Adam und Eva
E-dergimizin 13. Sayısındaki tüm yazılar için tıklayınız
Yazar: Lumen
Adam und Eva ya da Duvardan Gelen Sesler
Hava kararmak üzere, her zaman geldiği saatte evde olacak, merdivenlerde yankılanan adım seslerinden belli. Eşikte kapıcıya rastladı, aidat ve apartman toplantısı meseleleri. Hiç hoşlanmıyor o adamdan ve tüm konuşmaları ondan kurtulmak için yapmayacağı şeylere bile “evet” demesiyle son buluyor. Bu bir döngü; zira kapıcılar cevapları asla unutmazlar. Duvarın arkasından duyduğumuz ses, Sami Bey’in apartmanın önündeki tek ağacın meyvelerini toplamak için yeterince uzun boylu olduğuyla ilgili. Hiç dinlemediği kapıcıya verdiği “Evet, boş bir zamanımda.” cevabından anlaşılıyor. Ses kalabalıklarından hiç hoşlanmaz Sami Bey, sinirlenmiş demek ki kendi evinin anahtarını bulamıyor; deniyor teker teker, bir ev için bu kadar anahtar niye? Gıcırdaması müzmin kapı açıldı sonunda, antreye yığdı elindekileri; eskimiş deri bir evrak çantası, birkaç da poşet. Limon almış olmalı, Sami Bey’e limonsuz ev boş gelir, içkisine bahanesi belki de.
Diyorum ya bir bahaneydi aslında limon. Aslında tek istediği tüm günün yorgunluğundan sonra farklı bir tat alabilmek ve dinlenmekti. Ağacından koparılmak için bekleyen bir limonu yeme düşüncesi yoktu. Meyveye uzanmak ve elde tutma hissini yaşama isteği de… Dokunmayı istemekten çok elde etme isteğinden ileri geliyordu bu. Bu tanıdık his ile gözümüzü açtığımızda kendimizi burada bulduk. Gerçek şu ki, biz hep buradaydık.
– Biz bu eve geleli çok oldu değil mi?
– Evet diyerek başını salladı. Sami Bey’in kardeşi almıştı bizi Almanya’dan. Albrecht Dürer Müzesi’nde diğerlerinden farkı olmayan çerçevesiz, jelatinle sarılı baskıdan öte bir şey değildik aslında. “Bu tablodan çok etkilendim Sami, hatıra olarak alayım dedim. Kendi evimde düşünemedim hiç, senin olmalıydı.” dedi verirken. Bizi pakete sarmamıştı, apaçık ortada duruyorduk. Sami Bey bizi eline aldığı an göz göze geldik. Doğru bir tarif mi bu, göz göze gelmek, bilemiyorum. Çünkü göz göze gelmek basittir; görmek ve yoluna devam etmek arasında kısa bir anın temsili olan. Gerçi soyumun devamı bunu bile yapmıyordur artık. Lakin peşin hüküm vermeyeyim, Sami Bey ile bizim için olsun bu düşüncem; sokaklarda yürümedikçe anlayamam, kimin için ne değerli. Kısacası böyle başladı her şey; ilk andan şimdiye. Sami Bey, donmuş yüzüyle, hiç hareketsiz, asılı durduğumuz yerde bizi görmeye başladıkça fark ettik ki biz de onu görüyoruz. Uzunca süre yalnız bu oldu: görü. Biz birbirimize baktıkça, aklın çekiciliğinden kaçamadık. Yalnız renkli kâğıt parçası olmaktan çıktık; Sami Bey’in tek anlattığı olduk. Çoğu zaman söz bile söylemez, aklından konuşurdu. Derin bir nefesin ardından sesini duyacağımız zamanı bilirdik.

Sahi biz deyip duruyorum, kimiz biz? Albrecht Dürer’in “Adam und Eva”sı, bir bütünün iki yarısı. Aden bahçesindeyiz, karanlık. Bizden başka bir ağaç görünüyor, bir yılan ve bir elma. Benim dudaklarım hafif aralık, her an yoluma devam edecekmişim gibi bir ayağım önde. Eva’mın yüzünde bana yabancı bir ifade vardı. Ressama karışmak gibi olmasın, sol elinde de bir elma tutuyor. Sanki kendi ısıracak… Yılana uzatıyor ya da yılan uzanıyor. Çıplaklığımızı bilmeye az kala zamanda dondurulduk, o anımız çizildi. Aden’den çıkışın utancı yok o yüzden. Yüzümüzde, her şey hâlâ masum görünüyor. İyi ki bu anın tablosunun ucuz bir reprodüksiyonunda, yüzyıllar sonra ilk defa usa geldik. Çözmüyordu hiçbir şeyi, yılana sarılı ağacın dibinde donup kalmak.
Biz Sami Bey’in, bazen uyumak da dâhil, en çok zaman geçirdiği okuma odasında duvarda asılı duruyoruz. Ceviz masanın tam karşısında, koyacak yer kalmadığı için üst üste dizdiği kitapların üzerinde. Özellikle seçilmiş bir yer burası, okuma gözlüğünün üstünden bize bakmak için. Yaşadığımız evin sadece bir odası var sanırım. Belki de biz bu kadarını görüyoruz. Yaşamak? Düşündükçe, konuştukça yeniden doğduğumuzu sanıyorum bazen. Demek ki insan, yüzyıllarca yaşasa da vücut bulmak istiyor yeni baştan. Düşünsene Eva, yine etten kemikten olmak, yine ayaklarının altına dünyayı almak. Bu olanaksız, biliyorum, çizgilere sıkışan ruhlar yeniden doğamazlar.
Sami Bey henüz teşrif etmemişken odasına, ondan bahsedeyim biraz. Bizi yeterince anlattım. O, kapıcının da söylediği gibi uzun boylu, orta yaşları geçkin, şikâyeti çözümünden çok bir adam. Pek misafiri gelmez. Nerede çalıştığıysa ayrı bir muamma! Sabahları erken çıkar, şimdi olduğu gibi, akşamüzeri gelir. Daima aynı saatlerde yaşar, hiç şaşırtmaz. Özel zevkleri, beğenileri vardır ya da varmış gibi davranır. Gece çökünce yanımızda belirir; arada karşısındaki duvara yani bize bakar. Loş odasında ışık bir bizi, bir onu aydınlatır. Karanlığın iki başı oluruz biz, o zaman. Onunla ilgili ilk fark ettiğimiz, mesela, memnuniyetsizlik dolu bakışlarıydı. Bunu gözlüğünün üstünden bize baktığı için söylemiyorum, özel bir çabası yok öyle olmak için. Doğuştan getirdiği vardır insanın ana rahminde oluşur, yaşadıkça biçimlenir. Sami Bey’in bakışları da böyleydi işte, huzursuz ruhunun yansımaları. Bir bize konuşurken duyarız gerçek sesini, olur da telefon çalarsa konuştuğu ses sanki kendinin değil. Ağzında geveler lafı, hoşuna gitmediyse karşısındaki geçiştiriverir. Bu ‘ben’i beğenmişlik değil, aksine, ‘ben’i hariç herkesi üstün görmesinden; övünülecek bir şeyi, başarısı, yeteneği, hiçbiri olmadığına inanmasından. Belki de var ama kendi bile farkında değil. İşe gitmese sanki hiç var olmayacak bir adam Sami Bey. Biz zaman geçtikçe onun evini ev bildik; alıştık her bir hareketine. Ben konuşurken geldi bile kahve fincanına sarılmış ellerini ısıtıyor.
– Eva, bu adam yaşamakla hiç mi ilgilenmiyor?
– Acı çekiyor Adam, bağıramıyor. Onun yerine evi ayağa kalkıyor, tozlar uçuşuyor, bulaşıklar duruyor, kapı da gıcırdıyor. Duvara asıldığımız ilk günü anımsıyorum, okuması bitince dumanlı yüzünün ardından söylediği ilk sözü: “Adam und Eva, Dürer sizi neden iki parça çizdi. Neden ayrısınız siz?” İlk sorusu, ondan duyduğumuz ilk şey bu cümleydi. Bu sözle uyandık biz. Sami Bey görmeden, göz ucuyla bakmıştık birbirimize belki nedenini bilenimiz vardır diye. Lakin bizi uyandıran söze hiç cevap veremedik. Ressam hakkında konuşmak Eva varken bana düşmezdi gerçi. Dürer’in ne düşündüğünü Eva daha iyi bilir çünkü annesiymiş gibi hisseder, daha yakındır ona. Buna rağmen bahar sesli, güzel Eva’m, ilk günahın acısından beri az konuşur, çokça da ağlar. Kadınların duygusal olması, ilk analarındandır. Kanından verdi kadınlara, benzemeleri olağan. Eva’nın yılana kanmasından yine, kadınların erkeklere hemen inanması. Ama hiç kızmadım Eva’ya, Aden’de de mutluydum sürgünde de. Ben onunla hep mutluydum, en acılı günlerde bile o yeterdi. Fakat şimdi, bu evde düşünüyorum bazen soyumuzu. Sami Bey düşündürüyor bunları bana.
Sami Bey karısını terk edeli olmuş epey olmuş uzun uzadıya anlatmayayım. Fakat sevgilisini biliriz, duvara asıldığımız ilk günlerdi, hiç unutmam; “Ahmet koskoca Almanya’dan sana bir müze posteri mi aldı?” demişti. Ucuz veya değersiz olduğumuzu düşündüğünden değil tabii, Eva ile ben bin yıllardır yan yanayız, sadece bu tabloda değil her yerde biziz. İnsanın haseti ateş gibidir; saklamaya çalıştıkça dumanı tüter. Canan Hanım, Sami Bey evliyken vardı. O boşanınca Canan Hanım gün geçtikçe silinmeye başladı. Karardı, sessizleşti, yitti. Ne kendini kanıtlaması gerekliydi artık ne de karşısında başka bir kadın vardı. Sami Bey tam anlamıyla “onun” olunca, Canan Hanım söndü. Göç zamanı gelmiş kuşlar gibi yerini yadırgadı, uçmaya başladı. Sami Bey’i terk etti. Giderken söyledikleri, hiç düşünmediği kendini anlatmış olacak ki Sami Bey sıkça o cümleyi tekrarlardı: “Karına dön. Sanırım ikinci kadının varlığı ikinci olduğu için değerli.” Son sözünün bu olması karısını geri getirmedi. Kimse gelmedi. Gidecek biri kalmayana kadar gittiler. Sami Bey terk edilmeye mi içerlemişti, yalnızlığına mı bilmiyorum. Rüzgârın şehri süpürdüğü soğuk günlerden birinde, bu hususla ilgili, ilk ve son kez konuştu:
-Derin uykundan uyandıran suçlu mudur her zaman? Tek günahı, seni, olmayacağını bildiğin ama kabul edemediğin şeyden kurtarması mıdır? Karımı terk etmek çok zordu. Yılları devirmiş iki insanı, birbirinden ayıracak nedenin -burada bu neden Canan oluyor- sağlam olması gerekir. Karımı daha önce de aldattım ama ayrılmayı hiç düşünmedim, kendisi de söylerdi bunu: “Sevişir gelirsin.” Canan’ın farklı olduğunu başından beri, hatta benden önce o biliyordu. Kimseye göstermediği dişini, beni yanında tutmak için yapabileceği her şeyi denedi. İkisinin de birbirini dişlerken beni okşaması hoşuma gitti. Aşağılık bir his bu farkındayım. Peki, neden Canan’a gittim? Âşık mı oldum? Tabii ki hayır! Evimdeki tek kadın sensin Eva, söyle bana neden karım değil, başkaları değil, neden Canan?
– Yüzü, sesi, gülüşü güzeldir ondan veya ne bileyim aklı yakındır sana. Madem sevmiyorsun, onun seni sevmesidir belki içini ona yakınlaştıran. Yıllarını geçirdiğinle ölmekten başka artık ne yaşanır diye mi düşündün yoksa? Merak denen şey, âdemoğluna cennetin kapılarını kapattı. Ben merakımdan kandım yılana, kovulduk Aden’den. Suçlu ne yılan ne elma. Suçlu verilen akıldır, içini oyar. Oyuldukça bir bakmışsın aklınla merakın yüz yüze. Yasak olsa da yapacaksın bir kere kaçamazsın. Velhasıl insan bu ya, her sorusuna cevap bulamıyor. Ben de veremedim sana Canan’ın cevabını. Soru soruyorsan insansın, bilsen her şeyi, haşa, Tanrı olurdun.
– Bence dedim, sen âşıksın. Ondandır böyle tabloyla konuşman. Şikâyet ettiğimizi sanma, ama biri görse dışarıdan deli der sana!
Sanki bizi duymuş gibi baktı içimize, bir an durdu ve devam etti:
– Bilirlerdi sadakat denenin benim için pek bir anlamı olmadığını. Kendime bile sadık değildim. Taşıdığım bedenin ne yaşaması gerektiği üzerine hiç düşünmeden önüme geleni yaşadım. Kim benimle sevişmek istiyorsa seviştim; teklif etmedim, zorlamadım. İkinci kadınlar ilk kadını uyandırır. Karım ve sevgilim birbirlerinden yalnızca nefret ettiler. Hangisine gittiysem, diğeri canavara dönüştü. İçten içe, benden kendilerini kurtardıkları için birbirlerine teşekkür ettiklerine eminim. Sadece beni paylaşamadıklarını göstermekti kargaşanın sebebi. Hâlbuki yakınlarında olmadığım için mutlulardı onlar. Karım sevgilimi suçlar, kandırılmışım gibi davranır, işin komiği bana acırdı. Sevgilim olduğu için mağdurdum. Sesimi hiç çıkarmaz karımın bağırışlarını dinlerdim. Zavallı kandırılmış erkek olmak hoşuma gidiyordu. Ortada bana suç kalmıyordu sonuçta. Küfürleri, hakaretleri hak eden oydu. İki kadının birbirini kötülemesi ne acıdır; bir adam yüzünden. Bildiğim his sevgi değildi. Beni en çok düşünene çevirdim yüzümü. Bencilliğimdi beni yalnızlaştıran… En son karım pes etti benden. Çocuklarım ise çok daha öncesinden. Terk edildim, sırayla. Yalnız kalmak başta acı vermiyor, özgür sanıyorsun kendini. Etrafında kimse yokken özgür olmanın ne anlamı var ki?
Daha önce hiç sözü geçmemişti çocuklarının. Başka çerçeveler vardı ama hiçbiri onlara ait değildi. Baba olmak Sami Bey’in, altından hiç kalkmadığı yüküydü. Hâlbuki çocukları, onu üzecek bir şey yapmamıştı. Bunu biliyoruz; öyle olsa çocuklarından öfkeyle bahseder, kendini haklı bulmaya sebebi olurdu. İnsan, tabiatı gereği sevdiği birini kanatmak isterse bildiği en derin acılarından vurur. İçimizdeki fenalık en canımıza bile taşıyor, ne kötü. Bir gün, belki de onlardan haber aldığı bir gün, çocuklarından bahsetmiş ve bir daha bize böylesi yakarmamıştı:
– Adam und Eva, öyle mi? Sizin İyiliği ve Kötülüğü Bilme Ağacınız yüzünden her şey. Tanrı size demedi mi o ağaçtan uzak durun diye? Ne vardı yılana kanacak? Eğer bir soyunuz olmasaydı, benim de olmazdı. Bir kızım, bir oğlum var olmalarını çok istediğim. Hiç unutmam doğdukları günleri, görsem ağlarım şimdi. Ama benden baba olmuyor, denemedim değil. Onlar büyüdükçe ağırlaştı her şey. Benden nefret eden iki insan yarattım. Şimdi neredeler bilmiyorum, konuşmak istemiyorum onlarla. Bilmem, belki daha iyiler bensiz. Sizin Habil ile Kabil gibi değiller.”
Dedim ki “Tevrat’ta şöyle der: Dünyanın başından beri kardeş, kardeşini sevmek istemez. Senin çocukların bizim Habil ile Kabil gibi değiller. Ne lanetlendiler ne öldürdüler ne de öldüler. Tutunmuşlar çünkü sen onlara çok uzaksın. Bu kimsesiz bırakmak, bunu nasıl yaptın?” Cevap vermedi, beklediğim gibi. “Eva, belli gözlerinden, özlemiş çocuklarını. Varlar, yaşıyorlar. Neden uzaklaşır insan çocuğundan?”
-Adam, kendinden var ettiğin diye, ne yazık, tutunamıyorsun ki yanında. Bazen sen hatalısın, bazen de çocukların. Yine ne yazık, bu adam biliyor haksız olduğunu. Uzak kalıyor herkesten. O yüzden, geçmişini bilenleri görmek istemiyor, çocukları olsa bile. Pişman olacağının, kaybettiği zamanların, her şeyin farkında.
Biz Sami Bey’i anlattık, o karşımızda okurken. Eski bir kitap var elinde, sayfalar değiştikçe rutubetli eski kitap kokusu sardı odayı. Her akşamki düşünceli duruşu içinde derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı:
– Eva, Ateşi yakan mı söndürür? Eva annemiz, Havva’da diyebilirim aslında sana ama Dürer hangi dilde çizdiyse sizi öyle kalsın. Neyse, ne diyordum ateşi yakan mı söndürür? Tüm gün kafamda döndü durdu bu cümle. Nedenini bilmiyorum, anlamı olduğundan emin bile değilim. Yine de soruyorum sana.
– Sami, sana bey demeyeceğim, sen benim son oğlumsun. Bilmediklerini bildiğim için annenim ben senin. Ateşi yakan söndürmez her zaman; fırtına, yağmur belki. Senin ateşini bunların hiçbiri söndürmedi. Sönen gözünün feriydi. Bunu sen de biliyorsun, arama başkalarında. Kafanda her dönene de takılma, sesler döndükçe birbirine karışır.
Eva cümlesini bitiremeden Sami Bey uyuyakaldı. Uykusu var demek ki bu kez sabaha kadar dayanamadı. Masanın üstüne koyduğu kafası, koltuktan sallanan ayaklarıyla vücudunun bu uykudan rahatsız olduğu çok barizdi. Ama seğiren göz kapaklarının mutlu bir rüyada gezindiğini biliyordum. Yine koltuğunun ucunda; hiçbir yere ait olmamış gibi uyuyordu. Uyurken görünmüyor insanın ruhu sanırsınız, Sami Bey ise kendini çok belli ediyor. Masasının üstünde yazdıkları el yazısı çok zor okunmasına rağmen seçiliyor. Başlık “Yeni Karanlık”:
Çok koyu, renksiz. İnsan görmek istediğini, kendi içini yansıtıyor. Aslında renk var; sis olmasına rağmen. Ağaçlar inatçı yeşil, çıplak gövdeli olanlar canlı kahve, dallarının ucunda damlalar var. Yan komşunun köpeği havlıyor. İnsanlar işten çıkıyor, evlere dağılma saati gelmiş. Bugün ne yaptım da bunları gördüm? Hiçbir şey. Camın önünde oturuyorum. Odanın kapalı pencerelerden rüzgâr aldığına inanıyorum, kanıtlarım da var. Öyle ya boynum tutulmuş. Bana esiyor gibi geliyormuş. Öyle diyorlar, boşuna aldım o kadar pencere süngerini ya da adı her neyse.
Ne anlatıyorum ben, boşuna mı konuşuyorum? Hastayım, hep hasta. Hâlim yok ki hareket edeyim. Odanın içi ben dolu. Benden başkasına yer olmayan tek yer burası dünyada. Ne hak iddia edebilirler ne beni atabilirler. Bir kuzgun geçti caddeden dolandı durdu bir şey arar gibi. Ölüm habercisi bu kuş muydu? Hayır, o baykuştu. Bir hayvan neden ölüm habercisi olsun, neden varlığı insanlara ölümü haber vermek için olsun? Baykuşa bilge de derler hem ölümü getir hem bilge ol. İnsanlar ölümden de bilgiden de korkuyorlar. Aynı korkunun kuşu baykuş… Ne saçma iç sesler bunlar. Kendimi duyamadıkça saçmalıyorum, çok gürültü var.
Sami Bey o rahatsız uykusundayken saatler geçiyor, güneş perdelerin arasından sızmaya başladı. Karanlığın sakladığı tozlar şimdi gün gibi ortada. Odanın içinde oynaşıyorlar. Bugün Sami Bey’in işe gitmeme günü; sanırım bir çeşit tatil diyorlar buna. Çalıştığı günlerden bugüne bir fark olmadığı için tatil diyemeyiz; sessizlik hakkı ona göre yalnızca. Fakat bu hak, bugün geçerli değil; zira kulaklarım beni yanıltmadıysa eve adım adım yaklaşan bir öksürük sesi var. Huzursuz uykunun huzursuz sahibini biri rahatsız edecek gibi görünüyor. Kuş sesli kapı çalıyor. Bir daha ve bir daha… Sami Bey zor da olsa yeni güne uyandırıldı. Aslında hiç açmayacağı bir kapıyı da bu uyku sersemliğiyle açtı.
– Günaydın Sami Bey, nasılsınız? Uyandırdım mı? Hafta sonu da erkenden çaldım kapınızı tüh! Kusura kalmayın. Hani dün konuşmuştuk, bahçedeki cennet meyvesi ağacı… He evet, ben merdiveni koydum ağacın yanına. Bir el atsanız… Aşağıdaki dallar neyse ben yapardım da üsttekiler daha olgun. Malum uzunsunuz siz.
Apartmana dağıtılacakmış ağacın meyveleri. Sami Bey’in payına fazlasıyla da düşecekmiş, çok şükür! “Meyve yediğini de görmemiştik.” diyor Eva, daimî anaçlığıyla. Konuşma o kadar hızlı gelişti ki Sami Bey homurdanmaya bile vakit bulamadan giyinmeye başladı. Ne tuhaf bahçedeki ağaca da cennet meyvesi denmesi. Kim koymuşsa bu ismi? Sami Bey bahçeye indi. Görevini kabullenmiş olacak ki hiç sesi çıkmıyor; yalnızca dalların hışırtısı ve kapıcının buyrukları. Böylece tüm gün geçip gidiyor, meyvelerin huzurunda…

Ben işte bu dünyanın, bu yitikler dünyasının, atasıyım. Benim, ben Adam, oğulların Âdem’i… Zamanların geçtiği, doğanların ölülere karıştığı, kendilerini hep var olacak sananların artık var olmadığı bir anda, biz, yeniden hissettik. Bazen düşünüyorum, binlerce yıl sonra gördüğüm tek insanın acınası mutsuzluğunu; çekilecek bir derdi bile olmadan kendine ne sessizlikler edindiğini. Böyle bir adam işte Sami Bey; bir bize konuşur ama kendi sesinden başkasını duymaz. Çok uzun yıllar sonra bizim tek bildiğimiz, akşamlarını ayırdığı odasında tek duyduğumuzdur. Peki ya dışarıdakiler? Kim bilir insanlar neler yaşıyor bu odanın ötesinde. Herkesin istediği ve olamadığı şeyler sırtına yük ve yazık ki benim çocuklarım memnun değil aldığı bir nefesten bile. Hep yalnızlık ne acı ve bu yolda geçen zamanın hiçbir telafisi yok. Sami Bey gelmeden sorayım son sorumu, bu kadarı yetti, susma vaktidir artık.
– Ah Eva, söyle bana, bilseydik soyumuzun yasını yine de tanır mıydım seni?
– Tanırdın Adam, tanırdın.
Adam und Eva Adam und Eva Adam und Eva