(Bu yazı Gorgon Dergisi’nin 7. sayısında yer almaktadır.)
Yazar: Émile Durkheim
Çevirmen: Arman Tekin, Cemre Yıldırım, Deniz Yılmaz
3. Önceki Açıklamanın Sonucu: Eğitimde Sosyal Karakter
Önceki açıklamanın sonucuna göre eğitim, genç neslin sistemli bir şekilde sosyalleşmesini ele alır. Her birimiz var olan iki olgunun da soyutlaştırılarak birbirlerinden ayrılmaz hale getirilebilmeleri için belirgin bir koşul sağlamadığını söyleyebiliriz. Bunlardan biri yalnızca bize ait olan tüm zihinsel durumları ve kişisel hayatımızdaki olayları açığa çıkarıyor: bu bireysel olmak olarak adlandırılabilir. Diğeri şahsımıza ait olmayan ama mensubu olduğumuz değişik grup ya da gruplara ait, bizim tarafımızdan anlamlandırılan dini, ahlaki inançlar ve değerler, milli ya da özel geleneklerden yola çıkarak ortak bilinç tarafından oluşturulan fikirler, değerler ve alışkanlıklar sistemidir. Ortak noktaları sosyal olmalarıdır. Bize ait her olgu böylece eğitimin sonunu oluşturur.
Aslında bu sosyal varoluş sadece insanın ilkel anayasasını ortaya koymaz ama ani bir gelişimin de sonucu değildir. İnsan aniden siyasi bir otoritenin baskısı altına girerek, ahlaki bir disipline saygı göstermeye, onu kabul etmeye ve onun için fedakârlıkta bulunmaya yatkın değildir. Yaradılışımız gereği hiçbir şekilde tanrıların kölesi ve toplumun sembolik amblemi olmaya, geleneklerine bağlı kalmaya ve onları onurlandırmak için kendimizi özelleştirmeye gerek duymayız.
Toplum aynı zamanda, belirli ölçütlere göre şekillendirdiği ve koruduğu bu ahlaki güçleri kendi yararı için kullanarak bireylerin kendilerini aşağılık hissetmelerine neden olmaktadır. Eğer kalıtılm ile gelmiş olabilen şüpheli soyutlamaları ve belirsiz eğilimleri dikkate almazsak, çocuk hayata yalnız kendi benliği ile başlar. Böylece toplum her yeni nesilde bulunan neredeyse umutsuz bu tabloya karşın yeni bir yaklaşım geliştirmesi gerekir. Henüz yeni doğmuş bencil ve asosyal olan varlığa en hızlı şekilde başka bir sosyal ve ahlaki bir yaşam sürdürme becerisi eklemek gerekir. İşte bu bir eğitim işidir ve bu kişiye bütün mükemmelliğini gösterir. Kendi organizmasını özü tarafından belirlenmiş biçimde geliştirmekle kalmaz, ortaya çıkarmak istediği gizli güçlerini görünür hale getirir. Bu bireyde yeni bir benlik yaratır.
Ayrıca bu yaratıcı değer insanın eğitimine özel bir ayrıcalıktır. Ebeveynlerinden edindikleri şayet kademeli bir eğitim süreci ise, diğer tüm her şey hayvanlardan alınanlardır.” Bu süreç yeni bir hayat yaratmasa da hayvanların açığa çıkmamış belirli içgüdülerini bastırabilir. Hiçbir şey yaratmasa da doğal dürtülerden keyif almayı kolaylaştırır. Yavru annesinden öğrendikleri sayesinde daha çabuk uçmayı ve yuvasını inşa etmeyi öğrense de, kendi deneyimlediklerinin sonucunda öğrendiklerinin yerini tutmaz. Basit topluluklar halinde ya da bireysel olarak yaşayan hayvanlar bunu doğuştan getirdikleri kendilerine özgü doğal reflekslerine borçludur. Bu yüzden eğitim, birey ve toplum hayatı için yeterli olduğundan dolayı doğaya herhangi bir katkıda bulunmaz. Buna karşın insan için sosyal hayatın kendisine dayattığı her türlü kurala uyum sağlaması, deyim yerindeyse, bunu özümsemesi ve kendisiyle uyumlu bir şekilde hayata geçirmesi oldukça zordur. Nesilden nesile miras yoluyla aktaramadıkları her şeyi takip ederler. Bu, aktarımın yapıldığı eğitim yoluyla olur.
Buna karşın, söylenilenlere göre, eğer bunun ahlaki değerler yaratma konusunda bir etkisi olursa, bireylere mahrumiyeti empoze ettikleri, bireylerin doğal hareketlerini engelledikleri ve onları dışarıdan gelen bir etkiyle harekete geçiremedikleri için, her bir kişi onu ani bir şekilde araştırmak ve elde etmekle ilgilenmez mi? Bunlar nesnelerin doğasına daha iyi uymasını sağlayan çeşitli zekâ nitelikleridir. Bunlar ayrıca organizmanın gücünü ve sağlığını iyileştirmeye katkı sağlayan fiziksel özelliklerdir. Her ne kadar toplum baskısı bu süreci hızlandırsa da, bunlardan ya da bunların bir kısmından dolayı bireyin kendisi için mükemmel olan seviyeye, eğitimin onu geliştirmesi ile ulaştığı gözükmektedir.
Ancak böyle gözükmesine rağmen bu niteliklerin hiç geliştirilmediği toplumlar olduğu ve toplumdan topluma farklı algılandıkları için eğitimin, tıpkı başka yerlerde olduğu gibi öncelikle sosyal ihtiyaçlara cevap verdiği görülmektedir. Bu güçlü bir entelektüel kültürün herkes tarafından bilinmesinin avantajlarından olmalıdır. Bugün üst seviyeye taşıdığımız bilimin eleştirel bakış açısına uzun bir süre şüpheyle yaklaşılmıştır. Hiç yetersiz bir aklı memnun eden büyük bir öğreti biliyor muyuz? Bilgiye olan bu ilgisizliğin, doğası gereği insanları zorunda bıraktığına inanmaktan kaçınılmalıdır. İnsanlar kendilerine nadiren ve öylesine öğretilen bilime karşı doğuştan bir istek duymazlar. Bilimi yalnızca ona muhtaç olduklarını tecrübe ettikleri zaman öğrenmeyi isterler. Her ne kadar kendi hayatlarının sorumluluğunu üstlenmiş olsalar bile bu konuda yapabilecekleri bir şey yoktur. Rousseau’nun da öncesinde söylediği gibi, algı, deneyim ve içgüdü tıpkı hayvanlarda olduğu gibi hayati ihtiyaçları karşılamak için yeterli olabilir. En basitinden eğer bireysel yaratım sürecinde kendi yolunu izleyen biri ötekilerin ihtiyaçlarının ne olduğunu bilmiyorsa, üstelik acı verici ve yorucu çabalar sarf etmeden fayda sağlayabilecek bilimsel bir araştırma yapamaz. Bilgiye olan açlığın yalnızca toplum tarafından farkındalık yaratıldığında ve ona ihtiyacı olduğu hissettirildiğinde fark eder. Toplum hayatına gelindiğinde düşünceyi bütün biçimleriyle yansıtabilmek yaşanan fikir çatışmasından dolayı çok karmaşık bir hal almıştır; bilim bunu aydınlatılmış düşünce olarak tanımlar. Toplumun kendi üyelerinden bilimsel kültürü kabul etmesini beklemesi ve bu düşüncenin onlara zorunlulukmuş gibi dayatılmasından ötürü bilimsel kültür kaçınılmaz bir hal almıştır. Ancak başlangıçta sosyal organizasyon çok basit, çok çeşitli ve kendi içinde her zaman eşit olduğu sürece, hayvan içgüdüsü bağnaz bir gelenek için yeterli olur. Buna karşın düşünce ve özgür irade, geleneği tehdit ettiği için, gereksiz ve aynı zamanda tehlikelidir. İşte bu yüzden yasaklanırlar.
Ondan başka fiziksel özellikleri yoktur. Toplumsal çevrenin durumu halkı çileciliğe yönlendirip ve beden eğitiminin arka planda reddedileceği belirtiliyor. Sevmenin zor olduğu dönemlerde çileciğe zorbalığa karşı takınılabilecek tek tavır olduğu için ihtiyaç duyuluyordu, zira bu durum Ortaçağ’daki okullarda yaratılmıştı. Aynı şekilde mevcut görüşün ardından, aynı eğitim daha farklı bir anlayış çerçevesinde aktarılacaktır. Sparta’da bu eğitimin amacı vücudu yorulmaya zorlamaktı, Atina’da vücudu en azından göze hitap edecek bir hale getirmekti, şövalyeler döneminde savaşçıların atik ve esnek bir şekilde forma sokulması beklenirken günümüzde hijyenik bir amaçtan ziyade, çok yoğun tehlikeli etkileri olan entelektüel kültürle ilgilenmektir. Böylece ilk bakışta istekli görünen bireyler bile, onu yalnızca toplum tarafından teşvik edildiği zaman ve toplumun istediği biçimde araştırır.
Aynı şekilde sorulan bir soruya yukarıda belirtildiği gibi cevap veririz. Buna karşın bir topluma bireylerin ihtiyaçlarına göre şekillendirmesini gösterdiğimizde, dayanılmaz bir zorbalığa maruz bırakılıyorlarmış gibi görünebilir. Lakin gerçekte eğitim yoluyla her birimizi eğiten, bize en iyi olanı gösteren, tamamen insana özgü toplu eylemlerin başlangıcı olduğu için kendileri bu teslimiyete ilgi gösterirler. Gerçekten de insan, toplumda yaşadığı için insandır. Bir makale sürecinde modern sosyoloji çalışmalarını özetleyen genel ve önemli olan bir önermeye titizlikle yer vermek oldukça zordur. Âmâ başlarda, gittikçe azalan bir rekabetin olduğu söylenebilir. Ayrıca bunu doğrulayan en temel gerçekleri kısaca özetlemek mümkündür.
Öncelikle eğer bugün, tarihsel olarak yaratılmış bir olguysa ahlakın toplumların doğasıyla yakından ilişkilidir çünkü belirttiğimiz üzere toplum değişince o da değişir. Haliyle bu ortak yaşamın bir sonucudur. Aslında bizi kendimizden uzaklaştıran, kendimizden başka çıkarları göz etmeye mecbur bırakan, tutkularımızı ve içgüdülerimizi bastırmayı öğreten, bize kanun yapan, bizi engelleyen, mahrum eden, kurban eden ve kendi değerlerini bizlerin kişisel değerlerinden üstte tutan toplumdur. Bütün bu sistemi zihnimizde yaratan toplum, içimizde ve dışımızda kural ve görev bilincini sürdürür. Dolayısıyla insan fizyonomisinin en zorlayıcı özelliklerinden biri olan ve bizi tamamıyla bir yetişkin yapanın ötesinde çok geliştiren eğilimlerimizin üzerinde kontrol sahibi olma gücünü sağlar.
Bu entelektüel bakış açısıyla topluma daha azını borçlu değiliz. Bilim bu tarz düşüncelerimizi kontrol altına alarak, sebebiyet, kanunlar, uzay, sayı, vücudiyet, hayat, mantık, toplum vb. temel kavramları oluşturur. Bütün bu temel düşünceler sürekli olarak bir evrim halindedir. Pestalozzi’nin inandığı gibi, başlangıç noktası olmaktan uzakta olan bütün bu bilimsel çalışmanın özetidir. Günümüz anlayışı ve uygulanan bilimsel yöntemler artık farklı olduğu için insanı, doğayı, olayları ve yerleri, Ortaçağ’da tasvir edildiği gibi anlatmayız.
Bilim kolektif bir iştir çünkü yalnızca tarihin belirli dönemlerinde yaşamış bilim adamlarını değil tarihin birbirini izleyen tüm dönemlerini ele alır. Dinin bilimin önemli bir noktaya gelmesinden önce egemen olduğu zamanlarda, tüm mitolojiler zaten çok detaylı bir şekilde insanı ve evreni ele alıyordu. Öte yandan bilim dinin mirasçısıdır. Âmâ din toplumsal bir kuruluştur. Bir dil öğrenerek bütün düşünce, çıkarım ve sınıflandırma sistemlerini öğrenir ve yüzyıllar içerisinde tecrübe edilerek derlenen bu sınıflandırmalar sonucunda ortaya çıkan çalışmaları miras alırız. Dahası, dil olmadan bu konuda genel bir fikirden söz edemeyiz. Çünkü kelime, kavramlara yeterli bir tutarlılık vererek onları sabitlemesiyle zihin tarafından rahatlıkla ele alınabilir. İşte bu yüzden dil saf algımızın üzerine çıkmamıza olanak sağlar ve ilk etapta dili sosyal bir olgu olarak göstermeye gerek yoktur.
Bu birkaç bize gösteriyor ki; insan toplumun sahip olduğu her şeyi elinden alsaydı, hayvanlarla aynı seviyeye düşerdi. Eğer insan, hayvanların ulaştığı seviyenin ilerisine hayvanlar durakladığında geçebilmişse, öncelikle kişisel çabalarının meyvesini bire indirgememiş olur ama bu arkadaşlarıyla içinde olduğu her eylemde performansı artırabilecek bir işbirliği yaptığında olur. Bu özellikle arkadan gelen neslin çalışmasının ürünlerinin sonrasında da kaybolmamasıdır. Bir hayvanın bireysel hayatı boyunca öğrenebileceği şeylerden geriye neredeyse hiçbir şey kalmaz. Buna karşın insan, deneyimlerinin sonuçlarını kitaplar, anıtlar, heykeller gibi yaptığı işler ve ürünler vasıtasıyla neredeyse en ince ayrıntısına kadar sözlü anlatım geleneği ve benzeri şekillerde nesilden nesile aktarır. Doğanın yüzeyi sürekli olarak büyüyen zengin bir alüvyonla kaplıdır. Her defasında bir neslin ortadan kaybolup, bir başkasının yerini almasına karşın insanın bilgelik birikimi sona ermez ve bu belirsiz birikim onu kötünün ve kendisinin üzerinde tutar. Ancak ilk olarak işbirliğinden bahsedildiği gibi, bu birikim ancak toplum içerisinde ve toplum tarafından sağlanabilir. Zira kendi mirasının geliştirilip üzerine eklenebilmesi için, önceki nesillerden beri süre gelen ve onları birbirine bağlayan her neslin ahlaki bir benliği olmalıdır ki bu, toplumun kendisidir. Bu minvalde çok sıkça kabul edilen toplum ve birey arasındaki düşmanlığın aslında hiçbir karşılığı yoktur. Her ne kadar bu iki kavram birbirlerine karşıt ve aralarında benzer bir anlayış geliştirmekten uzak olsalar da, konuya dâhil olmaktadırlar. Birey toplumda kendi olmak ister. Özellikle belirtilen eğitim anlayışından yola çıkarak üzerinde hiçbir şekilde onu baskılayacak, eksiltecek ve niteliğini değiştirecek bir eylem uygulanmamalı, aksine onu geliştirerek gerçek bir insan yaratılmalıdır. Hiç şüphesiz böyle bir çaba harcanması ile büyüyemez. Ama gönüllü olarak çaba harcama becerisi insana özgü en değerli yeteneklerden biridir.
4. Devletin eğitimdeki rolü
Eğitimin bu tanımı, devletin eğitim alanındaki tartışılan görev ve sorumluluklarını kolaylıkla çözmeye imkân verir.
Çocuklar ailelerinin kendileri üzerindeki haklarına itiraz ediyorlar. Çocuk öncelikle kendisinin entelektüel ve ahlaki gelişimini yönlendirmenin aileye ait olduğunu kabul ediyor. Zira eğitim temelde özel ve ailevi olarak algılanır. Kişi bu bakış açısını kabul ettiğimizde, doğal olarak devletin bu konudaki müdahalesini mümkün olan en aza indirgeme eğilimindedir. Devletin, ailelerin yerine yardımcı ve vekil olarak hizmet vermek ile sınırlı kalması gerektiğini söylemek lazım. Aileler devletin dışında üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmekten kaçındıklarında doğal olarak kolaycılığa kaçarak çocuklarını istedikleri okullara gönderebilmektedirler. Ancak kesinlikle bu sınırlar içinde kalmalı ve gençliğin zihninde kararlı bir yönelimi etkilemek için tasarlanan olumlu eylemlerden uzak tutulmalıdır.
Fakat onun rolü çok da olumsuz kalmamalıdır. Eğer kurmaya çalıştığımız gibi, eğitim, her şeyden önce, ortak bir işleve sahipse, çocuğu içinde yaşadığı sosyal çevreye adapte etmeyi hedefliyorsa, toplumun böyle bir işleme ilgisiz kalması imkânsızdır. Mademki eğitim, kendisinden sonra gelen davranışları yönlendiren bir referans noktasıdır, o zaman eğitim toplumda nasıl yok sayılabilir? O halde, öğretmenin, çocuğa yaşaması gereken çevre ile uyum içinde olmasını sağlamak için aktarılacak fikir ve duyguları sürekli olarak hatırlatması gerekir. Pedagojik eylemi sosyal anlamda yerine getirmeye her zaman hazır ve uyanık tetikte olmasaydı, mutlaka belirli inançlara hizmet ederdi ve ana vatanın büyük ruhu, birbiriyle çatışan, tutarsız küçük, parça parça ruhlara bölünürdü ve dağılırdı. Tüm eğitimin temel amacına karşı daha fazla karşı koyarak gidilemez. Bir seçim yapmak gerekir: toplumun varlığına bir değer yükleniyorsa ve bu değerin bizim için ne anlama geldiğini görüyorsak, eğitim, vatandaşlar arasında bir toplumda olmazsa olmaz olan, yeterli fikir ve duygu birliğini sağlamalıdır ve bu sonucu üretebilmesi için, tamamen bireylerin keyfiliklerine terk edilmemelidir.
Eğitim temelde toplumsal bir işlev olduğu sürece, devlet bunu görmezden gelemez. Aksine, eğitim olan her şey bir anlamda eğitimin eylemine tabi olmalıdır. Bu, öğrenimin tekelleştirmesi gerekir demek değildir. Sorun, bu şekilde ele alınamayacak kadar karmaşıktır ki; biz de ayırma niyetindeyiz. Belirli bir pay bireysel girişimlere bırakıldığında, okuldaki ilerlemenin daha kolay ve hızlı olduğu düşünülebilir; zira birey devletten daha yenilikçidir. Ancak bu, kamunun çıkarları çerçevesinde, devletin, daha doğrudan sorumluluk sahibi olduğu okullardan başka okullar açmasına izin vermesi, orada olanlara yabancı kalması ve takip etmemesi anlamına gelmez. Aksine, buralarda da verilen eğitim devletin kontrolü altında kalmalıdır. Eğitimcinin işlevi, yalnızca devlet tarafından konulan özel şartları garanti edemeyen birine devredilemez. Şüphe yok ki, devletin müdahalesinin dâhil edilmesi gereken sınırların bir kez ve herkes için belirlenmesi oldukça sıkıntılı ve zor olabilir, ancak müdahale ilkesine itiraz edilemez. Sınırsız bir özgürlük içinde anti-sosyal bir eğitim verme hakkını talep edebilecek bir okul yoktur.
Bununla birlikte, ülkemizdeki mevcut zihinsel bölünme durumunun, devletin bu görevini, özellikle, hassas aynı zamanda önemli hale getirdiğini kabul etmek gerekir. Gerçekten de, toplumun olmadığı bu fikir ve duygu topluluğunu yaratmak devlete bağlı değildir; eğitim kendisini oluşturmalıdır ve devlet, eğitimi yalnızca tahsis edebilir, koruyabilir, özel kişiler için daha bilinçli hale getirebilir. Fakat tartışmasız ki bizde, bu ahlaki birlik her açıdan olması gerektiği gibi değildir. Farklı ve hatta bazen çelişkili kavramlar arasında bölünüyoruz. Bu ayrışmalarda inkâr edilemeyen ve dikkate alınması gereken bir gerçek vardır. Azınlıkların çocuklarına fikirlerini dayatabilme hakkını tanıyan bir çoğunluk, söz konusu olamaz. Okul bir taraf olayı olamaz. Çünkü öğretmen, otoritesini öğrencilerini kişisel önyargılarının kısıtlaması konusunda gerektiğince kullanırken görevinde başarısız olduğunda öğrenciler öğretmene haklı görünmek kendilerini savunurlar. Ancak, tüm fikir ayrılıklarına rağmen, medeniyetimizin temelinde açık olsun olmasın herkes için ortak olan, alenen yüz yüze gelmekten kaçınılan belli sayıda çok az ilke vardır: demokratik ahlakın temeli olan akla, bilime, fikirlere ve duygulara olan saygıdır. Devletin rolü, bu temel ilkeleri tanımlamak, bunların okullarda öğretilmesini sağlamak, hiçbir yerde yok sayılmış çocukların kalmadığından emin olmak ve her yerde bu çocuklar hakkında hak ettikleri saygı çerçevesinde konuşulmasını sağlamaktır. Bu bağlamda, daha az saldırganlık ve şiddetli içeren ve kendisini daha makul sınırlar içinde tutabilme noktasında daha etkili olabilecek konusunda uygulanacak bir eylem mevcuttur.