Felsefi Antropoloji
Yazının ilk bölümü için tıklayınız.
Yazar: Matthew Sharpe
Çevirmen: Cemre Yıldırım
Lacan’ın Felsefi Antropolojisi
a) Ayna Evresi
Lacan’ın Özne–Ben’in İşlevinin Oluşturucusu Olarak Ayna Evresi (The Mirror Stage as Formative of the I-1936, 1949) isimli makalesi, daha önce hiç söylemediği ve daha sonra postyapısalcı bir mantraya[1] dönüşen bir doktrinin değişkenlerini ortaya koymaktadır; bu mantra ise insan kimliğinin “merkezden uzaklaşması”dır. Lacan’ın makalesindeki en önemli gözlem, 6 ila 18 aylık bebeklerin davranışlarıyla ilgilidir. Lacan, bu yaştaki çocukların ayna görüntülerini tanıyabileceklerini belirtmiştir. Üstelik bu hissiz bir deneyim değil, çocuğa büyük zevk veren bir tanıma aşamasıdır. Lacan’a göre bu jübilasyon (coşku), çocuğun aynadaki görüntüsü ile tanıştığında kendisini ilk kez bütün ve ayrı bir birey olarak nasıl sezinlediğinin bir kanıtıdır. Lacan, (çağdaş psikanalitik gözlemlere dayanarak) çocuğun bu süreçten önce, (hayvanlar alemine has olan bir süre boyunca) “Ben ve Öteki” arasındaki ayrımı açıkça yapamayan ve onu ilk besleyenlere tamamen bağımlı olan “bölümlerden ve parçalardan oluşan bir beden”den biraz daha fazlası olduğunu ileri sürmektedir.
Lacan’ın ayna evresi hakkındaki bu gözlem üzerine yaptığı çıkarımlar geniş kapsamlıdır. Eğer varsa, bireylerin bireyselleşme duygusunun doğuşu hiçbir şekilde, içlerinde yatan, doğuştan gelmesi beklenen herhangi bir içsel varlığın “organik” veya “doğal” gelişiminden kaynaklanamayacağı görüşü etrafında dönmektedirler. Lacan’a göre Ben, her yönüyle Ötekidir (bu da Freud’un Ego ve İd isimli kitabında hâli hazırda detaylıca açıklanmış ego kavramının yankısı ve geliştirilmesidir). Lacan’ın “Aggressivity and Psychoanalysis”de (Saldırganlık ve Psikanaliz) yorumladığı gibi, bu hükmün doğruluğu çocukluğa geçiş döneminde belirgindir: bir çocuğun, ona başkası vursa bile “Ben ona vurdum!” diye tam tersini iddia etmesi olgusudur. Aslında, kendimizle ilgili ikinci ya da üçüncü kişi olarak konuşmamızın ve düşünmemizin yetişkin insan deneyiminin kalıcı bir olasılığı olarak kalması bu durumu tescillemektedir. Lacan’a göre, bu olguda belirleyici olan, egonun temelde bir nesne olmasıdır. Bu nesne bireyin dünyada karşılaştığı nesnelerin ve başkalarının görsel imgeleri üzerine modellenmiş öznel birliğin yapay bir projeksiyonudur. Lacan buna göre devam eder; ego ile özdeşleşme, özellikle çocuklar arasında görülen insan davranışındaki saldırganlığın kaçınılmaz bileşeninin altında yatan ve Freud‘un çocukların aşk nesnelerine karşı ilkel kararsızlığını vurguladığı Cinsellik Üzerine Üç Deneme (Three Essays on Sexuality) isimli eserinde söz ettiği durumdur (Oral dönemde sevmek, yemektir; anal dönemde ise hükmetmek ya da yok etmektir…).
b) Arzu Ötekinin Arzusudur
Lacan kariyeri boyunca bu temel kimlik anlayışına dayanarak, arzunun Ötekini arzulama olduğunu ileri sürmüştür. Lacan’ın bu ifade ile üzerinde durduğu asıl nokta, insanlar cinsel arzu duyduklarında (evrensel olarak doğru olmayan bir gözlem) başka insanları arzulamalarının önemsizliği değildir. Yine Freud’un cinsellik teorisini geliştirirken Lacan, psikanalizin açığa çıkardığı şeyin, insanların nasıl ve neyi arzu edeceklerini öğrenmeleri olması gerektiğini iddia etmektedir. Lacancı teori, küçük çocukların dünyaya her zaman sürekli veya dönemsel olarak karşılanması gereken temel biyolojik ihtiyaçlarla doğduğunu inkâr etmez. Ancak Lacan, çok erken yaşlardan itibaren çocuğun, bu ihtiyaçları karşılama girişimlerinin başkalarıyla olan alışverişlerinin diyalektiğinde tamamlandığını vurgular. Çünkü benlik duygusu sadece bu diğerlerinin (ya da bir tür başka olarak aynadaki görüntüsünde) imgeleriyle özdeşleşerek kazanılır; Lacan, bir şeyi başkaları gibi ya da başkaları aracılığıyla arzu etmenin açıkça -ve doğrudan- insanlara ait bir özellik olduğunu savunmaktadır. Moda gibi sosyal olguları düşündüğümüzde Lacan’ın ne anlatmak istediğine dair bir fikir edinebiliriz. Çocukların bir nesne için atışmaları bu savı rahatlıkla doğrularken, bir nesnenin, başkaları tarafından arzulandığı fark edildiğinde diğer bireyler için de arzu edilebilir hale gelmesi tamamen mümkündür. Öyle ki arzusu ortadan kalktığında nesne de cazibesini kaybeder.
Lacan, bireyin biyolojik ihtiyaçlarının başkaları tarafından tanınma ve sevilme arzusundaki değişiklere bağlı hâle geldiğini ileri sürerken işte tam olarak arzunun bu merkezin dışında kalması durumunu açıkça dile getirmektedir. Ecrits (Yazılar) kitabında, altına kaçırmak veya tuvaletini tutmak kadar “doğal” olayların, çocuğun ebeveynleriyle olan ilişkisinde sergilediği uyumu veya isyanı ifade eden hadiseler haline geldiğini belirtmektedir. Aç olan bir çocuk, eğer bir yiyeceğin ebeveynlerinin memnuniyetsizliğinden veya sabırsızlığından daha az bir sevgi göstereni olarak sunulduğunu algılarsa, yemek yemeyi bile reddedebilir.
Bu bilgiler ışığında, Lacan’ın oyun teorisine başvurmasının gerekçesi anlaşılabilir hâle gelir. Oyun teorisi, isteklerine ilişkin kararların temelde başkalarının kararlarını hem etkileyebileceği hem de o kararlardan etkilenebileceği durumlardaki bireyler için mevcut olasılıkları resmileştirme çabasını içermektedir. Lacan’ın Ecrits’deki “Direction of the Treatment” (Tedavinin Yönü) başlıklı makalesinde de belirtildiği gibi, analitik durumun, Freud’un aktarım kavramı çerçevesinde (bkz. Bölüm 2) kuramsallaştırdığı gibi, tam da böyle bir durum olduğunu var saymaktadır. Bu makalede Lacan, Freud’un Rüyaların Yorumu isimli kitabında kasabın karısının rüyasına odaklanmaktadır. Söz konusu “kasabın karısı”, Freud’un rüyaların her zaman şifreli bir arzu gerçekleştirimi oldukları yönündeki teorisinin geçersizliğinin kanıtı olan bir rüya gördüğünü düşünüyordu. Ancak Freud’a göre, bir hasta analize girdikten sonra, istekleri (en azından kısmen) analistin algılanan isteklerine göre nasıl oluşturulduğu göz önünde bulundurulursa, işte o zaman bu rüya açıklanabilir hâle gelir. Bu durumda, rüyanın ifade ettiği isteklerden en az biri, Freud’a göre kadının (teorisinin doğru çıkmasına yönelik) engellenmiş arzusuydu. Aynı şekilde Lacan, rüyanın açık içeriğinde (sadece bir parça somon füme ile bir akşam yemeği partisi düzenlemeye çalışan kadın) ifade edilen daha derin bilinçdışı bir arzunun, ancak kocasının onun her isteğini yerine getiremeyeceğine ve onu tatmin edilmemiş bir arzu ile bırakacağına dair kodlanmış bir arzunun yerine getirilmesi olarak yorumlanabileceğini detaylı olarak anlatır.
c) Oedipus Kompleksi, Kastrasyon, Babanın Adı ve Büyük Öteki
Arzu Ötekinin arzusudur ilkesi, Lacan’ın Freud’un beş veya altı yaşındaki çocuğun Oidipus kompleksinin çözümü ile çocuğun sosyalleşme teorisini nasıl yeniden formüle ettiği konusunda belirleyicidir. Lacan, bu olayın hem bireyin gelişiminde hem de olası akıl hastalıklarının etiyolojisinde[2] belirleyici olması konusunda Freud ile aynı fikirdedir. Ancak Lacan, öznel gelişimin bu aşamasını anlamaya çalışırken, Freud’un biyolojik organ olan penise yaptığı vurgudan uzaklaşır. Bunun yerine Lacan fallustan[3] bahseder. Öncelikle Lacan’ın kastettiği, çocuğun annenin arzuladığı şeyin farkına varmasıdır. Çünkü çocuğun kendi arzusu, onu ilk besleyen (genellikle Batı toplumlarında anne) ile olan ilişkileriyle yapılandırılır; bu nedenle, Lacan’a göre, annenin arzusu, Oidipus kompleksi ve onun çözümü ile neyin ortaya çıktığına dair belirleyici unsurdur. Lacan, çocuğun ilk yıllarında, annenin arzuladığı şeyi kavramaya çalıştığını, böylece kendisini annesi için fallus yapmaya, tamamen tatmin edici bir aşk nesnesi haline getirmeye çalışabileceğini ileri sürer. Ancak beşinci veya altıncı arzusu sırasında baba, bu Oidipal arzuyu kalıcı olarak engelleyecek şekilde müdahale edecektir. Lacan’ın adlandırdığı şekilde kastrasyon[4], herhangi bir fiziksel olay veya tehdit değil, anne için fallik bir şey olma arzusundan feragat etmektir; hâl böyleyken hem erkek hem de kız çocuklarının genellikle razı olduklarını düşündüğü bir işlevdir.
Lacan, yine Freud’u takip ederek, çocuğun kastrasyonunu kabul etmesinin Oidipus kompleksinin çözümüne işaret ettiğini belirtir. Oidipal çocuk, bu arzuyu kavramaya ve yerine getirmeye çalışma planına bağlı kalır. Buna göre (bilindiği gibi), babayı en gözde arzuları için bir rakip ve tehdit olarak algılar. Bu nedenle ayrıksı bir kuramsal bağ kuran Lacan, aslında bu noktada (en azından çocuğun algıladığı şekilde) baba-çocuk ilişkisini, Hegel’in Tinin Görüngübilimi’nde (Phenomenology of Spirit) dramatize edilen ünlü “sırf tanınmak için ölümüne mücadele”ye benzetir. Elbette bu mücadelede çocuk her zaman kaybeder. Ancak, Lacancı teoriye göre her şey, bu kaybın çocuk için şiddetli bir aşağılama oluşturup oluşturmadığı veya Hegel’in “Efendilik veya Kölelik” diyalektiğinde olduğu gibi, olayın çözümünün karşılıklı olarak kabul edilmiş “Yasa”nın ciddiyetine tabi olan taraflar arasında bir anlaşma içerip içermediği etrafında şekillenmektedir.
Lacan’a göre, eğer kastrasyon kompleksinin işlevi çocuğu normalleştirmek ise yapılması gereken, annenin arzusunu harekete geçiren veya tatmin eden gücün babanın herhangi bir görünür (hayalî) özelliği (belli ki daha iyi olan fiziksel yetenekleri vesaire) olmadığını çocuğun kavramasını sağlamaktır. Çocuk, annenin heveslerinin kendilerini aşan ve ehlileştiren bir Yasa tarafından emredildiğini görmelidir. Bu Lacan’ın meşhur babanın adı (nom) olarak adlandırdığı bir kanundur: Lacan burada, Fransızca’da nom (isim) ve non (Ensest İlişkiye “Hayır!”) sözcükleri arasında isabetli bir homonimlikten (eşadlılık) faydalanmaktadır. Lacan’ın iddiasına göre, baba araya girdiğinde (en azından Lacan’ın simgesel baba olarak adlandırdığı kişi olduğunda), yaşayan ve zevk alan bir birey olarak, sosyal Yasa ve düzenin delegesi ve sözcüsü olarak yaptığından daha azını yapar; aynı zamanda, toplumsallaştırılmış bir varlık olarak, anne tarafından da belirleyici olduğu kabul edilir. Bu nomoi[5] organı, Lacan’ın çocuğa verilen sosyo-dilbilimsel toplulukta Büyük Öteki olarak adlandırdığı şeydir. Kastrasyon evresindeki çocuğun, anneyi hareket ettiren ve babanın sözlerine “eylemsel güç” (Austin) verdiğini algıladığı şey Lacan’ın “fallik düzen” olarak da adlandırdığı Yasanın gücüdür.
d) Yasa ve Simgesel Kimlik
Böylece Lacan, Baba Yasasını çocuk ve anne arasındaki gerekli ara bulucu olarak kuramsallaştırmıştır. Çocuğun egemenliğini iktidarsızlaştırıcı bir şekilde kabul etmesi onu, anne için tamamen tatmin edici bir “Şey” olma konusundaki kararsız girişimlerini hızlandırır. Lacan’ın nükteli bir şekilde söylediği gibi, çocuk kastrasyonu kabul ettiğinde, ensest isteğini doğrudan tatmin etmenin imkansızlığına razı olur. Ancak, eğer her şey yolunda giderse, zamanı geldiğinde (ve kurallara göre oynarsa) en azından kaybettiği o ilk arzu nesnesi için tatmin edici bir yedek konumuna erişmesini garantileyen bir nevi “tapu senedine” sahip olacaktır. Burada meydana gelen durum şudur; bireyin bilhassa çocukluk yıllarını niteleyen hayalî özdeşimleri (veya “ideal egoları”) tamamen farklı bir düzenin tanımlanması ile desteklenmektedir. Lacan bu olguyu “ego ideali”ne sahip simgesel kimlik şeklinde tanımlar. Bu tam olarak görülemeyen, dokunulmayan, yutulamayan veya yenilemeyen bir şey ile ve bir şeyin içinde özdeşleşmedir; yani, doğuştan gelen kültürel topluluğun sözcükleri, normları ve yönergeleridir. Simgesel kimlik her zaman, öznenin en kalıcı hayalî kimliklerini üstlenebileceği sosyal-öznelerarası alanı düzenlemenin normatif olarak sınırlandırılmış bir yoluyla tanımlanır: Örneğin, histerik açıdan savunmasız kadın, simgesel düzeyde, hayalî kimliğinin anlamsız olacağı cinsiyetler arasındaki sosyal ilişkileri yapılandırmanın ataerkil yolu ile özdeşleşir.
e) Özet
Tekrarlamak ve özetlemek gerekirse: Lacan’ın felsefi antropolojisi (İnsan olmak nedir? Sorusuna cevabı) Freudyen ilkelerin birkaç önemli farklı açıklamalarını içerir. Hegel’in oyun teorisinden ve bebek davranışlarının çağdaş gözlemlerinden yararlanarak, insan arzusunun öznelerarası yapısına Freud’dan daha fazla vurgu yapar. Lacan’ın felsefi antropolojisi, en azından bu özelliği ile Levinas, Honneth ve Habermas gibi filozofların felsefi yaklaşımları ile bağdaştırılmıştır. Aynı şekilde, Lacan için insan arzusunun “ötekinin arzusu” olmasından dolayı, çocuğun sosyalleşmesinde tehlikede olduğunu iddia ettiği anne için tamamen tatmin edici bir nesne olma arzusudur; bu da sonuç olarak (veya en azından norm-al olarak) babanın Yasa ile ilişkili sözcükleri tarafından yerine getirilen bir işlevdir. Bu yüzden Lacan için insan, (merkezden uzaklaşan olarak) mutlak surette konuşan bir hayvandır (buna da parle-être[6] der); arzusu, toplumunun doğal dilinin zorunluluklarına “karışmış” ve onun içinde şart koşulmuş kişidir (Bkz. Bölüm 2). Özellikle Lacan, Yasanın yasakları ile ilgili olarak insan arzusunun diyalektik yapılandırmasını vurgulamak için Freud’un (ve Pavlus[7]’un) metinlerinin içindeki bazı ipuçlarını benimser. Lacan, eğer Babanın Yasasının çocuğun tam olarak tatmin edici bir nesne (yukarıda açıklandığı gibi) olarak aldığı şeye hemen erişimini reddetmesi durumunda, arzunun zorunlu olarak Öteki Büyük’ün izin verdiği aralıklarda açıkça ifade edildiğini savunur. Bu da yasakladığı şeyin doğuştan gelen ve “ölümcül” bir çekiciliğiyle tanımlanır; işte Lacan bu sebeple kariyeri boyunca Freud’un kafa karıştırıcı ölüm dürtüsü kavramına merkezi bir önem vermiştir.
f) Lacan’ın Tanısal Kategorileri
Son olarak, Lacan’ın Freud’un temel fikirlerinden birkaçını yeniden açıklamasından dolayı, Lacan’ın tanı buluşsal yönteminin Freud’dan belirgin şekilde farklı olduğuna dikkat edilmelidir. Lacan’a göre, akıl hastalığını anlamada belirleyici olan, ego ve daha “irrasyonel” olan iki psişik yatak arkadaşı, süperego ve id arasındaki çatışma değildir. Özne, toplumunun büyük Öteki’nin fallik düzeni içinde “gösterenin ters çevrilmiş merdiveni” üzerindeki arzusunu sürdürmeye zorlanan kısırlaşmış bir hayvan olma durumuna bu şekilde göğüs gerer. Lacan için sorulması gereken soru şudur: Özne simgesel kastrasyonuna tam olarak ne derece ulaşmıştır? Böyle ise özne, gelişiminin erken çocukluk evrelerinin geçişlilik ve saldırganlık özelliklerinin üstesinden tam olarak nasıl gelmiştir?
Freud’da olduğu gibi, Lacan da akıl hastalığının üç ana sınıfı olduğunu tespit etmiş; Lacan tarafından hepsi bu problemin koşullarına ilişkin olarak konumlandırılmış, merkezin dışında kalmış ve sosyalleştirilmiş bir hayvan olmaya yönelik üç varoluşsal durum gibi bir şeye yükseltilmişlerdir. Lacancı kavramsallaştırmaya göre nevrotik, kastrasyona maruz kalan ancak geriye bir şeyler bırakmış kişidir. Semptomları, büyük Öteki’nin kısırlaştırıcı faaliyetinin kalıcı olarak reddedilmesine ve buna kin beslenmesine tanıklık eder. Sapık, kastrasyona yalnızca kısmi olarak razı olmuş kişidir. Birey için Yasa, bireyin derinden arzu duyduğu (anne vücudu) ne varsa bastırma veya erişilemez kılma noktasında bütünüyle iş görmez. Bu yüzden bu Yasa, (ya kovuşturmasında ya da tahammülünde) kendi arzusunun nesnesi olarak işlev görmeye başlar. Son olarak psikotik ise babanın adıyla bağlanmış olan simgesel düzenin sosyal değişimine daha önce hiç razı olmamış (ya da bunun için tükenmiş) kişidir. Dolayısıyla onun için, insanların “Yasa olduğu için” yasaları takip ettikleri Yasalar olan büyük Öteki’nin bu düzeni her zaman bir benzerlik olarak görünebilir. Bu nedenle, paranoyakların sanrılarında da en açık şekilde görüldüğü gibi, perde arkasında sosyal maskaralığın iplerini elinde tutan bu kişi, bir yerlerde mutlaka “büyük Ötekinin Ötekisi” (örneğin: uzaylılar, CIA, Tanrı) olduğu yanılsamasının daima tutsağı olacaktır.
Dipnotlar
[1] Metnin bu bölümünde mantra sözcüğünün kullanmasının özünde, mantraları oluşturan hece veya sözcüklerin meditasyon sırasında sürekli tekrar edilmesi anlamı yatar. Örneğin “om” mantrası, ilk bakışta, iki harften oluşan bir sözcüktür. Ancak temsil ettiği anlamlar onu bir hece olmaktan öteye taşımış ve dünyada herkes tarafından bilinen bir “ses”e dönüştürmüştür. Bu anlatımda mantra kavramı “Gösterenin, bir başka gösterenin öznesini temsil ettiği” bir durumdur ve “bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır” (Mellard, 2006: 2; Johnston, 2005: 116).
[2] Etiyoloji, neden bilim olarak da bilinen, hastalıkların nedenlerini araştıran tıp dalıdır.
[3] Erkeklik organı
[4] Hadım etme
[5] Nomos (tekil), Yunanca yasa veya gelenek anlamına gelen Antik Yunan felsefesinde bir hukuk kavramı.
[6] Konuşan varlık
[7] İngilizcede Paul the Apostle veya Saint Paul olarak bilinen (Aziz) Pavlus veya Tarsuslu Pavlus, ilk nesil Hristiyan liderlerden biridir ve yazılarının İncil’de önemli bir yeri vardır.
Dipnot Kaynakçası
Mellard, J. M. (2006). Beyond Lacan. SUNY Press, s. 2.
Johnston, A. (2005). Time driven: Metapsychology and the splitting of the drive. Northwestern University Press, s. 116.
İleri Okuma
J. Lacan, (2012), Babanın Adları (çev. Murat Erşen), Monokl Yayınları.
J. Lacan, (1994), Fallus’un Anlamı (çev. Saffet Murat Tura), Afa Yayıncılık.
J. Lacan, (2013), Psikanalizin Dört Temel Kavramı (çev. Nilüfer Erdem), Metis Yayınları
Redaktör: Melis Fettahoğlu-Hallier
Editör: Arman Tekin – Martı Esin Şemin
Görev Alan Yayın Kurulu: Utku Baran Ertan
Bu yazı Internet Encylopedia of Philosophy (IEP)’nin izni alınarak Türkçeye çevrilmiştir.
Yazının orijinali için:
Yazının ilk bölümü için tıklayınız.
Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji Felsefi Antropoloji