Frankenstein
Yazar: Duru Başak Uğurlu
E-mail: durubasak.ugurlu@gmail.com
“Ben mi istedim topraktan doğmayı,
marazdan yaratılmayı?”
(Milton, 1674)
Mary Shelley ve Frankenstein’ın Doğuşu
Mary Shelley, Mary Wollstonecraft Godwin adıyla 30 Ağustos 1797’de Londra’da doğdu. Annesi, Mary Wollstonecraft kadın hakları savunucusu ve liberal feminist düşüncenin ilk isimlerindendir. Yazar olan babası ise William Godwin ise bireyci anarşizmin öncülerindendir. Mary Shelley, görüldüğü üzere entelektüel bir aileden gelmiştir ve bu kimlikte olan ailesinin entelektüel bir çevresi de olmuştur. Fakat daha Mary Shelley dünyaya gelir gelmez, annesi Mary Wollstonecraft lohusalık hummasından birkaç gün sonra hayatını kaybeder. Trajik olarak adlandırabileceğimiz hayatı daha dünyaya gelir gelmez başlar. Döneminin koşulları yüzünden “resmî” sayılacak bir eğitime sahip olamasa da evde okuma yazma eğitimine başlamıştır. William Godwin’in ısrarları üzerine Mary Shelley, küçük yaştan itibaren yazmaya teşvik edilmiştir. Bunun yanı sıra, evlerinde bulunan kapsamlı kütüphaneden istediği zaman faydalanabilmekle beraber evlerinde yapılan siyaset, edebiyat, felsefe ve kültür sohbetlerine yakından kulak misafiri olmuştur. O dönem evlerini ziyaret eden pek çok seçkin isim arasında William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge da vardı. Dokuz yaşında Mary Shelley’nin S. T. Coleridge’ın bizatihi kendi ağzından The Ancient Mariner’ı (Yaşlı Gemici) dinlediği bilinmektedir (Cobley, 2009: 132).
Böyle bir ortamda büyüyen Mary Shelley daha sonrasında babasının yakın dostu, takipçisi ve evli olan Percy Shelley ile tanışmış ve yakınlaşmıştır. Mary Shelley, babasının ikinci eşi ile anlaşamaz ve genellikle kaçtığı yer annesinin mezarı olur. Burada annesinin yaptığı çalışmaları okur. Aynı zamanda Percy Shelley ile buluştukları yer de burasıdır. Babasının Percy Shelley ile ilişkilerini öğrenmesi sonrasında on altı yaşını doldurmadan, babasının ve toplumun yerleşik görüşlerine de kafa tutarak Mary Shelley, Percy Shelley ile kaçma kararı alır. Aynı zamanda hâlâ evli olmadıkları, Mary Shelley’nin on yedi yaşını doldurmamış ve hamile olduğu bilinmektedir. Fakat Mary Shelley’nin kız çocuğu dünyaya geldikten bir hafta sonra ölmüş ancak bundan kısa bir süre sonra tekrardan hamile kalmıştır. Oğlu William dünyaya geldikten sonra 1816 yılı çift için olaylı bir yıl olmuştur. Mary ve Percy, Mary’nin üvey kız kardeşinin ısrarlı isteği üzerine Lord Byron’la buluşmak için Cenevre’deki göl evine giderler. Mary, Frankenstein’ı burada yazmaya başlar. Henüz on sekiz yaşındadır (Cobley, 2009: 133). Kitaba yazdığı ön sözde şöyle demektedir:
“1816 yılını Cenevre yakınlarında geçirdim. Mevsim soğuk ve yağışlı geçiyor, bizse akşamları şömine etrafında oturup elimize geçirdiğimiz Alman hayalet öyküleriyle birbirimizi eğlendiriyorduk. Bu öyküler bizde muzip bir taklit arzusu uyandırdı. İki arkadaşımız (birinin kaleminden çıkacak öykü toplum tarafından benim üretebileceğim herhangi bir şeyden çok daha fazla kabul görecek biri) ve ben doğaüstü bir olayı temel alan birer hikâye yazmaya karar verdik” (Shelley’den akt. Cobley, 2009: 133).
Görüleceği üzere Frankenstein eserinin ortaya çıkması için gayet uygun, kasvetli bir ortam mevcutken öte yandan daha eserini kaleme almadan tereddüt içerisinde kalan kadın bir yazarı görmekteyiz. Tahmin edilebileceği üzere herkesin bir hortlak hikâyesi yazması fikri, “muzip” Lord Byron’dan çıkmıştır. Villa Diodati’de geçirdikleri günlerin bir gecesinde Mary, kuvvetli imgelem gücünün sonrasında bir rüya görmüştür. Gördüğü rüya eserin Türkçe ön sözünde şöyle geçmektedir:
“Eğilip kalkan, esrarengiz bir işler yapan karanlık bir adam silueti geliyor gözünün önüne. Ve onun yanında, karanlıklar içinde yatan bir ceset. Derken, hikâyenin çeşitli ögeleri arka arkaya biçimlenmeye başlıyor: Doktor Frankenstein, çeşitli cesetlerin parçalarından yapılmış ceset – Canavar!” (Belge, 2017: 20-21)
Cenevre seyahatleri sonrasında Londra’ya geri dönerler. Bu arada Mary Shelley’i takip eden “skandal” olaylar hâlâ devam etmektedir. Üvey kardeşi Fanny intihar etmiş aynı zamanda Percy Shelley’nin hamile eşi Harriet da boğulmuş olarak bulunur. Mary Shelley henüz yirmi bir yaşında iken Percy Shelley ile 1816’da evlendikten sonra 1817’de Frankenstein’ı tamamlar. Fakat Percy Shelley’nin ısrarları ile öykü hâlinde olan eserin basımı 1818 yılını bulur ve Mary’nin kendi adıyla bile yayımlanmamıştır. Bir kayıp daha vardır; 1819’da oğlu William ise sıtmadan ölür. Nihayetinde, 1831 yılında eser Mary Shelley’nin tam adı ile Frankenstein ya da Modern Prometheus yayımlanır (Cobley, 2009: 133).
Shelley ve Frankenstein: Benzer İki Hayat Hikâyesi
Döneminin erkek egemen edebiyat dünyasında benliği ve sesi bastırılan birçok kadın yazar arasında yer edinmiş Mary Shelley, eserine getirilen birçok farklı okumanın yanında günümüzde alt kültür ile özdeşleştirilen Gotik yazınına, bu eseriyle birlikte “Canavar” prototipini katmış ve kendi varoluşunun izlerini de bizlere bırakmıştır. Frankenstein, Mary Shelley’nin kendi kişisel tarihi ile bir hesaplaşma olarak okunabilme imkânını da taşımaktadır. Ataerkil gücün edebiyat dünyası içerisinde de konuşlandığı dönemde Mary Shelley, ataerkil pazarlık ile kadın bir yazar olarak eserinin kurgusunda çoğunlukla erkek anlatıcılar aracılığıyla bize iç dünyasını gösterebilmiş ve sesini duyurabilmiştir. Bu sebeple Edebi Eleştiri içerisinde yer alan Yeni Eleştiri, Yapısalcılık ve Rus Biçimciliği gibi bizi yazardan uzaklaştırmayı şart koşan yaklaşımlardan bağımsız, bu yazı içerisinde Mary Shelley’nin trajik olarak adlandırılabilecek biyografisi üzerinden bir Frankenstein analizi yapılacaktır.
Fatıma Yeşim yazısında Gotik edebiyatın ortaya çıkış aksını şöyle çizer: Yazın dünyasına adımını atmadan önce Aydınlanma karşıtı olan Gotik kavramı, mimari bir modaydı. 18. yüzyılda genel itibari ile İngiliz asillerinin kendileri için inşa ettirdiği Orta Çağ mimarisinden gelen görkemli şatolar, malikâneler ve kaleler yeniden-üretim yapıları olarak ortaya çıkmıştı. “Gotik” kavramı ile ilgili çağrışımlar baskı, maraz, şiddet, barbarlık, korku, karanlık ile ilintiliydi. Ancak bu geriye dönüşün bulunulan dönem ile bir zıtlık göstermekle beraber aynı zamanda bir ilgi uyandırdığı da söylenebilir. Gotik akımın edebiyata geçişi çok daha büyük yankılara neden olmuştur (Yeşim, 2016). Yazın dünyasında kavramsal olarak “Gotik” ilk olarak Sir Horace Walpole tarafından kullanılmıştır. Gotik edebiyatın ilk yapıtlarından birini bizlere kazandırmış olan Sir Horace Walpole’un bizatihi kendisi de Gotik Mimarı Akımından etkilenmiştir. 1764 yılında The Castle of Otranto’yu (Otranto Şatosu) kaleme almadan önce 1747 yılında Twickenham’da bir tepede bulunan villasını Gotik mimari akımına göre bezemeye başlamıştır. Sir Horace Walpole’un kişisel olarak sanata olan büyük düşkünlüğü, villasını çeşit çeşit sanat eserleri ile donatmasından büyük meblağlar harcamasına kadar varmıştır. Şu an bile hayal edilebileceği üzere İngiliz Gotik Yazını için ilk yapıtlardan biri olacak Otranto Şatosu’nun yazılacağı kasvetli ortamı, kendisi inşa etmiştir (İdil, 2016). Gerekli atmosferi hazırladıktan sonra eserinin doğumuna sebep olan rüyasını Sir Horace Walpole şöyle anlatır:
“Geçen haziran ayının başlarında bir sabah bir düşle uyandım ve bu düşten anımsayabildiğim tek şey kendimi eski bir şatoda görmem ve büyük bir merdivenin en üst basamağında devasa bir zırhlı ele bakmamdır. Akşamüstü oturup yazmaya koyuldum, neler söyleyeceğimi ve anlatacağımı hiç bilmeden” (Walpole’dan akt. İdil, 2016).
Eser bir düş sonrası kaleme alınmıştır. Daha sonrasında ise Gotik edebiyatta düş ve kuvvetli imgelem gücü önemli araçlar olarak yerini bulmuştur ve bu izleri Mary Shelley’de de görmekteyiz. Bu yazın türünde genel itibari ile klostrofobik olarak adlandırabileceğimiz ortamlar varlık gösterir. Bunları kasvetli şatolar, malikâneler, kiliseler, kaleler gibi örneklerle çoğaltabiliriz. Aynı zamanda Gotik kurgulu anlatılarda kendimizi “mistik, gerçeküstü ve bilinmez olaylar ve hayaletler” ile karşı karşıya buluruz. Tematik olarak anlatı boyunca bizleri “korku, heyecan, dehşet” duyguları sarmalar. Sir Horace Walpole’un bizatihi kendisi eserini ilk yayımladığı zaman orijinal ismini kullanmaktan çekinir (İdil, 2016). Böyle bir “gerçeküstü” anlatı ile yazın dünyasına girmek ve girmemek arasında tereddüt yaşamıştır diyebiliriz. Sir Horace Walpole’un bu çekincesi bizlere Harold Bloom’un The Anxiety of Influence: A Theory of Poetry (Etkilenme Endişesi) adlı eserinde ortaya koyduğu, yazarlar arasında yaşanılan “Oedipus kompleksi” sanrısını anımsatır. Harold Bloom, bu çalışmasında yaşanılan endişeyi; bir yazarın kendinden önceki “büyük” yazarlar yüzünden yeni bir eseri ortaya çıkaramama ya da diğer bir deyişle onlardan etkilenip yaratıcılığının zarar görme ihtimalinden bahseder. Dolayısıyla Sir Horace Walpole da bu tereddütle orijinal adıyla eserinin yayımlanmamasını istemiş olabileceğini düşünebiliriz. Aynı endişenin bir tezahürü ise Mary Shelley üzerinde de görmekteyiz. Mary Shelley’nin kendisi de Frankenstein ya da Modern Prometheus’un ilk baskısında kendi adını kullanmaktan çekinmiş ve eser sadece “yazar” kisvesi altında ve Percy Bysshe Shelley’nin Mary Shelley’e olan ısrarları sonrasında yayımlanmıştır. Harold Bloom’un etkilenme endişesi olarak öne sürdüğü kavram, yazarlar arasında bir çekişmeyi ve yazarın ondan önceki yazarların etkisinden kendi yaratıcılığını araç olarak kullanması ile çözülen endişeyi ortaya koyar. Fakat Mary Shelly’nin döneminde yazarlar arasındaki rekabetin haricinde Shelly’nin önünde aşması gereken “erkek yazar kadın okur” düşüncesinin egemen olduğu bir edebiyat mecrası vardır.
Fatıma Yeşim’in çalışmasından hareketle, Gotik edebiyatın ortaya çıkışından devam edecek olursak; Sir Horace Walpole, Gotik Yazının temellerini atmıştır fakat “Gotik”, edebiyat çevresinde pek tasvip edilen bir tür olarak ortaya çıkamamıştır. Tür olarak ortaya çıkışından sonrasını takip eden eserlerin olmayışını ise kabul görmemesinin bir örneği olarak değerlendirebiliriz. Gotik Yazını içerisinde üretimin tekrardan başladığı dönem 1780’li yıllara tekabül etmiştir. Romanın İngiliz ekolünde yükselişi 1740’dan itibaren başlamıştır. Genellikle ticari amaçlarla yazılmış olup sonrasında yazarlar arasında bir tıkanıklık olarak değerlendirilebilecek bir durum ortaya çıkmıştır. Fakat Gotik edebiyat tekrardan gündeme gelmiştir. Örneğin, İngiltere’de yayımlanan romanların yüzde otuzluk bir kısmı Gotik eserlerdir. Tür olarak “Gotik”, döneminin siyasi olaylarından da etkilenmiştir. Sırası ile bu olaylar: “Fransız Devrimi (1789), Eylül Katliamı (1792), ve Kral 16. Luis’in idamı (1793)” (Yeşim, 2016) olup Gotik Yazınının yükseldiği dönemlere denk düşmektedir. Bu noktada yaşanan siyasi olayların “gerçeküstü” bir janr içerisinde saklı bir şekilde ifade bulduğunu ifade edebiliriz. “Gotik Edebiyatın Altın Çağı” olarak adlandırılan eserler ise: “Clara Reeve’nin The Old English Baron (1777), Ann Radcliffe’in Mysteries of Udolpho’su (Udolf Hisarı) (1794), Matthew Lewis’in The Monk’u (Keşiş) (1796), yine bir Ann Radcliffe eseri olan The Italian (1797)” (Yeşim, 2016). Burada belirtildiği üzere Gotik yazarların çoğunlukla “kadın olması” dikkate değerdir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise Gotik edebiyatta bir düşüş yaşanmaya başlamıştır. Ancak farklı edebi boyutların getirildiği eserler ile de karşılaşılmaktadır. Diğer bir deyişle gotik yazının kurallarının bütünüyle uygulanmadığı fakat hem gotik motifler barındıran hem de diğer türlerden de beslenen eserler ortaya çıkar. Bu eserlere ise Mary Shelley’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u ve Bram Stoker’ın Dracula’sı (1897) örnek verilebilir. Bu eserler gotik karakteristik özelliklerine sahipken Frankenstein adlı eser bilimkurgu romanı olarak değerlendirilebilmekte ve aynı zamanda Dracula ise iki bölümden oluşmak ile beraber ilk bölümünde gotik yazınına özgü özellikler taşırken ikinci bölümünde bir dedektif öyküsü kisvesine bürünmektedir (Yeşim, 2016).
Frankenstein, ilk olarak William Godwin’e adanmış olarak yayımlanmıştı. Babaya olan bu ithafın dikkate değer olduğunu belirtmekte fayda vardır. William Godwin’in Mary Shelley’nin hayatına müdahil olma ve Percy Shelley ile ilişkilerini onaylamama gibi tutumları bulunmaktaydı. Mary Shelley romanını babasına hiciv olarak yazmış olmasa da eserin kurgusuna bakıldığında bağlantı kurulabilecek noktalar mevcuttur. Hayat hikâyesinden bilindiği üzere döneminin kadınlarına çizilen rollerin dışına çıkan bir yazardı ve babası tarafından reddedilen bir ilişkisi vardı. Daha doğar doğmaz bir çocuğun ilk iktidar rol modellerinden biri olan annesini kaybeden Mary, babasının onu reddetmesine rağmen eserini ona ithaf etmiştir. Bu reddediş, Mary Shelley tarafından karşıt bir davranış olarak ortaya çıkmamış, aksine bu durumu bastırma yoluna gitmiş olduğu söylenebilir. Yaratıcı imgelem gücü ile babasına eserinde “Mahlûk, İblis, Canavar, İki Yüzlü Zebani” diye adlandırılan karakteri ile seslenecektir. Aynı zamanda erkek egemen yazın dünyasında kendine yer açabilme gibi zorluklarla da karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.
Eserin kurgusuna bakıldığında baş karakterlerin çoğunun erkeklerden oluştuğu görülür. Kadın karakterler daha çok yan karakter olarak anlatının içerisinde geçer. Döneminin kadınlara karşı olan bakış açısını değiştirecek kurguda kadın karakterlere rastlanılmamaktadır. Elizabeth, Caroline, Justine, Safie adlı kadın karakterler kadınlara atfedilen ikincil özelliklerin birçoğuna sahiptir. Örneğin Elizabeth için eserde “dünyanın en kırılgan yaratığı” ve “evcil hayvan” (Shelley, 2017: 52) gibi tasvirler söz konusudur. “Duygusal, itaatkâr ve uysal” olarak anlatı içerisinde yer alırlar. Mary Shelley, eserinde aslında ataerkil düzenin dayatmalarını kabullenmeye başlar. Deniz Kandiyoti’nin tabiri ile bu uzlaşının adı “Ataerkil Pazarlık”tır. “Kadınların toplumsal uyum ve direniş stratejileri üzerinde odaklanan bir bakış açısı” olarak ortaya çıkan kavram Kandiyoti tarafından eserinde şöyle açıklanır:
“…Bütün egemenlik sistemlerinde olduğu gibi erkek egemenlik sistemlerinin de hem koruyucu, hem baskıcı ögeleri vardır ve her sistem içinde kadınların da kendi güç ve özerklik kavramları mevcuttur. Dolayısıyla onları eziyormuş gibi görünen sistemlere kadınlar da erkekler kadar bağlı olabilir. Ancak “ataerkil pazarlık”lar birtakım karşılıklı beklentilerin yerine getirileceği varsayımına dayanır” (Kandiyoti, 2015: 15).
Göl evinde Mary Shelley’nin aslında bir ataerkil pazarlık gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Göl evindeki tatilleri boyunca edebiyat mecrasında dominant olan erkek yazarlarla vakit geçirmiş ve Mary Shelley kuvvetli imgelem gücü ile bir öykü ortaya çıkarmıştır. Üzerinde hissettiği baskıyı Mary Shelley’nin güncesinde yer alan şu sözlerden anlamaktayız: “Her sabah bana ‘Öykünü bulabildin mi?’ diye soruyorlardı ve ben de her sabah utanç dolu bir ‘hayır’ ile karşılık vermek zorunda kalıyordum” (Shelley’den akt. Cobley, 2009: 137). Hayır cevabını vermek zorunda kalması, döneminin seçkinleriyle bir arada oluşu, kişisel hayatındaki buhranlar, kadınlara çizilmiş olan basmakalıp olarak adlandırabileceğimiz bir kimliğe bürünmemesi ve bunun bilinçaltında yarattığı duygulanımlar onun çalışmasında ortaya çıkmıştır. Mary Shelley eserinde Canavar’ın kendisine bürünecektir.
“Kültürel olarak belirlenmiş cinsiyet rollerinin toplum yaşamının her alanında olduğu gibi yaratıcılıkta da çok önemli bir rol oynadığı, hayal gücünün bilinçaltlarından bağımsız olamayacağı, bilinçaltının ise toplumsal olarak kısıtlanmış ve belirlenmiş yapılardan bağımsız olamayacağı savunuldu” (Parla, 2017: 20).
Mary Shelley, hem Canavar hem de Doktor Frankenstein olup erkek anlatıcılar üzerinden kendi kişisel hayat hikâyesini bizlere aktarmış ve bunun için ataerkil düzenin stratejilerini kullanmıştır. Jale Parla’nın belirttiği düşünceden hareketle eserde bu bilinçaltının nasıl bu iki ana karakter üzerinden dışa vurulduğunu görebiliyoruz. İlk olarak eserin ilk bölümünde Frankenstein oldukça seçkin bir aileden geldiğini söyler keza Mary Shelley de böyle bir aileden gelmektedir. Ana karakterimiz Frankenstein, babasının toplumsal meselelere ne kadar ilgili olduğundan bahseder ve bu kısımda William Godwin için çizilmiş bir tasvir görülmektedir. Eserin ilerleyen kısımlarında Frankenstein’ın annesi de hummadan ölecektir. Bildiğimiz üzere Mary Shelley’nin annesi de lohusa hummasından ölmüştür. Fakat Mary Shelley anlatı içerisinde kendi izlerini kolaylıkla ortaya sermemiştir. Elizabeth’in kızıl hummaya kapılması sonucunda eserdeki anne karakteri de hummadan nasibini alır. Walton’ın mektupları aracılığıyla hikâye içerisinde hikâye yöntemi ile kurgulanmış eserde, ana hikâye meydana çıkmadan endişe duygusu bizi sarar. Mektupları takiben Frankenstein anlatıya girince endişe ve korku duyguları eser boyunca devam eder. İlk başlarda Frankenstein iyi bir hayat sürdürmektedir fakat “bilginin meyvasına ulaşma arzusu” belirince hayatı tepe taklak olmaya başlar. Doğa bilimlerine merak salacak ve bu merak onun sonunu getirecektir. Eserde Walton’un Latince’ye yatkınlığından ve eğitiminde oldukça başarılı bir kimse olduğundan bahsedilir. Mary Shelley de beş dil bilmekte ve bunların arasında Latince ve Yunanca dilleri de bulunmaktadır. Cenevre’deki tatillerinin bir gününde yaşamın temel ilkesi üzerine konuşmaları ve ilerleyen yıllarda bunun keşfedilip ölü bireyler üzerine aktarılabilme ihtimalleri üzerine konuşmalara tanık olur. Eserin dördüncü bölümüne gelindiğinde hikâyeyi yazmasına sebep olan rüyasının tasvirini görmekteyiz:
“…soluk benizli uygulayıcının, kendi elleriyle birleştirdiği şeyin yanı başında diz çökmüş dururken gördüm. Boylu boyunca uzanmış dehşet verici bir yaratığı ve güçlü bir makinenin çalıştırılmasıyla yaratığın hayat emareleri gösterişini izledim… Başarısı sanatçıyı korkutacaktı elbette; büyük bir dehşete kapılarak iğrenç yapıtından uzaklaşmaktı… Gözlerini açtı ve baktı; korkunç yaratık başucunda perdelerini araladı…” (Shelley’den akt. Cobley, 2009: 137).
“Hilkat Garibesi” artık doğmuştur. Öyle bir varlıktır ki “Dante’nin dahi tahayyül edemeyeceği” bir varlıktır (Shelley, 2017: 77). Shelley, bu doğum sahnesi ile doğum hususundaki düşüncelerini dile getirir. Bu düşünceler hep olumsuz duygularla sarmalanmıştır. Hem rüyasında hem de Frankenstein eserindeki canavar karakterinin doğuşunda doğuma dair olumsuz görüşlerini görmekteyiz. Mary Shelley, ergenlik çağında bir çocuğunu kaybetmiş ve sonrasında bir çocuğunu daha kaybetmiştir. Zaten kendisinin doğumu, annesinin ölümüne sebep olmuştur. Canavar’ın doğumu sonrasında yaratıcı bir rüya görür. Bu rüyada Frankenstein kendini, annesinin ölü bedenine sarılmış bir hâlde bulur. Yaratıcı der ki: “Dünyanın en acınası insanı olmaya yazgılı olduğumu belli belirsiz görebiliyordum” (Shelley, 2017: 97). Elbette öngörüsü onu yanıltmayacaktı. Birer birer yaratıcı, yakınlarını kaybedecekti. William, Justine, Clerval, Elizabeth ve Babası. Bu karakterler, Mary Shelley’nin hayatında kaybettiği ve kaybedeceği insanların tezahürleri olarak da düşünebiliriz. Kayıplar gerçekleştikçe sızlanma, endişeli ve ürküten düşünceler Walton’ın mektup satırlarında da yankılanmaktadır. Mary Shelley anlatı içerisinde adeta Nihal Yeğinobalı’nın yazısında tasvir ettiği edebiyat dünyasındaki temsilciye dönüşür. Kadın olan temsilci ise “Sitem, Gotik ve Cinsellik” adlı yazısında şöyle tasvir edilir:
“Her yönüyle erkek egemen bir toplumda, eril kodların dayatmalarına maruz kalarak yaşayan kadının bastırılmış psişesinin ve bunun özelinde de öfkesinin olduğu kadar kimi vakit bir yaşam stratejisi olarak kurduğu hilekâr oyunların da temsilcisidir” (Yeğinonalı, 2018: 261).
Frankenstein adlı eser ataerkil düzen tarafından bastırılmaya çalışılmış bir kadın yazarın öfkesini gösteren, Shelley’nin eril kodları kullanarak biçilmiş düzeni sallamaya çalıştığı bir girişimi ve hayatıyla birçok analojinin kurulabileceği bir anlatıdır. Eserin ilerleyen bölümlerinde “Canavar” ses bulduğunda düşüncelerini şöyle ifade eder: “Bebeklik dönemimde beni kollayan bir babam, bana gülümseyen beni okşayan bir annem hiç olmamıştı… Tüm geçmiş yaşamım artık bir kara leke, içinde hiçbir şeyi seçemediğim karanlık bir boşluktu” (Shelley, 156-157). Burada yine Mary Shelley’nin sesine tanık oluruz. Aksu Bora’nın “Frankenstein’ın Kâbusu, Yaratığın Düşü” adlı yazısında Mary’nin eseri kaleme almadan önce kaybettiği kız çocuğundan ve eseri kaleme alırken kısa bir süre sonrasında kaybedeceği William adlı çocuğundan bahseder. Canavarın doğumunun lanetli olduğunu düşünür ve eser “lanetli” bir doğumlar dizisinin yer aldığı bir akışla ilerlemektedir. Doğum fenomeni, eser içerisinde hep sorunlu bir biçimde ortaya çıkar. Canavar çoğu zaman yaratıcısına haykırır. Bu haykırmaları hem hayata hem William Godwin’e yöneltilmiş olarak değerlendirebiliriz. Yaratık: “Sevmeyeceksen neden yarattın beni?” der (Bora, 2017). Yaratıcı başına gelebilecek sonraki felaketleri de öngörerek Canavar ile anlaşmaya varır. Canavar’ın dişi bir versiyonunu yaratacaktır. Fakat bundan vazgeçer. Kadınların biyolojik bir özelliği olan doğurganlık bu eserde Mary Shelley tarafından karakterler üzerinde bize aktarıldığı biçimiyle problematik bir durumdur. Felaketlere yol açma potansiyeli yüksektir. Frankenstein’nın kardeşinin ölümüne, Justine’ın idamına, yakın arkadaşı Clerval’ın, eşi Elizabeth’in ve babasının ölümüne sebep olur ve hayatının büyük bir kısmını korku dolu yaşamasına sebep olur. Eserde Frankenstein: “Dünyanın en acınası insanı olmaya yazgılı olduğunu belli belirsiz görebildiğini” söyler (Shelley, 2017: 97). Kendini durmadan suçlar. Burada annesinin ölümünden kendini sorumlu tutan Mary Shelley’nin iç dünyasının yansımalarını görmekteyiz.
Canavar’ı kimse bir türlü kabul edemez. William Godwin’nin Mary Shelley’i reddetmesi gibi Yaratıcı da Canavar’ı terk eder. “Canavar” yaşamaya mahkûm edildiğinden bahseder. Her ne kadar Gotik yazını bastırılmış kadın yazarların seslerini bulduğu ve olumsuz duyguların yoğun olduğu bir tür olsa da, Mary Shelley’nin de “Canavar” aracılığıyla kendini dile getirdikçe bir umudu olduğunu düşünebiliriz. Canavar terkedildiyse de bir kasabaya varır. İnsanları taklit eder, konuşmayı öğrenir ve “tesadüfen” kanonik eserlere rastlar. Bunlar: Goethe’nin Genç Werther’in Acıları, John Milton’nın Kayıp Cennet’i ve Plutarch’ın Paralel Yaşamlar adlı eserleridir. Yaratık durmaz ve bir gün insanlar tarafından kabullenilme umuduyla kendini geliştirir. Yaratıcı ona bir eş bahşedebileceğini söylediği zaman da umut hissine kapılır. Umut hissi, bütün felaketlere rağmen Frankenstein karakterinin üzerinde gözlemlenebilir. Eserde, Yaratıcı kendi adaletini sağlamak için Canavarın peşine düşünce şöyle der: “…Ah! Umut nasıl da yakıcı bir coşkuyla tekrar yüreğime doldu” (Shelley, 2017: 266). Fakat her iki karakter için de bütün çabalar boşa çıkacak ve umutlar da çöp yığınlarına dönüşecektir.
Eserin son kısmına geldiğimizde ulvi amaçlar peşinde koştuğunu zanneden ama kendi sonunu hazırlayan Yaratıcı ölür. Geriye peşinde koşturan Yaratık kalır. Ölmüş olan yaratıcısının başında bekleyen Yaratık, Yaratıcısına: “Sen ne kadar yıkılmış olsan da, benim çektiğim ıstırap seninkinden daha büyük. Zira yaralarım ölümle ebediyen iyileşene dek, pişmanlığın o yakıcı acısıyla sızım sızım sızlayacak” (Shelley, 2017: 284). Belirtilen pişmanlık Mary Shelley’nin annesinin ölümüne sebep olduğu düşüncesi, çocuklarının ölümü, sorunlu babası ve Percy Shelley ile olan çetrefilli ilişkisinin sonucu olarak düşünülebilir. Karakter bu söz ile Mary Shelley’nin sesini duyuran bir araçtır. Eserin sonunda rastladığımız Canavar tarafından: “…Küllerim rüzgârlarla denize savrulacak. Ruhum huzurla uyuyacak veya düşünmeyi sürdürse bile, elbette şimdikinden farklı düşünecek. Elveda” (Shelley, 2017: 284). biçiminde dile getirilen sözler, ölüme dair imalarda bulunsa da muğlâk ifadelerdir. Söz içerisinde bahsedilen düşünme ediminin bahsi bize bir nevi Mary Shelley’nin göz kırpışı olarak tahayyül edilebilir. Canavar kamara penceresinden atlar ve kitap sona erer. Ne Mary Shelley ne de Canavar ölür.
Gotik edebiyatın kilometre taşlarından olan Frankenstein adlı eserin yazı içerisinde yazarı öldürmemeyi tercih etme düşüncesiyle yola çıkan bir analizi yapılmıştır. Çok farklı okumaların yapılmış olduğu ve başka perspektiflerden de değerlendirilebilme potansiyelini taşıyan eser, üzerinden iki yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ odağımızda kalmayı sürdürmektedir. Mary Shelley, bir nevi ataerkil pazarlık yaparak erkek egemen edebiyat dünyasında kendine bir alan açmış ve kendi sesini, bastırmış olduğu hayatından kesitlerle bizlere eserinde sunmuştur. Gotik edebiyatın Mary Shelley’e seslenebilmesi için uygun bir atmosfer sağlamış olduğu aşikârdır. Korku ve endişe gibi duyguların sarmaladığı bu yazın türünün Mary Shelley’nin hayatında da yaşadığı duygularla ortaklıklarının olduğunu söyleyebiliriz. Eser okunduğunda okuyucularını da bu duygularla sarar.
Annesini lohusa hummasından kaybetmiş, babası ile sorunlu sayılabilecek bir ilişkisi olan, birçok çocuk ve çevresindeki insanları da kaybetmiş genç bir kadın yazar olarak Mary Shelley, erkek egemen yazın dünyasının kendi kodlarını kullanarak stratejik bir şekilde bastırmış olduğu ruhunu bize eser içerisinde göstermektedir. Döneminin basmakalıp özelliklerini gösteren kadın karakterler mevcuttur. Fakat yine başlıca karakterler erkek anlatıcılar olsa da Mary Shelley’nin sesini duymamıza engel değildir. İncelendiği zaman başlıca karakterler döneminin kadınlarına atfedilen aşırı “duygusal ve hassas” olma gibi özelliklere sahiptir. Eser William Godwin’e adanmıştır. Canavar karakteri aracılığı ile Mary Shelley’nin William Godwin’e seslenmekte olduğunu düşünebiliriz.
Eserde doğum lanetli bir fenomendir. Bu noktada, Yaratıcı ve Yaratık karakterleri aracılığı ile Mary Shelley’nin trajik yaşantısı ve özellikle doğum ile ilgili trajik deneyimleri bizlere aktarılmaktadır. Canavarı, bizatihi Mary Shelley’nin kendisi olarak tahayyül edebiliriz. Bütün bu kaotik hayat akışına rağmen eserin sonunda ne Canavar kendini öldürür, ne de gerçek hayatında Mary Shelley kendini öldürme yoluna gider.
Mary Shelley tarafından kaleme alınan Frankenstein ya da Modern Prometheus (1818) edebiyat tarihinde önemli bir yer tutan ve Gotik edebiyatın başlıca eserlerden biridir. Aydınlanma dönemine karşı bir taşlama, kapitalist üretim sisteminin eleştirisi, bireyin sınırlı doğasını aşma isteğini eleştiren faustvari bir dilemmanın yer aldığına kadar çok farklı yorumların getirildiği ve daha yeni birçok yorumun da kendisini gösterebileceği bir eserdir. Ayrıca popüler kültürde de bu eserin bizlere Shelley ile olan ilişkisini fazlasıyla yabancılaştıran çalışmalar mevcuttur. Bunlar, sinema endüstrisi içerisinde “Canavar”ın Frankenstein olarak bilinegelmesinden dizi endüstrisinde çok farklı adaptasyonları ile birçok defa yeniden-üretime maruz kalmış eserin varyasyonlarıdır. Görüldüğü üzere eserin aurası, döneminde, diğer dönemlerde ve günümüzde çok farklı yankılar bulmuş ve bulmaya devam ediyor. Çoğu zaman eserin yeniden-üretim biçimlerine baktığımızda eseri bize sunan ve “kendine ait bir kalemi” olan parlak dehanın varlığının gölgelendiğini ifade edebiliriz.
Kaynakça
Belge, Murat. «Önsöz.» Shelley, Mary. Frankenstein. İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Bloom, Harold. Etkilenme Endişesi. Çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis Yayınları, 2016.
Bora, Aksu. “Frankenstein’ın Kâbusu, Yaratığın Düşü | Aksu Bora.” Birikim Dergisi. N.p., 30 Dec 2017. Web. 4 Mar. 2018, birikimdergisi.com/haftalik/8673/frankenstein-in-kabusu-yaratigin-dusu#.XcAKj5ozZPY.
Cobley, Jason. “Frankenstein.” Çizgi Roman Dünya Klasikleri. Çev. Duygu Akın. vol. 3, issue no. 12, İstanbul: NTV Yayınları, 2009.
İdil, Bilgen. “Analiz: Horace Walpole, ‘Otranto Şatosu.’” Tecâhül-i Ârif. N.p., 5 Oct. 2016.
Web. 05 Mar. 2018, tecahuliarif.com/2016/10/horace-walpole-otranto-satosu/.
Kandiyoti, Deniz. «Bir Alanın Öyküsü.» Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar. İstanbul: Metis Yayınları, 2015.
Parla, Jale. «Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?» Parla, Jale ve Sibel Irzık. Kadınlar Dile Düşünce . İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Sakman, Nil. Kendine Ait Bir Kalem. İstanbul: İthaki Yayınları, 2018.
Shelley, Mary. Frankenstein. Çev. Serpil Çağlayan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Yeğinobalı, Nihal. «Sitem, Gotik ve Cinsellik.» Sakman, Nil. Kendine Ait Bir Kalem. İstanbul: İthaki, 2018.
Yeşim, Fatıma. “DOSYA: GOTİK EDEBİYAT.” Tecahuliarif. N.p., 17 Oct. 2016. Web. 05
Mar. 2018, tecahuliarif.com/2016/10/gotik-edebiyat/.
Milton, John (1674). Paradise Lost. The Poetry Foundation. N.p., n.d. Web. 03 Nov. 2019,
poetryfoundation.org/poems/45718/paradise-lost-book-1-1674-version