Robert A. Heinlein – Yıldız Gemisi Askerleri [1]
Yazar: Erkin Tolga Sayılkan
“Yalın bir kuvvet olan şiddet, tarih boyunca başka hiçbir unsurun yapamadığı kadar çok meseleyi çözmüştür ve bunun tersini iddia edenler olabilecek en saf iyimserlerdir. Bu temel gerçeği unutan nesiller, bedelini her zaman hayatlarıyla veya özgürlükleriyle ödemişlerdir.”
Jean Dubois[2]
Robert A. Heinlein tarafından yazılmış bu kitap, “askeri bilimkurgu” olarak adlandırılan bir tür içerisinde kabul edilmektedir.[3] Kitabın konusunu kısaca özetlersek; on sekiz yaşındaki Juan Rico, insanlığın militarist karakterli bir rejim tarafından yönetildiği Terra Federasyonu’nda yaşayan bir ferttir. “Fert” kavramını kullanmamın sebebi, bu rejimin yapısında vatandaşlık, seçmenlik gibi çeşitli hakları kazanmak için tek bir hizmetten geçilmesinin gerekliliğidir: askerlik. Yani oy vermek isteyenler askeri hizmette bulunmak zorundadırlar. Bunun için kadın ya da erkek olmak arasında da herhangi bir fark yoktur. Öyle ki militarizmin özü kitapta kendine fazlasıyla yer bulmuş durumda. Jean Rasczak’ın kitabın uyarlaması olan filminde de dediği gibi “Herkes savaşır, hiç kimse kaçmaz.”
Kitabın daha ilk sayfası bizi adsız bir müfreze çavuşunun sözüyle karşılıyor: “Davranın sizi maymunlar! Sonsuza kadar yaşamaya mı niyetlisiniz?”[4] Görüldüğü üzere ölüm, askeri yaşamın doğal bir parçası. Burada ve kitabın ilerleyen sayfalarında da bizi karşılayan, sık sık ölen askerleri anlatan manzaralar. Terra Federasyonu’nun Arachnid adlı böcek ırkıyla olan savaşında bu normal bir durum. Bir Finlandiya Türk’ü olarak tanıtılan Celal’in kurduğu şu cümleden, rejimin insanlara bakışına dair düşüncesi de belli oluyor aslında: “Siz maymunlara hatırlatmak isterim; her biriniz devlete yüksünüz. Silahlarınız, zırhınız, mühimmatınız, alet edevatınız ve eğitiminiz, bir de üstüne durmadan tıkınmanız en basit tahminle yarım milyona mal oluyor. Buna kelle başına otuz kuruşluk değerinizi de kattık mı ortaya oldukça büyük bir meblağ çıkıyor.”Militarist idarelerin askerlere toplumun diğer fertlerinden daha çok değer verdiği bilinen bir gerçek olsa da Federasyon’un insan, hatta kendi işini yaptırdığı askerler hakkındaki görüşü bu cümlelerden de anlaşıldığı üzere farklı.
Kitabın içinde ara ara bahsedilen “Tarih ve Ahlak Felsefesi” dersleri, kitabın zamanında eleştirilen yönlerinden birisi olan didaktik kısmını oluşturuyor. Bu dersin öğretmeni olan Jean Dubois’i ilk kez kitabın ikinci bölümünde bir kızın, “annesinin kendisine şiddetin hiçbir şeyi çözmeyeceğini” söylemesi üzerine ona verdiği cevapla tanıyıp ideolojik yapısı hakkında hemen fikir sahibi oluyoruz: “Eminim Kartaca şehrinin kurucuları bunu duymaktan memnun olurlardı.” Bilindiği üzere Kartaca şehri yok edilmiştir. Bu gerçeği dile getiren kıza cevaben, Kartaca’nın kaderini belirleyen şeyin şiddet olduğunu söyleyip ekliyor: “Yalın bir kuvvet olan şiddet, tarih boyunca başka hiçbir unsurun yapamadığı kadar çok meseleyi çözmüştür ve bunun tersini iddia edenler olabilecek en saf iyimserlerdir. Bu temel gerçeği unutan nesiller, bedelini her zaman hayatlarıyla veya özgürlükleriyle ödemişlerdir.” Dubois, kitabın genelinde kontrollü şiddetin problemleri çözdüğünü ve kontrolsüz şiddetin yaratacağı sıkıntıların insanlığı bir adım öteye götüremeyeceğini hissettiriyor denebilir.
Başından beri bu ve benzeri türevdeki problemler hep bir tartışma konusu olmuştur. Meselenin özü şudur: Şiddet insanın bir parçası mıdır? Şiddet olmadan ya da kontrollü şiddet uygulamadan insanlık ilerleyebilir mi? Öyle ki, bazı savaşlar yaşanırken ve yaşandıktan sonraki süreçte meselelere dair yaklaşımlar ve çeşitli bilimsel konuların tekrardan incelenmesi sonucunda yapılan büyük atılımlar bunu kanıtlar niteliktedir. İnsanlığın ilerlemesi, çektiği zorluklara ve dolaylı olarak savaşlara bağlıdır. Dolayısıyla savaş olmadan insanlığın ilerleyişi ve gelişimi yerinde sayar ya da bu görüşün taraftarları bu şekilde savunurlar diyebiliriz. Meselenin biyolojik ve sosyolojik yanları da vardır. İnsanlık doğası gereği hepçil bir canlıdır. Ancak insan beyninin gelişiminde etobur yanının yani et tüketmesinin etkisi olduğu söylenmektedir. Biyolojik olarak etin insan beyninin gelişimine etkisi ve et için doğada yapılan mücadele, insanlığın organizasyon ve dil yeteneklerini geliştirmesi nedeniyle günümüz uygarlığı üzerindeki katkısı büyüktür. Organize şiddet, önceleri avlanma ile hayvanlara karşı başlamışsa da zamanla insanlığın kendisine de yönelmiş ve farklı şekillerde ancak aynı içgüdülerle devam etmiştir.
Evrimsel olarak insanın şiddete ihtiyacı var mıdır? Evrim teorisinin kuralı “survival of the fittest” yani “en uyumlu olanın hayatta kalması” olarak adlandırılabilir. Buna göre çevresine hâkim olan, çevresel değişimlere hızlı ve en iyi şekilde ayak uydurabilen ve en çok yayılabilen ayakta kalır. Organize şiddetin de bunda etkisi ve katkısı vardır. Kitapta Rico, subay okulunda aldığı bir ödeve çalışırken bu konuda düşünme fırsatı bulmuş ve tüm savaşların nüfus baskısından kaynaklandığı görüşünü ortaya koymuştur. Rico, ahlaki kuralların da hayatta kalma içgüdülerinden kaynaklanıp beslendiğini ve ahlaki davranışların hayata tutunma amaçlı olduğunu iddia etmiştir. Ona göre, nüfus baskısı nedeniyle ortaya çıkan organize şiddet temelli çatışmalar ile hayata tutunmaya ve buna bağlı olarak ahlaklı olmaya yol açan durumlar aynı kalıtımsal sebeplerden ileri geliyor. Bu arada aile planlamasına da ucundan değinerek genişleme ve yayılmasına ket vuran bir toplumun, genişleyen diğer toplumlar arasında kalacağını belirtiyor. İnsanlığın yayılmadan, kendi gezegeninde barışçıl olarak hayatını sürdürmesinin ise bir intihar olacağını söylüyor. Kitapta da böcek Arachnid ırkına karşı savaşan insanların bu kurala uygun hareket ettiğini görebiliyoruz. Böcekler ile aralarındaki savaş daha çok yere yayılma amaçlı gerçekleşmektedir. Rico bu durumla ilgili “Ya yayılır ve böcekleri haritadan sileriz ya da onlar yayılır ve bizi haritadan siler zira her iki ırk da oldukça sert, akıllı ve aynı topraklara göz dikmiş durumda.” demektedir. Sonrasında da evrenin, insanlığa yayılma “hakkı” verip vermeyeceğini zamanın göstereceğini belirtip, bu sırada Çevik Piyade’nin[5] insanlığın yanında her daim tetikte bekleyeceğini söylemektedir.[6]
Ancak insan olarak bizim toplumsal evrimimiz sırasında geliştirdiğimiz bazı ahlaki kurallarımız vardır -ki bu kurallar evrimin yukarıda bahsettiğimiz kuralıyla çelişmektedir.İnsan olarak çevredeki yaşama saygılı olma, doğanın ve doğamızın dengesini koruma, “yaşama ve yaşatma” -bu kısım kitaptan uyarlanmış olan filmde de geçmektedir- gibi sorumluluklarımız vardır. Richard Dawkins, evrimle gelen ahlaki bir düzene inanmaz, bunu savunmaz. Ahlakın, evrim ve insan genlerinin üzerinde bir konumda olduğu için sadece bunların ihtiyaçlarıyla yönlendirilemeyeceğini, doğa ve evrimin çalışma prensibi anlaşılırsa daha iyi ve etkili şekilde yönlendirilebileceğini söyler. Çünkü Dawkins, bu özelliklerin değişebileceğine inanır. “Genlerimiz bize bencil olma talimatı verebilirler, fakat tüm hayatımız boyunca onlara boyun eğmek zorunda değiliz.”[7]Organize şiddet ise temelde buna karşıdır. Yani ya içgüdü ve vahşi doğayı ya da uygarlığı benimsememiz gerekir. Yazara göre uygarlığımızın temeli, içgüdü ve vahşeti benimsemekten geçer. Ancak bu durum da uygarlığın temeline dinamit koyup bizi sıradan hayvanlar kategorisine indirgemektedir. Burada bir ikilem mevcuttur.
Tarih ve Ahlak Felsefesi derslerine geri dönüşlerle romanın didaktik havasını solumaya devam edelim. Rico, askerden kaçıp bir bebek öldürdüğü için idama mahkûm edilen bir asker ve bu askere uygulanan ceza üzerinden, Dubois’nin 20. yüzyılın neden sosyolojik açıdan başarısız olduğu üzerine yaptığı bir dersi hatırlıyor. Dubois, firari bir askerin işlediği tarzda adi suçların yaygınlaşmasını, ancak bu suçlara uygulanan cezaların yeterince etkili olmamasını ve haliyle gerçek bir yaptırım hüviyeti taşımamasından ötürü toplumların çöktüğünü ve gaziler yönetime el koyana kadar da bunun böyle devam ettiğini anlatıyor. Bunu ise bir yavru köpek örneği üzerinden yapıyor. Yavru köpek bir hata yaptığında sadece bağırmakla bir şey anlatılamayacağını, şiddet uygulamanın da bu köpeğin eğitiminde etkili olacağını savunuyor. Ancak çocuk suçluların işledikleri suçlara rağmen doğru düzgün yaptırım görmemeleri ve isimlerinin pedagojik sebeplerle gizli tutulması bu çocukların yaptıkları kabahat ve gördükleri “yaptırım” karşısında değişmeden ve ders almadan kalmalarına sebep oluyor. Bu düşüncelerinin yanı sıra cezaların da belli bir oranda acı içermesi gerektiğini savunuyor: “Acı, hayatımızı bir şey tehdit ettiğinde bizi uyararak koruyan milyonlarca yıllık evrimin içimize inşa ettiği temel mekanizmadır. Toplum, böylesine kusursuz bir hayati mekanizmayı kullanmayı neden reddetmeli? Ama o dönem bilimsel dayanağı olmayan sözde psikolojik saçmalıklarla dolduruldu. Ve cezanın zaten ‘alışılmadık’ olması gerekir yoksa faydası olmaz.” Bütün bu sorunları ortaya çıkaran eylemlerin sebebi olarak insanda temel bir ahlaki içgüdü olduğu inanışı yatıyor ve yazar da Dubois’nin ağzından bunu kesinlikle reddediyor. Dubois, bu konudaki söylevini de insanlığın hiçbir tabii hakkının bulunmadığını iddia ederek sürdürüyor, zahmet çekmeden hiçbir şeyin bize ait olmadığını ve olamayacağını söylüyor. Sonuç olarak da kitap yazarın fikrini beyan ettiği şu sözler ile devam ediyor “[…]yurttaşlar (hepsi bu statüde sayılıyordu) kendi ‘haklar’ efsanelerini yüceltmiş, görevlerinin izini yitirmişlerdi. Hiçbir ulus buna dayanamaz.”
Bu mevzubahis görev anlayışının askerlik ve gerektiğinde ölmekten geçtiğini kitabın içerisinde geçen ölüm sahnelerinden ve karakterlerin sözlerinden de görebiliyoruz. Dubois’nin Rico’ya yazdığı mektupta, bir erkeğin en yüce vazifesi olarak savaşın kasveti ile evinin arasına ölümlü bedenini koymak olduğunu belirtmesi bunun bir örneğidir. Ya da kitabın onuncu bölümünde Thomas Jefferson’dan alıntılanan “Özgürlük ağacı zaman zaman vatanseverlerin kanıyla canlandırılmalıdır” cümlesinden bunu görebiliyoruz. Yine Dubois’nin: “Yurttaşlık; bir tutumdır, halet-i ruhiyedir ve öyle bir duygusal kanaattir ki bütünün parçadan daha büyük olduğuna… ve parçanın bütün uğruna kendisini feda etmekten böbürlenmeksizin gurur duyacağına inanır.” ifadesinden ölümün, “nihai görev” olduğu askeri zihniyeti görebiliyoruz.
Subay okulunda karşılaştığı bir sonraki öğretmeni olan Reid’in ağzından da, Federasyon vatandaşlarının refahını, şahsi refahının önüne koyduğunu, onların gönüllü ve zorlu bir hizmet neticesinde kanıtlamış kişiler olduğunu ve eski sisteme kıyasla mevcut rejimin üstünlüğünün bu olduğunu görüyoruz. Bundan sonrasında ise Rico ile aralarında, şahsen de katıldığım yerleri olan bir diyalog geçmekte. Yetkinin karşısında neyin olduğunu sormasının ardından, Rico’nun “sorumluluk” cevabını takiben özetle şunları aktarıyor: Sorumluluk sahibi olmayan yetkiye imkân vermek felakettir. Sınırsız demokrasilerin çöküşü de, vatandaşların egemen yetkilerini kullanırken sorumluluk hissiyle davranmamasından ileri gelmektedir. Yazara göre, bir kazanç elde etmek için ter dökmeniz ve çaba sarf etmeniz gerekmektedir. 20. yüzyıl demokrasilerinin gerileyişi ve çöküşü de yazara göre, sorumsuz kalabalıkların ter dökmeden kazanacaklarına dair yanlış inançlarından ileri gelmektedir.
Reid, ilaveten devlet üzerinde denetim sahibi olmak isteyen herkesin kendi hayatıyla bahis oynayarak, bir nevi sorumluluk hissi kazandırılarak, bu yetkilerin sonra verildiğini aktarıyor. Bundan dolayı da vatandaşlık yetkileri, askerlikten geçiyor. Neden herkese bu görevlerin verilmediğini de insanı arzu etmediği yetkilerle donatmanın ters tepmesiyle açıklıyor. Buna göre aile ve kabile düzeyinin üzerindeki sosyal sorumlulukların bağlılık, sadakat ve daha yüksek düzeydeki tüm erdemleri gerektirdiğini ve bunları omuzlarında taşımayan bir bireye bu sorumlulukları vermenin birey ve toplum adına intihar olacağını düşünüyor. Bilinçli fertlerin sadece vatandaşlıkla ödüllendirilmesi gerekliliğini, Buenos Aires’e olan Böcek saldırısının ardından orduya katılan Rico’nun babası üzerinden görüyoruz. Babası, karşılaştığı bir kadınla olan konuşmasını aktarıyor. Kadın, babasına Faraway’e gidecek olursa oradaki arkadaşını ziyaret etmesini söylüyor ancak bilmediği şey, oranın Arachnid istilasında olduğu. Bunu kendisine belirtince de “Ah, hiç sorun değil, onlar sivil!” diyerek karşılık veriyor ve bunu anlatan babanın yüzünde bir alaycı gülümseme yayılıyor. Burada yazar, Rico’nun babasının ağzından bize, bu Federasyon’da vatandaşlık sorumluluğu olmayan bireylerin, vatandaşlar ile kıyaslanınca nasıl göründüğüne dair bir manzara aktarıyor. Böceklerin, asker-sivil ayrımı yapacağını düşünecek kadar “saf” ve savaştan bihaber olan sivillere neden yetki verilmemesi gerektiğini burada net bir şekilde görebiliyoruz.
Subay okulunda karşılaştığı bir sonraki öğretmeni olan Reid’in ağzından da, Federasyon vatandaşlarının refahını, şahsi refahının önüne koyduğunu, onların gönüllü ve zorlu bir hizmet neticesinde kanıtlamış kişiler olduğunu ve eski sisteme kıyasla mevcut rejimin üstünlüğünün bu olduğunu görüyoruz. Bundan sonrasında ise Rico ile aralarında, şahsen de katıldığım yerleri olan bir diyalog geçmekte. Yetkinin karşısında neyin olduğunu sormasının ardından, Rico’nun “sorumluluk” cevabını takiben özetle şunları aktarıyor: Sorumluluk sahibi olmayan yetkiye imkân vermek felakettir. Sınırsız demokrasilerin çöküşü de, vatandaşların egemen yetkilerini kullanırken sorumluluk hissiyle davranmamasından ileri gelmektedir. Yazara göre, bir kazanç elde etmek için ter dökmeniz ve çaba sarf etmeniz gerekmektedir. 20. yüzyıl demokrasilerinin gerileyişi ve çöküşü de yazara göre, sorumsuz kalabalıkların ter dökmeden kazanacaklarına dair yanlış inançlarından ileri gelmektedir.(13)
Reid, ilaveten devlet üzerinde denetim sahibi olmak isteyen herkesin kendi hayatıyla bahis oynayarak, bir nevi sorumluluk hissi kazandırılarak, bu yetkilerin sonra verildiğini aktarıyor.(14) Bundan dolayı da vatandaşlık yetkileri, askerlikten geçiyor. Neden herkese bu görevlerin verilmediğini de insanı arzu etmediği yetkilerle donatmanın ters tepmesiyle açıklıyor. Buna göre aile ve kabile düzeyinin üzerindeki sosyal sorumlulukların bağlılık, sadakat ve daha yüksek düzeydeki tüm erdemleri gerektirdiğini ve bunları omuzlarında taşımayan bir bireye bu sorumlulukları vermenin birey ve toplum adına intihar olacağını düşünüyor. Bilinçli fertlerin sadece vatandaşlıkla ödüllendirilmesi gerekliliğini, Buenos Aires’e olan Böcek saldırısının ardından orduya katılan Rico’nun babası üzerinden görüyoruz. Babası, karşılaştığı bir kadınla olan konuşmasını aktarıyor. Kadın, babasına Faraway’e gidecek olursa oradaki arkadaşını ziyaret etmesini söylüyor ancak bilmediği şey, oranın Arachnid istilasında olduğu. Bunu kendisine belirtince de “Ah, hiç sorun değil, onlar sivil!”(15) diyerek karşılık veriyor ve bunu anlatan babanın yüzünde bir alaycı gülümseme yayılıyor. Burada yazar, Rico’nun babasının ağzından bize, bu Federasyon’da vatandaşlık sorumluluğu olmayan bireylerin, vatandaşlar ile kıyaslanınca nasıl göründüğüne dair bir manzara aktarıyor. Böceklerin, asker-sivil ayrımı yapacağını düşünecek kadar “saf” ve savaştan bihaber olan sivillere neden yetki verilmemesi gerektiğini burada net bir şekilde görebiliyoruz.
Yazarın zaman zaman da askerlik ile ilgili temel bilgileri detaylıca verdiğini görüyoruz. Eğitim Çavuşu Zim’in ağzından, kısmen felsefi de sayılabilecek, şu sözler dökülüyor: “…Silahlar tehlikeli değildir; insanlar tehlikelidir. Size düşmana karşı tehlikeli olmayı öğretmeye çalışıyoruz. Bıçaksızken bile tehlikeli. Tek elinle ya da tek ayağınla olsa da hala hayattayken amansız olabilmeyi…”(16) Zim’in bu görüşü de yine askeri bir mantık taşıyor elbette ve o mantık içerisinde haksız da değil. Ayrıca bir sonraki sayfada Zim, Carl von Clausewitz’in “…Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır” sözüne benzer bir görüş belirtiyor: “Savaş tek başına şiddet ve öldürmek değildir; savaş bir amaç uğruna sergilenen kontrollü şiddettir. Savaşın amacı, hükümetin kararlarını güç kullanarak desteklemektir. Amaç düşmanı sırf öldürmek için öldürmek değildir; sen ne istiyorsan düşmana bunları yaptırmaktır…”(17) Ayrıca yazarın, Rico’nun üzerinden söylediği iki cümle var ki anti militarist bir bakış ile romanı değerlendiren okuyucuların oldukça hoşuna gidebilir. Askerlerin sorgulamadan ve düşünmeden yaşadığı, genel olarak da militarist zihniyetin idaresindeki insanlara ve hatta tüm insanlara uygulatmaya çalıştığı sorgusuz itaat modelinin bir yansıması denebilir: “Hükümet beni savaşa gönderdiğinde giderim. Kalan zamanlardaysa olabildiğince uyurum.”(18) Heinlein, her ne kadar militarizmle suçlanmışsa da burada bilinçsiz bir anti-militarist mesaj dahi saklı olabilir. Ancak burada militarist görüş, mükemmel olduğunu iddia etmiyor. Binbaşı Reid, subay okulundaki bir dersinde bu sistemin tatminkâr düzeyde işlediği için devam ettirildiğini söylüyor. Elbette sistemi savunuyor ancak mükemmelliğinden çok işlevselliğinin yeterli düzeyde olduğunu söylüyor. Bu da enteresan bir nokta.
Roman aynı zamanda bildungsroman[8] olarak da adlandırılan bir türe girebilir. Rico’nun aile ilişkileri ve sivil hayatından itibaren hayatını adım adım inceliyoruz; ki bu roman türünün temel meselesi, ana karakterin psikolojik ve sosyolojik olarak olgunlaşması ve birey hâline gelmesi olarak açıklanabilir. Rico’nun bir sivil olarak devletin meselelerine ve vatandaşlığa olan kayıtsızlığı, ailesinin benzer tavrı, Dubois’nin dersleri sonrasında yüzeysel olarak görev ve sorumluluk bilincinin aklında kalmaya başlaması gibi şeyler Rico’nun toyluk diyebileceğimiz dönemine denk geliyor. Rico, biraz da arkadaşlarının etkisiyle askeriyeye yazılıyor. Askeri hizmeti bir kamp gibi görmekten kısa sürede vazgeçiyor. Bu hizmet onu olgunlaştırmaya başlıyor, askeriyeye olan ön yargılarını tekrar gözden geçiriyor, sivillerin savaşa olan bakışını eleştiriyor ve romanın diğer kısmında, başta heyecanlı ve görev sorumluluğu hissi olmayan bir ergen olarak karşılaştığımız Rico, görev ve sorumluluk bilinci olan olgun bir asker olarak romanı bitiriyor.
Kitabın dönemine göre kadın-erkek konusunda ilerici, bazılarına göre ise tam tersi bir tutumu var. Örneğin Heinlein, kitabın yazıldığı dönemde kadın olmayan askeriyeye kadın pilotlar yerleştirmiştir. Ancak kadınlar savaşçı güçte değiller. Bu güçte olmak, sadece erkeklere has bir özellik ya da ayrıcalık. Kadınlar ise halen, kitapta da zaman zaman geçtiği üzere sakınılacak nesneler olarak görülüyor. Heinlein’in tutumu -her ne kadar dönemine göre kısmen iyi sayılsa da- kadınları arka plana koyuyor. Dubois’nin Rico’ya yazdığı mektubunda geçtiği üzere: “bir erkeğin göğüs gerebildiği en asil yazgı, ölümlü bedenini biricik evi ile savaşın kasveti arasına koyabilmek” ve o evin içinde de korunacak bir aile (ya da kadın) mevcut olmalı. Atlama ve kurtarma için en iyi kadın pilotların seçilmesinin, askerlerin moralini yükseltme gibi bir amacının da olduğunu belirtiyor. Buna göre askerlerin savaşmasının sebebi kadınlardır. Onlar arkalarında koruyacak “yaşayan ve nefes alan bir gerçeklik” istemekte ve gemiden atlarken son duydukları sesin, şans dileyen bir kadın sesi olmasını beklemektedirler. Kitaptaki bu ifadeler kadınları yüceltir gibi görünebilir; ancak belli aralıklarla statü eşitliği olmadığını, neden kadınların aynı zeminde onlarla savaşmadığını düşününce durum anlaşılır olacaktır. Bu bilimkurgu klasiğinde dahi kadınlar, geri plandaki hizmetleri gerçekleştirecek, yemek yapıp çamaşırları yıkayacak kişilerden ötede değiller. Ayrıca aile ilişkilerinde, döneme uygun olarak ancak günümüzde çağdışı görülebilecek bir şekilde, babanın liderliği ya da ataerkillik göze çarpıyor. Teğmen Rasczak’ın ölümünden bahsederken, o kurtarırken ölen iki askerin adını vermiyor ve hepsi için aynısını yapacağını belirtip devam ediyor: “Ailemizin başından kopması kadar önemli değil. İsimlerimizi aldığımız ailemizin başı, yani bizi biz yapan babamız.”
Sonuç olarak diyebilirim ki roman hakkında bazı incelemeleri okurken, romanın didaktik kısımlarının yapıyı bozduğuna dair eleştiriler gördüm; ancak ben bu kısımlardan gayet keyif aldım. Görüşlere katılmak ya da katılmamaktan öte, bu kitap üzerinde düşünmek her zaman keyif verici bir eylem olur. “Rico’yu özler miyim?” ya da “Heinlein’in zaman zaman askerlik propagandası kıvamına gelen bu kitabını bir daha okur muyum?” bilmiyorum. Görüşlerini de mutlak gerçeklik-mutlak propaganda olarak değerlendirmek yerine beyin fırtınası veya şeytanın avukatlığı olarak değerlendirmek daha doğru olur. Ayrıca kitaptan uyarlanan 1997 tarihli filmi izlediğinizde, kitabın militarist tonuna taban tabana zıt satirik bir eser olarak ortaya konulduğunu, hoş bir askeri bilimkurgu filmi olarak inşa edildiğini görüyoruz.
Redaktör: Martı Esin Şemin
Editör: Arman Tekin
[1] Heinlein, Robert A. – Yıldız Gemisi Askerleri, Çeviren: Öznur Özkaya, İthaki Yayınları, 1. Baskı Mayıs 2016 İstanbul
[2] a.g.e. 41-42
[3] https://en.wikipedia.org/wiki/Military_science_fiction
[4] Verhoeven, Paul (Yön.) – Starship Troopers (Yıldız Gemisi Askerleri), TriStar Pictures, 1997
[5] Rico’nun bulunduğu askeri kuvvetlerin genel adıdır.
[6] https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC5417583/
[7] Dawkins, Richard – Gen Bencildir, Çeviri: Asuman Ü. Müftüoğlu, Redaksiyon: Feryal Halatçı, 9. Baskı, Temmuz 2007, Ankara, sf. 12
[8] Bildungsroman kavramı, Bildung(Eğitim) ve Roman kelimelerinden türetilmiştir. Eğitici roman diyebileceğimiz bu tür, Alman edebiyatında bireyin oluşum dönemini ve sonunda ulaştığı ideal durumu ele almaktadır. Kaynak