtsızca haydutluk yapan Tusken’lar… Sonu bitmeyen uzay kovalamacaları ve çok daha fazlası… Bizlerde bu imgeleri uyandıran film de şüphesiz orijinal üçlemenin ilk filmi olan ”Episode IV: A New Hope”dur. Oradaki Tatooine atmosferi, hayranlardaki western imgesinin perçinlenmesine büyük katkı sağlamıştır. Obi Wan’ın beraberinde Luke ile Tatooine’de Mos Eisley Cantina’ya girişi, Luke’un orada çelimsiz bir genç olarak kavgaya karışması, Han Solo (Hazır ismi anılmışken bir Star Wars klişesine de yorum yapayım: ”Han shot first!”) ile tanışmaları ve benzeri tüm bu diyaloglar aslında 50’li ve 60’lı yılların Western’lerinden fazlasıyla alışkın olduğumuz mizansenlerdir. Her ne kadar Lucas, evrenini yaratırken Maymunlar Cehennemi ve Dune serisinden etkilenmiş olsa da sinematografik açıdan kendi yarattığı evrendeki Western kültürü, katıksız bir gerçekliktir. Tüm bunların yanında Star Wars, uzayın sonsuz hiçliğinde bizlere yaşatılan yolculuk duygusudur. Bir sürü farklı gezegen ve türü bir arada görebilmektir. Belki de sırf bu sebepten, çatışmalı bir uzay “road trip”i olması yönüyle ben dahil tüm hayranlar içerisinde en çok sevilen film hâlâ serinin ikinci filmi olan Episode V: The Empire Strikes Back’tir.
İşte ”The Mandalorian” da tüm bu temellerin üzerine sağlam inşa edilmiş bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Adeta Western kıvamında bir uzay yolculuğu… Yeni Saga kadar gösterişli olmayan ve Sergio Leone üçlemesi’ni andıran ortama sahip bir yapım. Üstelik sadece sekiz bölümden oluşmakta… Ancak ben de dâhil olmak üzere pek çok hayran tarafından beğeniyle izlendi, izleniyor. Çünkü bize bu sadece sekiz bölümden oluşan dizide orijinal Star Wars evrenini anlatan şeyler var. Yazının bu kısmından sonrası hafif ön ipuçları (spoilerlar) içerecektir. Bu satırlar Hyper Space’e geçmeden önceki son şansınız!
Dizi tipik bir westernvari sahne ile başlıyor: uzayın sonsuz derinliğindeki bir gezegende, ufak ve önemsiz bir bardaki kavga. Tüm bu esnada kahramanımız Mando, adeta meşhur Spaghetti Western filmi olan ”Sabata”daki Lee Van Cliff’in canlandırdığı Sabata gibi karizmatik bir giriş yapıyor. Bu noktada yapımcının ve Mando karakterini oynayan Pedro Pascal’ın, westernler üzerinden çalışarak diziye hazırlandıklarını düşünmek yerinde olacaktır. Diziyi çok fazla ön ipucu (spoiler) vermeden genel hatları ile inceleyecek olursak, uzaydaki yolculuk hissi, otorite boşluğunun yarattığı noktalarda galakside herkesin kendi kanununu uygulaması, eski filmlerden gördüğümüz türlerin (Twilek, Jawa vs.) yine görünmeleri, İmparatorluğun ”First Order”, ”Last Order” veya ”En Hakiki Öz Order” gibi gereksiz isimler alarak ana hikâye akışından kopmaması, iç savaşın bitmiş olmasına karşın hâlâ varlığını güçlü bir şekilde sürdürmesi ve eski İmparatorluk valileri olan Moff’ların Savaş Lordlarına dönmüş olmaları dizide dikkat çeken hoş detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Tabii dizinin genel kronolojide Episode 6’nın 5 sene sonrasında geçiyor olması da yine ince bir detay. Aslında yeni kurulan cumhuriyetin de öyle ütopik bir şekilde tüm galaksiye sonsuz barışı getirememiş olması bakımından ”The Mandalorian” dizisi bize fazlasıyla Star Wars kokan bir evrenin kapısını aralıyor. Bir diğer önemli nokta da kahramanımız Mando’nun bulduğu gizemli yeşil küçük arkadaş: Baby Yoda. İkisinin denk gelmelerinin ardından aralarında başlayan ilişki ise 1948 yapımı, üç kanun kaçağı ile bir bebeğin çölde başlarına gelenleri konu alan ”Three Godfathers” filmini andırıyor. ”Baby Yoda” olarak adlandırılmış olan minik kahramanımız daha şimdiden internette ünlü olmaya başladı ve Disney, kendisini altın yumurta olarak görüyor ki seri bir şekilde oyuncak figür üretimine de başladı.
Özetle Star Wars, hâlâ efsanevi ”Kanon” olarak adlandırabileceğimiz Lucas Dönemi’nin altı filminden sonra, Disney’e satılmış olmasına ve göreceli olarak Rogue One haricinde kötü bir şekilde yoluna devam ediyorken, pek bir iddiası olmayan ”The Mandalorian” hayranların gözünde eski değerini kaybetmiş olan efsaneye bir can simidi niteliğinde geldi.
Dipnotlar
[1] Hayranların yazdığı maceralardan oluşan, resmi olmayan genişletilmiş evren (y.n.)
[2] Lucas’ın çektiği 6 film ve Clone Wars’tan oluşan kısım (y.n.)
Yazının Devamı 10. Sayımızda…
Redaksiyon: Cemre Yıldırım
Editör: Arman Tekin