Edebiyat

Çeviri Zamanının Ruhunu Mu Temsil Eder?

Çeviri

Yazar: Tim Parks

Çevirmen: Cemre Yıldırım

Çeviri zamanının ruhunu mu temsil eder?

The Graphic Dergisi, Aralık 1884. Samuel Johnson’ı James Boswell ile Yürürken Betimleyen Bir Görsel.

Çeviriye çağdaş yaklaşımlar, bize çağımız hakkında bir şeyler mi söylüyor?

Samuel Johnson, çeviriye yönelik yaklaşımlar hakkında kısa bir tarihçe sunan ilk kişidir; bu tarihçede, nasıl bazı dönemlerde çok diğerlerinde ise az sayıda çeviri üretildiğini ve her dönemde, çeviri yaparken farklı ölçütlere nasıl öncelik tanındığını gözlemlemiştir. Yunanların, Mısırlıların metinlerini çevirmediğini; saygın Romalıların, Latince versiyonlar hazırlamak veya okumak yerine Yunanca öğrenerek, metinleri doğrudan deneyimleme eğiliminde olduklarını; Arapların ise Yunan İmparatorluğu’nun bazı bölgelerini fethettiklerinde yeni tebaalarının bilgilerini edinmeye çalışarak “çevirinin büyüsüne kapılan ilk millet olduklarını” belirtmiştir.

Modern zamanlara gelindiğinde, Johnson, 1660 yılındaki Restorasyon[1] döneminin öncesindeki ve sonrasındaki farklı yaklaşımları incelemiştir. Johnson, Restorasyon öncesi yazarların “dahi oldukları kadar bilgili de oldukları” klasik metinleri ele aldıklarında ise eğer “zarafetlerini sergileyemezlerse ve ruhlarını aktaramazlarsa”, bunu çok fazla çeviri yaparak telafi ettikleri, “sadakatlerinin, yavanlıklarını veya kabalıklarını örtebilmesi için harfiyen çeviri yaptıkları” sonucuna varmıştır. Johnson diğer taraftan, “yüzeysel ve sığ görüşten fazlasına nadiren sahip olan” Restorasyon dehalarının, “bilgi açlıklarını neşeli bir hayal gücünün renkleri arkasına” sakladıklarını, “okurlarının bilgi yerine neşeyi tercih ettiklerini ve cehalet ile hatayı, zorluklarda durmak için çok hızlı ve inceliğe inmek için fazla yüksek olan zihnin sabırsızlığı ve ihmali olarak kabul etmelerini” umduklarını söylemiştir.

Romantik dönemden itibaren, diğer dönemlerin ve kültürlerin nasıl çeviri yaptığına ilişkin gözlemler, İngiliz ve Alman eleştirmenlerin, Fransızların her yabancı metni, ne kadar özgün olursa olsun, acımasızca, kendi geleneksel yazım tarzlarına hapsettiklerini söylemeleriyle yaygınlaşmıştır. Bu tür radikal bir yerlileştirmenin Fransız kültürünün kendine olan güveni ile ilgisi olduğu hemen anlaşılmıştır. Yine de filozof ve eleştirmen Johann Gottfried Herder (1744-1803), İncil bilimcisi Friedrich Schleiermacher (1768–1834) ve Alman Dili bilimcisi Wilhelm von Humboldt (1767–1835), bu durumun, Fransızların yaptıkları çok sayıda çevirilerden herhangi bir şey öğrenmelerini engellediğine inanıyorlardı.

Aksine Schleiermacher “Alman halkının dilbilimsel olarak birleşmesi ve Avrupa’nın coğrafi merkezinde ve kalbinde hem yabancı hem de kendi sanatımızın ve bilimimizin tüm hazinelerinin müthiş bir tarihsel bütünlük içinde kalmasının, böylece dilimizin yardımıyla herkesin, bir yabancının olabildiği kadar saf ve mükemmel bir şekilde, çağların yarattığı tüm güzelliğin tadını çıkarabileceğinin” kaderi olduğuna ikna olmuştu. Bunun, tamamen yerelleştirmeye karşı bir yaklaşımla, yani okuyucuyu yabancı metnin yabancılığına doğru olabildiğince yaklaştırarak yapılabileceği sonucuna vardı ve bunu da Almancanın diğer dillerden daha iyi yaptığına inanıyordu. Şair ve eleştirmen Friedrich Schlegel (1772-1829) bu konuda hemfikirdi: “Süryaniceden İngilizceye kadar Homeros’un düzyazı ve şiir çevirilerinin yapıldığı dillerden hiçbiri, özgün metne Almanca kadar sadık kalamaz.”

Bundan dolayı Fransızlar, Fransız tarzının her şeye uygun bir şablon olduğuna inanırken Almanlar, kendi dillerinin her tarzı yansıtan en esnek araç olduğuna inanıyordu.

1882 yılında, Friedrich Nietzsche, “Bir çağın tarihsel anlamının derecesi, çevirileri ve geçmiş çağları ve kitapları kendisine katma çabalarını gerçekleştirdiğine bakılarak ölçülebilir”[2] demiştir. Nietzsche’ye göre bir kültür, tıpkı Almanların yaptığı gibi diğer kültürlerin ve dönemlerin gerçek farklılıklarının farkına vardıkça “Corneille döneminde Fransızların Roma antikitesine el koyduğu” gibi öteki olana “sahip olmaya” çalışma eğiliminden de gittikçe uzaklaşır.

Peki ya bizim zamanımız ve kültürümüz? Çevirisini yaptığımız her şeyi standart İngilizceye indirgemiyor muyuz? Yoksa yabancı metinlerin ötekiliğine yaklaşmak için mi mücadele ediyoruz?

Çeviri dünyasında akademisyenler, çevirmenler ve yayıncılar arasındaki bu tür konular hakkında yapılan tartışmaları dinleyen herkesin dikkatini çeken durum ise savunulan çeşitli görüşlerin ve yaklaşımların bulunması, çeviride neyin şart koşulduğuna dair aşırı bir eklektizm ve genel bir belirsizlik olmasıdır. Geçtiğimiz otuz yıl boyunca çeviri ile ilgili çok sayıda kitabı inceleyerek çağımızda baskın bir yaklaşımın olmadığı sonucuna vardım: doğru ve yanlış, akıcı ve sarsak, tüm çeviriler eşit derecede övülüyor ve eleştiriliyor (ilkinin ikincisine kıyasla epeyce baskın olmasına rağmen) gibi görünüyor. Ancak iki fikir de tüm dünyada kabul edildiği için, bunların açık bir şekilde ifade edilmelerine neredeyse gerek duyulmuyor

Birinci düşünceye göre çeviri her zaman politik, etik ve estetik açıdan iyi bir şeydir. Çevirmen kültürleri bir araya getirir, uzlaşmayı destekler, milliyetçiliği baltalar, çatışmadan kaçınmaya katkıda bulunur. Bu hepimizin yapması, bu konuda iyi hissetmesi gereken ve yaptığımız için birbirimizi tebrik etmemiz gereken bir şeydir.

İkinci düşünceye göre ise edebi çevirinin tamamen mümkün olmasının yanı sıra, şaşırtıcı bir şekilde, çeviri metni orijinal metnin kalitesine erişebilir veya orijinalinden daha iyi bir iş bile çıkarabilir. İngiltere Yazarlar Cemiyeti 2019 Çeviri Ödülleri için aday listelerini ilan eden basın bülteni, kazanan çevirilerin özgün metinde ifade edilmemiş hiçbir şey bırakmadığını öne sürmek için tekrar ve tekrar “yakalamak” fiilini kullanırlar. Bu nedenle okuyucular çeviri okuduklarında hiçbir şeyin eksik olmadığından emin olabilirler. Bir eserde, çevirinin özgün metne “denk olduğunu ve hatta bazen onu aştığını” duyarken, başka bir çevirinin “(özgün metnin) dünyevi alanlarının müziğini yakalamasıyla, bunun da çevirinin aslında evrensel dilimiz olduğunu göstermesiyle” övüldüğüne tanık oluruz.

Akademik dünyaya dönecek olursak çevirilerin orijinallerine kıyasla ne kadar nadiren dikkatle karşılaştırıldıkları ve dil yeterliliği hakkında ne kadar az şey söylendiği karşısında şaşırılabilir. Bunun yerine, Schleiermacher’in ufuk açan Farklı Çeviri Yöntemleri Üzerine (On the Different Methods of Translating-1813) çalışmasından, Walter Benjamin’in Çevirmenin Görevi (The Task of the Translator1923), Octavio Paz’ın Çeviri: Edebiyat ve Harfler (Translation: Literature and Letters-1971) ve Jacques Derrida’nın Babil Kuleleri (Des Tours de Babel1985) isimli çalışmasına kadar, çeviri kuramı antolojilerine düzenli olarak dâhil edilen metinleri düşünürsek yaygın bir romantik idealizmin, hatta mistisizmin, bu süreçte özgünlerini geliştiren ve insanlığı kurtaran çevirileri olan bu coşkulu modern modern methiyelerin altını çizdiklerini görmek hiç zor değildir.

Schleiermacher’in, herkesin şimdiye kadar yazılmış her kitaptan yararlanabileceği “olağanüstü bir tarihsel bütünlük” rüyasından bahsettiğini zaten duymuştuk. İşte Benjamin: “Çeviride, özgün olan, daha yüksek ve daha saf bir dilsel havaya bürünüyor… önceden belirlenmiş, şimdiye kadar erişilemeyen uzlaşma ve dillerin yerine getirilme alemi…” Ve yine: ‘’Kendi dilinde, başka bir dilin büyüsü altındaki saf dilin bırakılması, bir eserde hapsedilmiş dili, bu eserin yeniden yaratılmasında özgür kılmak çevirmenin görevidir”

Babil Kulesi’nin İncil mitine büyük önem verdikten sonra Derrida şu sonuca varır:

“Hiçbir şey çeviriden daha ciddi değildir… Çünkü eğer orijinal metnin yapısı çeviri yapılmasını gerektiriyorsa bunun sebebi, direktifleri verenin orijinal metin olması ve dolayısıyla çevirmenin her daim orijinal metne borçlu olmasıdır. Orijinal olan metin ilk alıcı, ilk başvuru sahibidir; bir çeşit yetersizlikten, yoksunluktan muzdariptir -işte bu sebeple de çeviriye muhtaçtır.”[3]

Yazılı metnin dünyadaki diğer dillerde bulunmadığı için hemen “eksik” olarak nitelendirilmesi durumundaki gizemli spekülasyon, çeviri kuramında temel bir unsur hâline gelmiştir. Belki de bunun sebebi, çevirinin kategorik bir zorunluluk hâline getirilerek, yirmi yıl öncesine kadar üniversitelerde büyük ölçüde göz ardı edilen bir alanın dolaylı olarak büyük ve ciddi bir öneme sahip olmasıdır. Genel olarak, bu tuhaf ve karmaşık metinlere hâlâ bu kadar saygı gösterilmesi şaşırtıcıdır.

Paz, Benjamin ve Derrida’nın baş döndürücü zirvesine asla erişemese de onlar gibi eşit derecede olumludur ve kesin olarak evrenselliğe inanır: “Aynı dil içinde yapılan çeviri iki farklı dil arasında yapılan çeviriden farklı değildir ve tüm insanların tarihi, bir çocuğun deneyimi ile aynı doğrultuda ilerlemektedir…” Yine, “Dil evrensel olmasa da diller, bazı zorlukların üstesinden gelindiğinde, tüm insanların birbirleriyle iletişim kurabildiği ve birbirini anlayabildiği evrensel bir toplumun bir parçasını oluşturur. Bunu yapabilirler çünkü her dilde insanlar her zaman aynı şeyleri söylerler.”

Paz’a göre, herhangi bir çevrilemezlik durumu, “dilsel hususa aşırı bağlılığın” veya “öznellik kapanına kısılmanın” sonucu olabilir. Ona göre “Çağlar boyunca, Avrupalı şairler (ve günümüzde de Amerika kıtasının her iki kesiminden olanlar da) aynı şiiri farklı dillerde yazıyorlardı… doğaçlamanın çeviriden ayrılamaz ve yaratımın öykünmeden ayırt edilemez olduğu bir senfoni” idi.

Öyleyse temelde, tüm bu çeviri yaklaşımları, çağın küreselleşmeye duyduğu iştahı açığa vurmakta ve herhangi bir bireyin herhangi bir kültürel ifadeye tam olarak sahip olabileceği bir kültürel buluşma noktasını destekleyen zamanın ruhunu (zeitgeist) beslemektedirler. Bununla birlikte, hiçbir derin farklılık veya anlamazlık kabul edilmemektedir.

Burada bir sorun mu var? Yoksa hissettiğim tedirginlik yalnızca bir huysuzluktan mı ibaret? Samuel Johnson, Papa’nın Homeros çevirisini savunurken, “Bin kusura, bir cevap yeterlidir; bir yazarın amacı okunmaktır ve okurları memnun etmenin gücünü tahrip edecek türden eleştiriler bir kenara bırakılmalıdır.” der. Bu, özellikle Johnson’ın bilgelik ve doğruluk ısrarıyla yumuşatıldığında, ikna edici, yararlı, hiç de saçma olmayan bir tavır gibi geliyor. Çevirilerle dolu bir dünyaya herkes kadar hazırım. Ne de olsa, bunların birkaçından ben sorumluyum.

Ancak şunu hatırlayalım, bahsettiğim kuramcıların, belki Paz hariç, bu coşkularına karşın yine de yabancı bir metinde, çeviriyi anlaşılmaz kılan, ele geçirilmemiş, yakalanmamış bir ötekiliğin olduğunun farkındalar. Schleiermacher, “tamamen birbirinden ayrı iki kişiyi bir araya getirmek” -eser sahibi ve çeviri okuru – için binlerce yolla kendini uyarlayan bir Alman dilini tasavvur etmeye şevkle başladığında bile, okurun yalnızca “kaynak dilin ve eserin bu dile minnettarlığının bir parıltısını yakalayacağını” hatırlıyordu. Elbette bu, bir pulkanatbilimci (lepidopterist) olan Nabokov’un, “çeviri metninin özgün metin ile olan ilişkisi, bir koleksiyoncunun kutusuna hapsedilmiş bir kelebekle doğal ortamında yaşayan bir kelebeğin ilişkisi ile aynı olacaktır” düşüncesini ileri sürdüğü Problems of Translation: Onegin in English (Çeviri Sorunları: İngilizcede Onegin) isimli makalesindeki konumudur.

Nabokov’un örneksemesi (analojisi) esaret kırıcı ve bence doğru değildir; etrafta kanat çırpan çok sayıda canlı çeviri var. Ancak hem Schleiermacher’in hem de onun düşüncesinin altında yatan fikir, çevirinin, birbirinden epeyce farklı zihinler, kültürler ve diller arasında yapılan, heyecanlı olduğu kadar zor da olan bir toplantıya davet olarak anlaşılmasıdır. Schleiermacher, “Bütün insanlar konuştukları dilin etkisi altındadır. Bu nedenle, bu sınırların ötesinde yatan herhangi bir şeyi tam bir açıklıkla düşünmek imkansızdır.” diye belirtir.

O zaman çeviri ile ilgili heyecan verici olan, çevirinin orijinal metnin anlamını yüzde yüz iletmesi (ki bu, Schleiermacher’in asla kabul etmeyeceği bir şey) veya insana ilişkin duyguların tüm dünyasının bize kendi deyimlerimizle sunulabileceği düşüncesi değildir. Bizi bilmediğimiz şeylere doğru ilerlemeye veya en azından farkında olmaya teşvik etmesidir; çeviri bir nevi uyandırma çağrısıdır. Arkamıza yaslanıp başka bir başarılı yayıncılık olgusunu alkışlamamız için değil, bizi daha fazla çaba sarf etmek için harekete geçiren bir araçtır.

Konuyu bir provokasyon ile sonuçlandıracak olursak şimdilerde Anglo-Sakson dünyasında edebi çeviriye duyulan hevesle, dil öğrenimindeki aşırı düşüşün aynı zamana tekabül etmesi incelemeye değer olabilir.

 

Dipnotlar

[1] İngiltere’de 1649-1660 tarihleri arasında yaşanan ve monarşiyi adeta “restore eden” iç savaş dönemine verilen addır. 19. yüzyılda yaşanan ve tüm Avrupa’yı etkileyen Restorasyon dönemi ile karıştırılmamalıdır. (e.n)

[2] Nietzsche, F. (2011). Şen Bilim (Die fröhliche Wissenschaft), (çev. Ahmet İnam), Say Yayınları, s. 81

[3] “Rien n’est plus grave qu’une traduction… Car si la structure de l’original est marquée par l’exigence d’être traduit, c’est qu’en faisant la loi l’original commence par s’endetter aussi à l’égard du traducteur. L’original est le premier débiteur, le premier demandeur, il commence par manquer — et par pleurer après la traduction.” (Derrida: 1985) (Fransızca aslı temel alınarak çevrilmiştir.)

 

Redaktör: Melis Fettahoğlu-Hallier

Editör: Martı Esin Şemin

Görev Alan Yayın Kurulu: Arman Tekin, Utku Baran Ertan

 

Bu metin The New York Review of Books Daily’e aittir ve hakları saklıdır. (Copyright © 2019 by Tim Parks)
Kendilerinin verdikleri izin doğrultusunda tarafımızca çevrilmiştir.

 

Metnin orijinali için: https://www.nybooks.com/daily/2019/09/11/a-translation-for-our-time/

Related posts

Leave a Comment