Sosyal Arkeoloji
E-dergimizin 13. Sayısındaki tüm yazılar için tıklayınız.
Yazar: Arman Tekin[1]
Sosyal Arkeoloji Kuramlarında “Doğal Çevre” Üzerine Düşünceler
1. İnsan ve Doğal Çevre
Yaklaşık 45 milyon yıl önce, Doğu Afrika’da meydana gelen volkanik hareketler ve Etiyopya’nın kuzeyinde yer alan Rift Vadisi’nde gerçekleştiği düşünülen tektonik hareketler bölgede kurak bir iklimin oluşmasına neden olmuştur (Maslin et all, 2014: 2). Proconsul gibi primatlar sınıfı içerisinde yer alan türlerin nesli tükenirken köpek dişli maymungiller nesillerini sürdürmüş ve insansı olarak nitelendirebileceğimiz Australoptihecuslar ortaya çıkmıştır (Andrews, 1992: 641). İlk zamanlarda ağaç kovuklarında yaşadığı düşünülen insansılar, zaman içerisinde çevrelerini görmek amacıyla dik durma eylemini (bipedalizm) gerçekleştirmişlerdir (Stern, 2000: 113). Bu sayede yaşadıkları bölgeyi daha iyi tanımışlar ve hayatta kalmak adına gerçekleştirdikleri mücadeleleri daha bilinçli bir şekilde sürdürebilmişlerdir. İnsanların geçirmiş olduğu biyolojik, sosyal ve kültürel evrim sürecinde insan, değişen çevre koşullarında yaşamayı, uyum sağlamayı ve kendi gelişimini üst seviyelere taşıyarak bugünlere gelmeyi başarmıştır. Bu süreç içerisinde başlangıçta avcı-toplayıcı olan insan grupları zamanla ilk çiftçi toplulukların oluşmasının önünü açacak türde ekonomik değişimler geçirmiştir. Bu ekonomik değişimlerle iç içe ve bağlantılı olarak da zaman içerisinde teknolojik bir üretim ve gelişim modeli oluşturmuştur. Öyle ki geliştirdiği teknolojiler sayesinde çevreyi ihtiyaçları doğrultusunda kullanarak ve değiştirerek yaşadığı dünyanın tümüne yayılmış ve egemen olmuştur. Tüm bunlar ışığında insanın doğal çevre ile olan ilişkisinde büyük rol oynayan birtakım faktörlerden bahsedebilmek mümkündür. Bu faktörler içerisinde jeoloji, iklim, ekonomi ve teknolojiye kısaca değinmek gerekmektedir.
1.1. Jeoloji
İnsanın çevre ile olan ilişkisi konu olduğunda ilk olarak yaşadığımız gezegenin geçirmiş olduğu jeolojik değişimlerden bahsetmek gerekir. Dünya’nın yaşı, Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaletine düşen meteor üzerinde yapılan izotop tarihlendirmesine göre ~4.53-4.558 milyar yıl arasına tarihlendirilmiştir (Allegre, Manhes and Göpel, 1995: 1445-1456). Dünyadaki canlı yaşamının ilk temsilcileri ise ~3,5 milyar yıldır varlığını sürdüren mavi-yeşil algler ve bakterilerdir (Sakınç, 2006: 11). Yaşamın evrimi sürecinde ilkel primatların görülmesi ise ilk olarak 60 milyon yıl öncedir (Sakınç, 2006: 22-23). Ancak ilk olarak yaklaşık Miyosen dönem içinde yer alan 23 milyon yıl öncesine gelindiğinde Afrika’nın Avrupa’ya fazlasıyla yaklaşması ve sonucunda Tetis Okyanusu’nun iyice tükenme noktasına geldiği görülür. Arabistan Yarımadası’nın Asya’nın Anadolu’ya yakın kısımlarına doğru çarpması ile bu süreç durmuş ve Tetis Okyanusu’nun Hint Okyanusu ile bağlantısı da kesilmiştir. Bunun bir sonucu olarak Doğu Afrika’daki Rift Vadisi’nde ve savanalarında yaşayan birçok memeli Anadolu’ya doğru göç etmişlerdi. Bu grup içerisinde Proconsul gibi tipik bir maymun görüntüsünde olan ancak insansı özellikler gösteren hominoidler de yer almaktadır. 5 milyon yıl öncesine gelindiğinde ise Asya ile Kuzey Amerika arasında yer alan Bering Boğazı ve Güney-Kuzey Amerika arasındaki Panama Boğazı civarında kara köprülerinin oluşum süreci başlamıştır. Bu durum memelilerin kıtalar arası geçişini hızlandırmaya yönelik bir gelişme olmuştur. Ancak 2 milyon yıla doğru kuraklık ve soğuma belirgin bir şekilde varlığını hissettirmiştir. Bu zamanlarda Australopithecus olarak adlandırılan insansı türlerin Afrika’nın savana ortamında yaşadıkları ele geçen fosiller dolayısıyla kanıtlanmıştır. Bu ortam içerisinde insansılar, bulundukları ortama adapte olmak ve daha geniş bir görünüm açısı elde etmek amacıyla bedenlerini dik tutmaya (bipedalizm) başlamışlardır.
Afrika ve Asya’da bulunan insansı türlerin yerine yaklaşık olarak 2 milyon yıl öncesinde Homo Habilis olarak tanımlanan ilk insan türü görülmeye başlar. 1,5 milyon yıl öncesinde ise Homo Erectus adlı tür ise Afrika ve Asya’da varlığını sürdürecektir. Bu türün, önceki türler nezdinde önemi, isminden de anlaşılacağı üzere, dik durma ve yürüme eylemlerini gerçekleştirebilmesidir. Bu süreçte kuzey kısımlarda doğudan batıya doğru Kuzey Anadolu Fayı, Anadolu’yu özellikle de Marmara Bölgesi’ni etkilemeye başlamıştır. Öyle ki Marmara Denizi’nde su seviyesinin 110 mm düşmesiyle birlikte Marmara bir göl hâline gelecektir. 1,8 milyon yıl öncesine gelindiğinde ise belli aralıklarla buzul çağları başlar. Bu durum buzul dönemlerinde Kuzey Amerika ile Asya kıtasının çevresindeki suların donması ve her iki kıta arasında bağlantının oluşmasına yol açmıştır. Bu sürecin bir süre tekrarlanır olması da memeliler arasındaki göçlerde geçişler ve duraksamalar yaşanmasına neden olmuştur. Ancak bu istikrarsız süreçte insanların kıtalararasında geçiş yapmaları nedeniyle iri memeli hayvanları avlayabilmişlerdir (Sakınç, 2006: 25-33).
Pleistosen olarak adlandırılan bu jeolojik dönem içerisinde yaşanan buzul dönemlerinden ötürü dünya, belli aralıklarda buzullar ile kaplamıştır. Pleistosen döneminde Genç Diryas (Younger Dryas) olarak adlandırılan buzul evresinin (yaklaşık olarak GÖ 11.650 yıl önce) bitmesinin ardından Holosen olarak adlandırılan döneme girilmiştir. Holosen, bugünkü mevsim normallerinin optimum seviyede görülmeye başlandığı dönemdir. Bu dönemde levha tektoniği açısından dikkat çekici bir hareketlilik yaşanmamıştır. Öte yandan Holosen döneminin başlarında deniz seviyesi 35 m yüksek iken Orta Holosen döneme gelindiğinde bugünkü seviyesine ulaşmıştır (Sakınç, 2006: 31). Yaşanan volkanik patlamalara baktığımızda, en dikkat çekici husus yaklaşık olarak MÖ 1600’lere tarihlendirilen Santorini Patlaması veya Minos Patlaması olarak bilinen patlamadır. Thera Yanardağı’nın patlaması sonucunda oluşan küçük volkanik kökenli materyaller atmosferin yüksek kesimlerine ulaşmıştır. Hava akımlarıyla birlikte tüm atmosfere yayılan küller soğuk ve yağışlı bir iklime sebep olmuştur (Sakınç, 2006: 32-33). Her ne kadar bu konuda yapılan çalışmalar henüz tüm otoritelerce kabul görmüş olmasa da araştırmalar Doğu Akdeniz, Grönland ve Çin gibi birçok yerde bu patlamanın etkili olduğunu göstermiştir (Pierce, Meyer and Jull, 2004: 87-90). Bu patlamanın diğer bir sonucu ise Minos uygarlığının zarar görmesidir. Bazı araştırmacılar bu patlamanın Minos uygarlığının sonunu getiren ekonomik bir krize sebep olduğunu dile getirmişlerdir (Antonopoulos, 1992: 153-168).
1.2. İklim
Geçmişten bugüne dünya üzerindeki canlı yaşamını etkileyen birçok faktör vardır. Bu faktörlerden arasında kuşkusuz iklim ayrı bir yer tutmaktadır. İklim, uzun bir zamansal süreç içerisinde gözlemlenen meteorolojik olayların ortalama değerini ifade etmektedir. Etimolojik olarak baktığımızda iklim kelimesi, Antik Yunancada klima kelimesinden gelmiş; klínō, yani “eğimli olmak, yatık olmak” fiiline -ma eki gelmesiyle türetilmiştir. Antik Yunancada bu kelime “Eğim, güneş ışınlarının eğimi, iklim kuşağı” gibi kavramlarla ifade edilmektedir.[2]
Dünya bir gezegen olarak var olduğu günden bu yana çeşitli iklimsel değişimlerin etkisiyle sürekli bir devinim içindedir. İnsanın evrimsel süreçte Homo Genus olarak varlık göstermeye başladığı jeolojik dönem Kuvaterner olarak adlandırılmaktadır (2.58 myö- Günümüz). Kuvaterner dönem kronolojik olarak sırasıyla Pleistosen (2.58 myö – 11.7 k) ve Holosen (11.7 k – Günümüz) olarak iki alt bölüme ayrılmaktadır (Cohen et all, 2013: 199-204).
1.2.1. Pleistosen
Pleistosen kavramı köken olarak pleistos (daha) ve cene (ceinos>kainos>- yeni) kelimelerinden türetilmiştir. Bu dönemi önceki jeolojik dönem olan Pliosen’e (tarih) kıyasla “daha yeni” olarak nitelendirerek tanımlayan kişi ise 1839 yılında İngiliz jeolog Charles Lyell’dir. Bu ayrımı yapmasındaki en büyük etken kendisinin Sicilya’daki araştırmalarda çok sayıda bulduğu denizel yumuşakçalardır. İlk başlarda 1.8 myö olarak kabul gören bu dönem, son yapılan araştırmalar ışığında, dünyanın soğuması ve beraberinde buzul ve buzularası çağların başlamasının etkisiyle flora ve faunada görülen değişimler sebebiyle 2009 yılında ICS (Uluslararası Stratigrafi Komisyonu), 2,58 milyon yıl öncesine çekilmesine karar vermiştir (Cohen et all, 2013: 199-204).
İnsan evrimi açısından baktığımızda, insansıları (Australopithecus) Miyosen dönemden Pleistosen dönem başlarına kadar görmek mümkün iken Pleistosen’in Homo Genusun da içinde yer olduğu türlerin ilk görüldüğü dönem olması sebebiyle arkeolojik ve antropolojik açından önem arz etmektedir. Arkeolojik tarihlendirme içinde bu dönem Paleolitik Çağ olarak adlandırılmaktadır. Bu bağlamda Homo Rudolfensis ve Homo Habilis hominidleri, Homo Genusun atası olarak kabul edilen türlerdir (Özbek, 2010: 170-194).
Bu dönem insanları için yaşam oldukça zorlu koşullar altında gerçekleşmiştir. Bunun sebebi ise dönemin ayrı bir dönem olarak değerlendirilmesine yol açan dünyanın belirgin ölçüde soğuması ile birlikte buzulların oluşmasıdır. Bu buzullar çeşitli buzularası (inter-glasiyer) dönemlerle birbirlerinden ayrılmaktadır. Buzulların ve buzularası evreler dünyanın birçok yerinde birbirlerine yakın zaman dilimlerinde gerçekleşmiş ve değişen coğrafyalarla birlikte bu buzul ve buzularası evreleri araştırmacılar tarafından bölgenin lokalitelerine bağlı olarak farklı şekilde isimlendirilmiştir.
1.2.2. Holosen
Pleistosen dönem yaklaşık olarak 12.8 – 11.7 bin tarihleri arasında gerçekleşen Younger Dryas’ın (Genç Diryas) bitişi ile birlikte sona ermiştir. Bu dönemin sona ermesiyle birlikte başlayan ve daha ılıman bir iklime geçişin gözlemlendiği dönem ise Eski Yunancada holos (tamamen) ile cene (ceinos>kainos>yeni) kelimelerinin birleşiminden oluşan Holosen’dir. Holosen dönemin içinde yerel ve küresel olarak değerlendirilen birtakım iklimsel değişikler vardır (Tablo 1). Holosen dönemin başından yaklaşık olarak GÖ 9000/7500’lere kadarki süreçte “Holosen Klimatik Optimum” adı verilen ılık bir dönem başlamıştır (Kalis, Merkt and Wunderlich, 2003: 36). Arkeolojik açıdan Neolitik Çağ’a tekabül etmektedir. Bu çağı “Neolitik Devrim” olarak tanımlayan Childe (1936), buzul döneminin bitmesiyle birlikte belli bir kültürel birikimin de etkisiyle daha önce avcı-toplayıcı yapıda olan toplulukların tarım ekonomisine ve yerleşik bir hayata geçiş yaptıklarını dile getirmiştir.
Atlantik Okyanusu temelli 8.2 iklim olayının olarak nitelendirilen soğuk-kurak bir dönem Avrupa’yı etkisi altına aldığı düşünülmektedir (Weninger et all, 2014: 1-31). Erken Holosen’in başlarında ağaç türlerinin dağılımında etkili olan sıcak ve nemli iklim etkisini kaybetmiş, tarım ve hayvancılık gibi faaliyetlerle birlikte bu topluluklar buğday, arpa, mercimek ve bezelye gibi bitkileri ehlileştirme ve hayvansal gıda açısından koyun, keçi, sığır ve domuz ağırlıklı bir evcilleştirme yoluna gitmiştir. Bu durum arboreal polen türlerinin yoğunluğunda azalmaya yol açmıştır (Kalis, Merkt and Wunderlich, 2003: 39). Bu açıdan bakıldığında doğanın antropojenik bir etkilenme sürecine girdiğini söylemek mümkündür. Bu iklim olayı ile birlikte Orta Holosen döneme geçilmiş ve GÖ 6000’lere doğru soğuk iklim yerini günümüz iklim değerlerine de yakın görülen sıcaklığın arttığı ve yağışın azaldığı bir dönem başlamıştır (Bottema and Woldring, 1986: 23-46). Ancak yaklaşık olarak GÖ 4200-3900 arasında yaşandığı düşünülen ve “mega kuraklık” olarak ifade edilen 4.2 k iklim olayı ile birlikte ılık ve soğuk bir kuraklık dönem başlamıştır (Weiss, 2012: 62-63). Bu dönemin sonrasında Santorini Adaları’nda gerçekleşen Minos Volkanik Patlamasından ya da diğer adıyla Santorini Patlaması (GÖ 3.300) nedeniyle atmosferin yüksek kesimlerine ulaşan küçük volkanik kökenli maddeler, hava akımlarıyla birlikte tüm atmosfere yayılmış ve bu beraberinde soğuk ve yağışlı bir iklim getirmiştir. Yayılan obsidyen parçalarının Gölhisar Gölü’ndeki tortular üzerinde etkili olduğu görülmüştür (Eastwood, Roberts and Lamb, 1998: 69-86). Konya’da, GÖ 3500/MÖ 1500’e tarihlendirilen Tuz Fanı’nın üçüncü kısmında da bu durum aynı şekilde gözlenmiştir (Fontugne et all, 1999: 573-591). Her ne kadar bu durum henüz tüm otoritelerce kabul görmüş olmasa da bu konuda çeşitli yazınlarda bahsedilmiş, soğumanın Doğu Akdeniz, Grönland ve Çin gibi birçok yerde etkisinin gözlendiğine dair araştırmalar yapılmıştır (Pierce, Meyer and Jull, 2004: 87-90). Söğüt ve Beyşehir polen diyagramları ile görülen değişim Beyşehir Yerleşme Safhası (Beysehir Occupation Phase) olarak tanımlanmıştır. Bu safhanın GÖ 3200-1500 tarihleri arasında yaşandığı düşünülmektedir (Eastwood, Roberts and Lamb, 1998: 69-86). Beyşehir Yerleşme Safhasının, ormanın dokusunun geniş bir alan içinde insanlar tarafından tarım ve hayvancılık amacıyla ortadan kaldırılması sonucunda ortaya çıktığı düşünülmektedir. Burdur’daki Sagalassos Antik Kenti’nden alınan polen örnekleri üzerine yapılan analizler de Beyşehir Yerleşim Safhası ile ilişkilendirilmiştir (Waelkens et all, 1999: 697-709).
4.2 k iklim olayı, Minos volkanik patlamasını ve Beyşehir Yerleşim Safhasını içine alan kısım ile birlikte Geç Holosen dönem başlamıştır. Roma dönemine gelindiğinde GÖ 2.900-2450 yılları arasına tarihlendirilen “Soğuk İlk Çağ” içinde “Alt Atlantik Çözülme” (Subatlantic Dissocation) adlı bir iklim değişikliği, Avrupa dolaylarında rüzgâr ve nem dağılımında değişmelere ve sıcaklık düşüşlerine sebep olmuştur (Özdemir, 2004: 173-192). Ancak MÖ 300-MS 400 tarihleri arasında yaşanan Roma Sıcak Dönemi ile sıcak bir zaman dilimi yaşansa da yaklaşık 150 yıl sonra Santorini’de olduğu gibi, volkanik küllerin atmosfere yayılması sonucunda Volkanik Kış olarak tabir edilen soğuk bir dönem de yaşanmıştır (Patterson, 1995; Baillie, 1994: 212-217). MS 900-1300 arasına gelindiğinde ise Orta Çağ Sıcak Dönemi adı verilen sıcak bir döneme girilmiştir (Mann et all, 2009: 1256-1260). Bu sıcak ve nemli iklim şartları, 1450-1850 yılları arasında yerini Mini Buzul Çağı’na bırakmıştır. Bu dönemde yaşayan ressamlarının tabloları (Resim 1) yaşanan bu çağa dair en önemli delilleridir (Türkeş, 2013).
Yaşanan ısınma ve soğumaya dair iniş çıkışlar sonrasında ise 1815 yılında meydana gelen Tambora Dağı Patlaması ve bir yıl sonra gerçekleşen “Yazsız Yıl” olayı olmuştur (Lutterbacher and Pfister, 2015: 246; Marsh, 1864). Bu olay, Amerika’yı ve Mini Buzul Çağı ile olumsuz etkilenen Avrupa’yı ciddi ölçüde etkilemiştir (Özdemir, 2004: 173-192). Bu dönemlerde Sanayi Devrimi’nin başlaması ile ortaya çıkan iklimsel değişiklerde insanın rolü sade bir antropojenik etkiden öteye geçmiştir. Bu durum, Geç Holosen yerine artık Antroposen kavramının kullanılmaya başlanması gerektiğini göstermiştir (Crutzen and Stoemer, 2000: 17-18)
Zaman Aralığı | İklimsel Değişiklikler | Kaynakça |
~2.58 myö | Pleistosen Dönem Başlangıcı | Cohen vd..,2013 |
~110 k – 12.9 k | Son Buzul Çağı | |
~12.9 k – 11.7 k | Genç Diryas | |
~11.7 k | Holosen Dönem Başlangıcı | |
6 k | Orta Holosen Dönem | Bottema ve Woldring, 1984 |
4.2 k | Mega Kuraklık ve Soğuma | Weiss, 2006 |
3.2 k | Beyşehir Yerleşme Safhası | Van Zeist vd.., 1975; Eastwood vd., 1998 |
2.9 k | Alt Atlantik Çözülme Evresi | Özdemir,2004 |
MÖ 300 – MS 400 | Roma Sıcak Dönemi | Patterson,1995 |
~ 550 | Volkanik Kış | Baillie,1994 |
900 – 1300 | Orta Çağ Sıcak Dönemi | Mann vd.,2009 |
1450 – 1850 1815 | Mini Buzul Çağı Yazsız Yıl | Türkeş, 2013 Luterbacher ve diğ., 2015 |
~1815- Günümüz | Sanayi Devrimi etkisiyle gelişen atmosferik değişimler sonucunda Antroposen Dönem başlangıcı | Crutzen ve Stoermer, 2000
|
Tablo 1: Bu tablo belirtilen kaynaklar yardımıyla hazırlanmıştır.
2018 yılında ICS’nin gerçekleştirdiği toplantıda Holosen; Greenlandian (11.7 k – 8.2 k), Northgrippian (8.2 k – 4.2 k) ve Meghalayan (4.2 k – Günümüz) olmak üzere üç alt döneme ayrılmıştır (Cohen, 2013, 199-204). Alt dönemlerin tarih aralıklarına bakıldığında, Genç Diryas[5] (12.8 – 11.7 k), 8.2 k iklim olayı ve 4.2 k iklim olayının bu sınıflandırmada etkin bir rol oynadığı ortaya çıkmaktadır.
2. Teknoloji ve Ekonomi
İnsanlığın yaşadığı çevre ile olan ilişkisi genel itibarıyla yaşam mücadelesi ve neslini gelecek kuşaklara aktarabilmek üzerine olmuştur. Dünya üzerinde yaşanan jeolojik ve iklimsel gelişmeler insanı bu yönde etkilemiştir. Bu durum, insanın kendi yeteneklerini üst seviyelere taşıyarak bir şeyler üretmesi ve kullanması yönünde büyük bir rol oynamıştır. İşte bu üretim ve kullanım aslından insanın ilk teknolojik adımıdır.
Teknoloji kelimesi etimolojik olarak Yunanca τέχνη (tekhne) ve λογια (logia) kelimelerinden türemiştir. Tekhne’nin tanımına baktığımızda: “Sanat; bir nesnenin üretilmesi ya da belli bir amaca ulaşılabilmesi için gerekli olan ilkelerin bilgisine, kullanılmak durumunda olunan rasyonel yönteme ilişkin kavrayış, […] çıkar gütmeyen teorik bilgiden ayrı bir bilgi türü. Doğada var olan nesneleri hayatta kullanım değeri olan araç gereçlere dönüştürme faaliyetidir.” (Cevizci, 2006: 1600). Teknoloji, kavramsal olarak insanlığın üretim ve tüketim mekanizmaları oluştururken edindiği ve geliştirdiği yetenekler dolayısıyla icat ettiği teknikleri, yöntemleri ve tüm bu evrimsel süreci ifade etmektedir. Teknoloji kavramına arkeolojik açıdan yaklaştığımızda doğada yer alan çeşitli hammaddelerin, insanlar tarafından taş, odun, kemik veya boynuz gibi nesnelerle işlenmesi ve belli amaçlar doğrultusunda kullanabilecekleri aletler üretmesi olarak değerlendirilebileceği gibi bu aletleri üretirken yaratmış olduğu teknikler ve bu teknikleri uygulayış biçimi de bu sürecin içinde kabul edilebilir (Baykara ve Dinçer, 2007: 82).
Ekonomi ise etimolojik olarak Yunanca οίκος (ev) ve νέμoμαι (yönetmek) kelimelerinin birleşmesiyle ile türemiştir. İnsanların öncelikle doğa tarafından elde ettiği ve sonrasında da atalarından miras kalan kıt nitelikteki kaynakları kullanmak konusunda yaptığı tercihleri ekonomi olarak düşünebilmek mümkündür. Gerek etimolojik gerekse anlamsal açıdan birbirleri ile içli dışlı olan teknoloji ve ekonomi terimlerinin birbirlerinden ayrı değerlendirilebilmeleri mümkün değildir. Bunun en temel sebebi ise insanın tercihleri doğrultusunda şekillenen ekonomik anlayışın özünde bu ekonomiyi tetikleyen beslenme düzeni ve bu düzeni işleyebilir kılan aletlerin üretilmesi ve kullanılması, yani teknolojiye olan gereksinimdir.
İnsanın biyolojik evriminde dikkate değer gördüğümüz dik yürüme (bipedalizm) eylemi ile insan çevresine daha geniş bir perspektifle yaklaşma fırsatı bulmuş ve bu durum çevresini anlama kabiliyetini arttırmıştır. Öte yandan elleri kullanmaksızın yürümek insanın ellerini daha aktif bir şekilde kullanmasına yani alet üretmesine imkân tanımıştır. Hominidler içerisinde gerek önceki insansı türler (Australopithecus) gerekse insan türleri (homo) besin ihtiyaçlarını ilk olarak toplayıcılık ve leş yiyicilik ile karşılamıştır. Meyveleri tüketebilmek için doğada bulunan taş, ağaç, kemik ve boynuz gibi hammaddeleri vurgaç olarak kullanma yoluna gitmiştir. Ancak çevrelerindeki hayvanları leş yiyicilik ile birlikte insanın beslenme düzenine et dâhil olmuştur. Et, özellikle de yeni ölmüş bir hayvanın eti çıplak elle ve/veya vurgaç görevinde herhangi bir hammaddenin kullanımını yetersiz kılacak derecede serttir. Günümüzde doğal yaşam içerisinde yırtıcı hayvanların avladıkları hayvanların etini hemen yiyemedikleri ve yemek için birkaç gün bile bekleyebildikleri görülmüştür. Bu durum insanı eti kesebilmek için alet yapmaya itmiştir çünkü etin parçalaması ve koparabilmesi için sert ve keskin kenarlı aletlere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç için insanlar çeşitli nesnelere bir biçim kazandırarak bunları kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya ve geliştirmeye başlamıştır. İnsanların yapmış olduğu taş aletler günümüze kadar ulaşmıştır. Aynı şekilde doğada organik hâlde bulunan başka hammaddelerden yapılan aletler fiziksel yapıları dolayısıyla ele geçmemiş olabilir. Bu nedenle yapılan taş aletlerin ilk aletler olup olmadığını söylemek oldukça zordur.
Paleolitik Çağ’da bu tür ilksel aletleri yapan ve Homo Genusun ilk temsilcisi olan insan türü bu nedenle Homo Habilis (Becerikli İnsan) olarak isimlendirilmiştir. Homo Habilis ve devamında gelen insan türleri için ayrıca Homo Faber (Alet Yapan İnsan) tanımlaması da yapılmıştır. Clark’ın sınıflandırmasına göre bu evreden sonrası için Paleolitik Çağ kültürleri Mode 1-5 arasında değerlendirilmektedir (Clark, 1965: 833). Alt Paleolitik Dönem ile başlayan Mode 1 kültür grubunda en erken Afrika’da Olduwan Kültürü ama Afrika dışında Yontuk Çakıl Kültürü olarak adlandırılan bu kültürün endüstrisi genel olarak basit ve kaba alet tiplerinden oluşmaktadır. Çay çakıllarının hammadde olarak kullanıldığı bu tip endüstrilerde eğer taşın bir kenarından bir adet yonga çıkarılmışsa “kıyıcı”, bir kenarının her iki yüzeyinden yonga alınıyorsa “kıyıcı alet” olarak ifade edilmektedir (Clark, 1965: 834). Mode 1 Kültür grubunda daha sonra ise Clactonien Yonga ve bu yonga üzerine yapılmış alet tipleri dikkat çekmektedir. Mode 2 olarak adlandırılan kültür grubunda ise karakteristik bir alet tipi olarak el baltası ya da iki tarafından yongalanarak biçimlendirildikleri için iki yüzeyli olarak da bilinen Acheul kültürünün tipik aletleridir. Bu alet tipleri genellikle simetrik, yassı, iyi şekilde düzeltili bir yapıya sahiptir. Bu alet tipinde görmüş olduğumuz simetri insanın zaman içerisinde estetik bir kaygı taşıyarak ve daha işlevsellik bazlı bir bakış açısıyla alet ürettiğini göstermektedir. Ancak Mode 2 kültürünün sonlarına doğru Levallois adı verilen bir teknik geliştirilmiştir. Bu teknik, taşımalık olarak kullanılan çekirdekten alınacak çıkarımın önceden tasarlanması ve buna uygun bir şekilde çekirdeğin hazırlanması ile çıkarım alınmasına yöneliktir (Bordes, 1988). Mode 3 kültürü ile Orta Paleolitik Dönem temsil edilirken Levallois tekniğin bu dönem insanlarınca belli bir standart kullanım seviyesine ulaştığı görülür. Bu durum bize iki yüzeyli alet ile başlayan simetrik alet üretiminin bu teknik ile birlikte önceden tasarımı yapılan simetrik bir modele doğru evrildiğini gösterir niteliktedir. Mode 4 kültür grubu, zamansal olarak Üst Paleolitik Dönem içinde görülen dilgi teknolojisi ile dikkat çekmektedir. İngilizcede “blade” olarak tanımlanan bıçak alet grubu arkeolojik terminolojide “dilgi” olarak isimlendirilmektedir. Yonga ile temelde benzer şekilde elde edilen dilgiler, yonga aletlerden farklı olarak boyu eninin iki katı büyüklüğünde olan aletlerdir. Önceki dönemlerde bu tip aletler görülmüş olsa da Üst Paleolitik Dönem içerisinde işlevselliğin artması ile birlikte dilgi teknolojisinin ön planda olduğu görülmüştür. Bu dönem içerisinde ayrıca kemik, boynuz vb. hammaddeler kullanılarak yapılan tekil ve kompozit aletler haricinde süs eşyalarının da yapıldığı görülür. Teknolojik açıdan değerlendirildiğinde alet harici bir üretimin varlığını, ekonomik açıdan ise bu zamana kadar etin ve odunun kesilmesi ihtiyacının soyut bir nitelik kazanarak statü belirten eşyalara da yönelimin olduğu anlaşılmaktadır.
Paleolitik Çağ’ın bitmesi ile birlikte Epi-Paleolitik Dönem ve sonrasında gelecek olan Neolitik Çağ ile birlikte işlevselliğin ön planda tutulduğu alet üretim anlayışının mikrolitik alet teknolojisi ile devam ettiği görülmüştür. Neolitik Çağ ile birlikte tarımsal bir ekonomi anlayışına geçişten söz etmek mümkündür. Bu ekonomi içerisinde ehlileştirme ile bitkilerin üretime açılması ve evcilleştirilmenin ile de hayvancılık yapılmaktadır. Tarımsal aktiviteler için gerekli olan orak biçimli aletler, taştan öğütme taşları ve havanlar gibi aletlerin yapıldığı görülmektedir. Üretimin belli bir sistematikle yapıldığı ve tarımsal üretimin de bunun bir parçası olduğu bu anlayış ticaret olgusunu da beraberinde getirmiştir. Obsidyen gibi hammaddelerin ticaretinin yapıldığı bilinmektedir. Bu çağ içerisinde teknolojik olarak taş ve çeşitli materyallere bağlı üretim anlayışının yanı sıra artık insanların madenlere ulaşabildiği ve ilk olarak bakırdan yapılan eşyalar ile madencilik teknolojisine adım attığı bilinmektedir. Bu durum Kalkolitik gibi daha sonraki çağlarda insanın alet tipleri dâhil olmak üzere eşyalarını bakır harici madenleri de kullanarak daha güçlü bir konuma ulaşmasını sağlamıştır. Yaşadığı çevrenin tüm imkânlarını kullanarak öncelikle yaşam mücadelesini sürdürenler, sonrasında da soyut düşünceye sahip olması ile birlikte kendi evrimini sürdürebilmiştir. Bu evrim sürecindeki teknolojik gelişmeler ekonomik bir büyüme, ekonomik büyüme ise teknolojik ilerlemelere olanak sağlamıştır. İnsanın bu süre zarfında bölgesel yayılım ile de birlikte farklı türlere evrildiği ve her evrim halkasında insan türlerinin gelişen ekonomi ve teknoloji ile birlikte beyin kapasitesinde de büyüme sağlamıştır. Beyin hacmi olarak yaklaşık 500 cc olan insansı türleri ile başlayan beynin evrimi bugün geldiğimiz noktada yaklaşık 1500 cc’ye kadar gelişim göstermiştir. Somut ve soyut düşüncenin temellerini atan insan, yaşadığı çevrenin en başta bağımlı değişkeni iken zaman içerisinde çevresi üzerinde hakimiyetini arttırması ile artık çevresini istediği gibi şekillendiren bir canlı olarak dünyaya egemen olmuştur.
3. Geçmişten Günümüze Doğal Çevreye Yönelik Araştırmalar
Etimolojik köken olarak Eski Fransızca[5] çevrelemek anlamına gelen “environ” sözcüğünden ek alarak “environment” şeklinde türetilen çevre kelimesi, Eski Türkçede; Latince harfler kullanılarak Kıpçak Türkçesinde yazılmış Codex Cumanicus (1303) adlı eserde čoura (çevre) olarak geçmektedir.[6] Çevre kavramı, bir organizma ya da ekolojik bir topluluk üzerinde etki eden ve sonuçta onun yaşama biçimini ve hayatta kalma sürecini belirleyen iklim, toprak ve canlılar gibi fiziksel, kimyasal ve biyolojik faktörlerin tümünü ifade etmektedir.[7] Çevreye yönelik diğer önemli kavram ekoloji ise Yunanca oikos (ev) ve logos (bilim) kelimelerinden türetilmiştir. Bu terimi ilk kez 1866 yılında Ernst Haeckel ortaya atmıştır (Renfrew, 2007: 100). Günümüzde ekoloji aynı zamanda çevrebilim olarak da ifade edilmektedir.
Yaklaşık MÖ 400’lerde Yunan filozof Hippocrates’in On Airs, Waters and Places (Hava, Su ve Mekânlar Üzerine) adlı eseri suyun kalitesi ve çevresel faktörlerin insan sağlığı üzerindeki etkisine değinen ilk eserdir (Adams, 1849). Eleştirel açından değerlendirilebilecek ilk eser ise Yunan filozof Platon’un geç dönem diyaloglarından olan Critias’tır. Bu eserinde Platon, insanın doğayı ve coğrafyayı nasıl değiştirerek kendine yaşam alanı oluşturduğunu Atina örneği üzerinden dile getirmiştir (Jowett, 1892). İslam alimi İbn-i Haldun ise 1377 yılında kaleme aldığı Mukaddime adlı eserinde çevresel koşullardan bu koşulların insanın yaşayışlarını ve huylarını nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştir (İbn-i Haldun, 1977: 217).
Bu gelişmenin ardından “doğal çevre” kavramının 1884 yılında arkeolojik çalışmalarda ilk kez Alphonse de Candolle tarafından yapılan çalışmalarda kullanıldığı görülmüştür. Candolle’a göre “Neolitik” kavramı, sadece taş aletler, çanak-çömlekler gibi ele geçen belli maddi kalıntılarla değil doğal çevre konsepti içinde değerlendirilmelidir (Konak, 2017: 31). 1903-1904 yıllarında Orta Asya’daki Karakum ve Kızılkum Çölleri’nde Anau (Anav) kazılarını yapan coğrafyacı Raphael Pumpelly, ekologlarla birlikte yaptığı kazılarda tespit edilen büyük höyük yerleşmelerinin yer aldığı dönemde çöl olmadığı sonucuna varmıştır. Öyle ki Pumpelly 1908 yılında “Vaha kuramını” ortaya atmış; doğal çevrenin ve iklimsel değişimlerin insan-çevre ilişkilerini, dolayısıyla toplulukların yaşamlarını şekillendirdiğini dile getirmiştir (Özdoğan, 2002: 32). Gordon Childe, çiftçiliğe dayalı bir yerleşik yaşam düzenini doğal çevre ile birlikte ekonomik temellerle destekleyerek Pumpelly’nin vaha kuramına katkıda bulunmuştur. Buna göre zor çevre koşulları, daha önceki avcı-toplayıcı grupların tarımsal bir anlayışa geçmesinde tetikleyici olmuştur. Bundan hareketle Childe, çekirdek bölgesi olarak Yakın Doğu’yu öne çıkarmıştır (Childe, 1996).
Botanikçilerin 19. yüzyılın sonları ile birlikte Avrupa’daki turba bataklıklarında yaptıkları gözlemler sonucunda doğadaki sıralı sistemin kültüre de uyarlanabileceğini düşündürmüştür. Bu düşünceye göre eğer toplumlar içerisinde basitten karmaşığa doğru hiyerarşik bir yükseliş varsa doğadaki turbalar da birden fazla katmana sahip ağaçlara doğru bir yükseliş eğilimi göstermiştir. Hâl böyleyken toplum içerisindeki karmaşıklığa doğru gidiş doğal yaşam için ardışıklık yörüngesinde bir üst seviyeye geçmiştir. 1916 yılında Lennart Von Post, güney Rus steplerinde yaptığı araştırmada polen taşıyan dolguların oluşturduğu katmanları ile bu bahsi geçen ardışıklık silsilesi ile bir araya getirerek polen analizinin temellerini atmıştır (Renfrew, 2007: 101). Buna benzer şekilde Kuzey Amerika için Henry Chandler Coles ve Frederic Clements gibi ekologlar ardışıklık konusunda birtakım fikirler öne sürmüşlerdir. İnsan grupları üzerinden çevreyi inceleyen beşerî ekolojinin bu görüşü, Childe’ın Neolitik Devrim anlayışı ile tarımın kökenine dair tartışmaları destekler niteliktedir. Von Post’un polen analiz çalışmaları, arkeolog Grahame Clark ve polen bilimcisi olan Harry ve Mary Godwin’in de dahil olması ile birlikte ekoloji biliminin arkeoloji bilimi ile yakınlaşması sağlanmıştır (Renfrew, 2007: 102). Yine aynı yıllarda James Henry Breasted, güneyde Arabistan Çölü, kuzeyde Doğu Anadolu Bölgesi’nin ve Zagros Dağları’ndan, batıda Suriye üzerinden Akdeniz’e, güney yönünde de Akabe Körfezi’nden aşağı doğru Filistin’in güneyine kadar olan toprakları içine alan bölgeye Bereketli Hilal (Fertile Crescent) adını vermiştir.
1927 yılında Harold Peake ve Herbert John Fleure bu bölgeyi ehlileştirilmiş bitkiler ve evcilleştirilmiş hayvanların doğal yayılım alanı üzerinden değerlendirerek sınırlandırmışlardır (Konak, 2017: 35). Aynı yıllarda matematikçi olan Alfred Lotka ve Vito Volterra, ekologların öncesinde üstünde durdukları enerji dengesi ve av-avcı temelli piramit modelini, nüfus artışı, üreme hızı ve taşıma kapasitesi arasında kurdukları eşitliğe bağlı olarak formüle etmişlerdir. Ekoloji bilimi içerisinde kendine yer bulan bu matematiksel bakış açısı, arkeoloji bilimi içerisinde sit alanı incelemeleri, r-stratejileri ve avcı-toplayıcı topluluklarda optimallik kuramı gibi uygulamaların yapılmasını sağlamıştır (Renfrew, 2007: 103).
1930’lara gelindiğinde ise bitki-hayvan, hayat-ölüm, canlı-çevre kavramları arasındaki sınırlardan ziyade bağlara vurgu yapan Arthur Tansley ekosistem kavramını ortaya atmıştır (Renfrew, 2007: 102). Döngüsel açıdan enerjinin nesneler içerisindeki dönüşümlerinin jeokimyasal olarak insanın doğadaki bozulmalar düşünüldüğünde geride nasıl bir iz bıraktığı ise arkeoloji bilimi içinde çevresel arkeoloji anlayışı açısından faydalı olmuştur. Yine 1930’lu yıllarda ekosistem kavramı, Julian Steward’ı, yerli halkların kültürlerini ekolojik bir bakış açısı ile ekolojiye yönelik kavramlar kullanarak açıkladığı kültürel ekoloji düşüncesine yöneltmiştir (Renfrew, 2007: 104). Steward’a göre arkeoloji, kazı çalışmalarında ele geçen aletleri, biçimlerine ve tiplerine göre sınıflandırmaktan ziyade aletler üzerinde yapılan incelemelerin ekonomik değişim, nüfus ve yerleşim düzenini anlamaya yönelik olmalıdır. Buna ek olarak yerleşme düzenleri kültür-çevre ilişkisi açısından ele alınmalıdır (Konak, 2017: 32).
Amerikalı arkeolog Gordon Randolph Willey 1940’lı yıllarda Peru’daki Virú Vadisi’nde hava fotoğrafları yardımıyla çok sayıda prehistorik yerleşim yerini tespit etmiş, bunları yerel çevre ile karşılaştırmıştır. Bu vadideki farklı dönemlerdeki yerleşimlerin dağılımını ise haritalamıştır. Grahame Clark, 1952 yılında Prehistoric Europe: the Economic Basis (Tarih Öncesi Avrupa: Ekonomik Temeller) adlı yayınında da buna değinmiştir (Konak, 2017: 33). 1859 yılında Charles Darwin’in yazmış olduğu On the Origin of Species (Türlerin Kökeni), oldukça ses getirmiş ve ekoloji kavramının 60’lı yıllarda sık sık dile getirilmesini sağlamıştır. Buna bağlı olarak ise “Darwinci arkeoloji” olarak adlandırılan bir anlayış oluşmuştur. Bu anlayışa göre doğal seçilim sonucunda gen dağılımındaki değişimle dile getirilen biyolojik evrimde olduğu gibi belirli bir nüfusun hem doğal seçilim hem de genetik benzerlikler haricinde kültürel değişimlerle oluştuğu düşünülmektedir (Shennan, 2007: 81-82).
1963 yılında ise İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi bir iş birliği gerçekleştirmiş ve Güneydoğu Anadolu Tarihöncesi Projesi kapsamında Robert J. Braidwood ilk sistemli kazıları başlatmıştır. Braidwood bu kazılarla birlikte, arkeolojinin toplum ve doğa bilimleri içerisinde ele alınan kuramların üzerinde durmasını ve bu bağlamda ortaya çıkan sorulara yanıt aramak için kullanılmasını öngörmüştür. Bu durum arkeologların doğa bilimcilerle ile birlikte çalışmasının yanı sıra disiplinler arası çalışmaların oturmasını sağlaması açısından büyük bir rol oynamıştır. Braidwood’un doğal çevreye olan yaklaşımı ise vaha kuramına nazaran “en uygun ortam” kuramı etrafında şekillenmiştir (Özdoğan, 2004: 43-51). Kültürel ekolojinin antropoloji ile bağdaştığı noktalar ise Lewis Binford öncülüğünde ortaya çıkan “Yeni Arkeoloji” anlayışının önünü açmıştır. Bu arkeoloji anlayışında amaç, çevre ile beraber kültür değişkenliklerini anlamak ve kültür dinamiğinin yasalarını ortaya koymak olarak tanımlanmıştır (Konak, 2017: 32). Yine arkeolog Kent Flannery de ekosistem temelli denge ile ilgili “dengesizlik” düşüncesine arkeoloji bilimi içerisinde yer vermiştir. Denge-dengesizlik tartışmalarında dengenin olağan durum ile, dengesizliğin ise insan ve iklim gibi dış etkenler tarafından dengesiz bir hâl alacağı düşüncesi vardı.
Ancak 1973’te Robert May bu dengenin dış etkenler olmaksızın da bozularak dengesizleşeceğini dile getirmiştir. İnsanın dengesiz bir tür olma ve bu dengesiz tutumunu bilişsel düzeyde kendi lehine çevirerek avantajlı için kullanılabileceğini öngörmüştür. 1980’li yıllara gelindiğinde Karl Butzer çevresel yaklaşımları çevre-kültür ilişkisi içerisinde ve yerleşme ağının içinde bulunduğu hâliyle ekosistemi ele almıştır. Bu yaklaşımın bileşenleri jeoarkeoloji, arkeobotani, arkeozooloji ve arkeometridir. Butzer’a göre paleoekolojik ortam diğer bir deyişle yeryüzü şekilleri arkeolojik yerleşmelerle oldukça ilintilidir (Butzer, 1982: 5-6). 1982 yılına gelindiğinde mimar kökenli Wilhelm Dörpfeld’in Troia kazılarında 1916’da Von Post’un ilk kez ortaya koyduğu “tabakalaşma” ya da “katmanbilim” ilkelerine yer verilmeye başlaması ile ekolojik yaklaşımlar önem kazandığı görülmüştür (Özdoğan, 2002: 31).
4. Sosyal Arkeoloji Kuramlarında Doğal Çevre Anlayışı
Arkeoloji etimolojik olarak arkhaios (eski) ve logos (bilim) kelimelerinden türetilmiştir. Özdoğan’a göre arkeoloji: “geçmiş zaman ölçeğiyle ve somut kalıntılara dayanarak, uygarlığın gelişim sürecini geleceği katkıda bulunmak amacıyla anlamaya ve yorumlamaya çalışan bilim dalıdır.” (Özdoğan, 2006: 43) “Sosyal Arkeoloji” kavramını en basit ifadeyle arkeoloji bilimi içerisindeki varoluşsal düzlemde birtakım sorulara ve sorunlara yanıt arayan kuram ve anlayışlar bütünüdür. Sosyal Arkeolojide arkeoloji biliminin gelişmesi ön plandadır. Bu noktada birçok disiplinden araştırmacı sahip oldukları teorilerle arkeoloji bilimine düşünsel anlamda katkıda bulunmuştur. Farklı coğrafyalardan, kültürlerden ve ekollerden araştırmacılar sayesinde vücut bulan bu teoriler farklılıkların getirdiği anlamsal çeşitlilik dolayısıyla birbirlerinden ayrı düşüncelere ve yöntemlere sahiptir. Bu bağlamda teoriler, bilimsel düşüncelerin temelinde yatan fenomenolojinin bir dışavurumu olduğu için pratik bilginin en temel tamamlayıcısıdır. Erdoğu’nun (2008: 41) da ifade ettiği şekilde: “Bir arkeoloğun da karşısına çıkacak farklı sorunları çözebilmesi için, ister kullansın ister kullanmasın farklı kuramsal görüşleri bilmesi gerektiğine inanıyorum.” Bundan hareketle sosyal arkeoloji kuramları içerisinde doğal çevre kavramının nasıl irdelendiği üzerine bazı kuramlara değinmek yerinde olacaktır.
4.1. Çevresel Arkeoloji
Tanım olarak baktığımızda çevresel arkeoloji, insan ile doğal çevresi arasındaki ilişkinin zaman bağlamında incelenmesidir. Jeoarkeoloji olarak da adlandırılan bu kuramsal anlayışta insanın yaşadığı doğal çevre, yeryüzü şekilleri, etkileşime girdiği fauna, flora ve iklim gibi çevresel nitelikteki etmenlerle ilişkisini veriler ışığında incelemektedir.
Çevresel arkeoloji düşüncesini etkileyen gelişmelere baktığımızda Sir Charles Lyell 1800’lü yıllarda Buzul Dönemi birikintileri içerisinde çakmak taşları bulmuş ve bu buluntu jeolojinin arkeolojideki önemini vurgulaması açısından önemlidir. Charles Darwin’in 1859 yılında yazdığı On the Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı eseri ise insan evrimi temelli tartışmayı ve düşünceyi beraberinde getirmiştir. George Perkins Marsh, 19. yüzyıldaki endüstriyel ve teknolojik gelişmeleri 1864 yılında yazmış olduğu Man’s Role in Changing the Face of the Earth (Dünya’nın Çehresinin Değişiminde İnsanın Rolü) adlı eserinde insanın çevresi ile olan ilişkisini ortaya koyan bir çalışma olarak ses getirmiştir (Jones, 2007: 68). 1881 yılında Friedrich Ratzel, Antropogeographie (Beşerî Coğrafya) adlı eserinde fiziki coğrafyanın insanın yaşamı üzerindeki etkisini ele almıştır. 1911 yılına gelindiğinde Ellen Churchill Semple, Influences of Geographic Environment, on the Basis of Ratzel’s System of Anthropo-Geography (Ratzel’in Beşerî Coğrafya Sistemi Bazında Coğrafi Çevrenin Etkileri) isimli kitabında doğal çevrenin insanın kültürel durumu ve ekonomik yapısı üzerinde nasıl etkili olduğunun önemini vurgulamıştır. 1915 yılında Ellsworth Huntington yazdığı Civilization and Climate (İklim ve Medeniyet), uygarlıkların Childe’ın daha sonrasında savunacağı gibi iklimsel değişimlere karşı tepkisel bir tutumla geliştiğini savunmuştur (Konak, 2017: 15-38). 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl ortalarına kadar süren zaman diliminde, coğrafi çalışmalar ve jeokronolojik değerlendirilmeler yapılmaya başlanmıştır. Uzaktan algılama sistemlerinin gelişmesiyle birlikte de hava fotoğraflarının gelişimi, ekoloji alanında uzman kişilerin bağımsız raporlama yapmaları sayesinde ilerleme kaydetmiştir (Kayan, 2018: 8).
Günümüzde ise çevresel arkeoloji çalışmaları çeşitli modelleme yöntemleri kullanılarak ve bu modelleme yöntemleri ile arkeolojik kazılarda elde edilmiş olan arkeolojik buluntuların ve vekil verilerin karşılaştırılması ile çeşitli veriler elde edilmektedir. Bu modeller genel olarak analitik bir çerçeveye sahip olup matematiksel bir algoritma ile çalışmaktadır. Bu modelleme çalışmaları geçmişe yönelik olup insanın çevre ile olan ilişkisini belli parametreler dahilinde çeşitli senaryolara dönüştürmektedir. Son yıllarda Türkiye’de de yapılan modelleme çalışmaları ile arkeolojik yerleşimler ve bu yerleşimlerde yaşamış olan insan gruplarına yönelik tutarlı değerlendirmeler yapılmıştır (Arıkan, 2006: 122-133; Tekin, 2016: 91-104).
4.2. Darwinci Arkeoloji
Bu arkeoloji anlayışı, Charles Darwin’in 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni eseri sonrasında ortaya çıkan ve kültürel olarak belli bir istikrar yansıtan dönemler ile değişimlerin yaşandığı dönemlerin biyolojik evrim süreçleriyle benzer bir yapıda, birçok yönden de aynı olduğu düşüncesi bu yaklaşımın temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan değerlendirdiğimizde doğal seçilim sonucunda belli bir nüfusun gen diziliminde yaşanan değişim ile belirtilen biyolojik evrime benzer şekilde kültürel evrimin de belirli bir nüfusun yaygın olan kültürel özelliklerinin hem doğal seçilim ile hem de genetik evrimden hariç bir değişim geçirecektir (Shennan, 2007: 81-82). Biyolojik evrim sürecinde genler nesilden nesile aktarılabilir, mutasyon sonucu bir dönüşüm geçirerek rastgele kopyalanabilir, seçilim yoluyla üreyen ve akraba genlerin değişmesiyle ve sürüklenme yoluyla gen özelliklerinden farklı olarak yine rastgele şekilde gen diziliminin değişimiyle gerçekleşebilir.
Kültürel evrim hususunda ise öğrenme toplumsal bir şekilde gerçekleşir ve bireyler ne düşüneceklerini ve nasıl bir davranış sergileyeceklerini bir başkasından öğrenirler. Bu durum toplumsal öğrenme sürecinin kültürel gelenekleri oluşturmasını sağlar. Richard Dawkins (2007: 28), genin karşılığı olarak taklit kavramını ortaya atmıştır. Mutasyonların kültürel evrim açısından keşiflerle denk olduğu düşünülebilir. Ancak bu keşifler, doğrudan hataların olduğu gibi kopyalanabilmesi veya deneme yanılma yoluyla öğrenmenin amaçlanması ile de var olabilir. Deneme yanılma amacıyla öğrenilen yeni şeyler eski şeylere kıyasla daha cazip gelebilir lakin bu yeniliklerin her bireyde aynı derecede kabul görmesi mümkün olmayabilir. Burada da gen diziliminde olduğu gibi kültürel açıdan bir seçilim devreye girecektir. Dawkins’in önerdiği şekilde kültürel gelenekler taklit yoluyla anne ve babadan veya rol model görülen bireylerden edinilmektedir. Bunun haricinde kültürel özelliklerin miras yoluyla belli topluluklarda nesilden nesile geçtiği ve bunun yüksek yaşama ve üreme başarısı olarak avantaj sağlamaktadır (Shennan, 2007: 83). Kültürel geleneklerin ise öğrenme veya mirasa dayalı olarak seçilim içerisinde bir kronolojik dizilimi yapılarak benzer olanları zamansal olarak sıraya koymayı gerektirir (Lyman, O’Brien and Michael, 2002: 1-23). Bu durum kültürel geleneklerin etnik temel açıdan üstün olduğu gibi bu geleneklerin bir önceki nesilden bir sonraki nesile farklı geçmişleri olmasına bağlı olarak aynı şekilde miras olarak aktarılmama ihtimalini de kendi içinde barındırmaktadır (Nagaoka, 2002: 96).
Bu anlayışa göre yiyecek bulma ile alakalı optimizasyon modelleri bireyin yiyecek arama üzerine geliştireceği stratejinin en fazla güç veren yiyeceğin en az çaba sarf ederek elde edilmesi şeklinde vuku bulduğu düşünülmektedir. Bu model beslenme arzı modeli olarak geçmektedir. Bu modelde elde edilecek ürüne ulaşma sürecinde ve tüketilebilecek hâle getirilmesinde harcanan zaman ön plandadır. Buna göre enerji açısından düşük bir orana sahip ve işlenmesi zahmetli olan ürünler bu model içinde kendine yer bulamaz. Bir başka düşünce ise model içerisinde az tüketildiği için kendine yer bulamayan ürün gruplarının elde edilme maliyetinin az olması dolayısıyla modelin içine dahil edilmesidir. Bunun aksi şekilde çok tüketilen bir ürüne ulaşma maliyetinin fazla olması sebebiyle modelden çıkarılabileceği de düşünülmektedir. Yeni Zelanda’da Shag Nehri Ağzı bölgesinde yapılan araştırmada fok balıklarının ve deve kuşlarının sahip olduğu değerden ötürü çok tüketildiği ancak taşıma maliyetlerine bağlı olarak fok balıklarının farklı kemikleri ele geçerken deve kuşu kemiklerinin sadece önemli görülen kemikleri yerleşime taşınmamıştır (Nagaoka, 2002: 96).
4.3. Süreçsel Arkeoloji
Süreçsel Arkeoloji veya Yeni Arkeoloji, 1960’larda başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyada ses getirmiş bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. “Antropoloji olarak Arkeoloji” adlı makalesi ile Lewis R. Binford bu anlayışın önemli bir temsilcisi olarak görülmektedir. Süreçsel arkeoloji içerinde yer alan araştırmacılar amaçlarının tanımlamak değil açıklamak olduğunu dile getirirken süregelmiş “ne, nerede, ne zaman” sorularına “neden ve nasıl” sorularının eklenmesi gerektiğini savunmuşlardır (Sabloff, 2007: 267-268). Kültürel ekoloji olarak ifade edilen anlayış ise insanın doğal çevre karşısındaki adaptasyon sürecinde yaşanan değişimlerdir. Bu kavramla ilişkilendirilen Steward’ın da belirttiği üzere çevre-teknoloji ilişkisine önem verilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir (Steward, 2006: 5-9).
4.4. Post-Süreçsel (Yorumlayıcı) Arkeoloji
Süreçsel Arkeoloji kuramına eleştirel bir bakış açısı getirerek doğan Post-Süreçsel veya Yorumlayıcı Arkeoloji kuramı özellikle 90’lardan itibaren önemli bir ivme kazanmıştır. Bu ivmede başrolde olan Ian Hodder bu kuramsal anlayışı Çatalhöyük kazı başkanlığı sürecinde uygulamıştır. Süreçsel arkeoloji anlayışının pozitivist bakış açısına tepki gösteren bu anlayış kişisel edinimlerin ve sembolizmin önemini savunmaktadırlar (Hodder, 2007: 227). Öyle ki bu tarz sembolist anlayışların da daha fazla göz önünde olmasını sağlamışlardır.
Arkeoastronomi, geçmişte yaşamış toplulukların yazının ve yazılı kaynakların olmadığı zamanlarda gökyüzüne nasıl bir değer verdiği ve anlam yüklediğini ele alan bir anlayıştır. Bu anlayış 1970’lerden itibaren etkisini göstermiş ve 1980’lerde yorumlayıcı arkeoloji anlayışı ile birlikte daha geniş çevrelere ulaşmıştır. Bu anlayışa göre insanın yaşadığı çevre yeryüzü ile sınırlı değildir. Gökyüzü de bunun bir parçasıdır (Ruggles, 2007: 15). İnsanlar kendi çevrelerine dahil ettikleri gökyüzünü izledikleri ve gezegenleri bilhassa güneş ve ayın hareketlerini dikkat alarak belli bir sembolik anlayış içerisinde sadece ritüel değil aynı zamanda tarımsal aktiviteler gerçekleştirdiklerine inanılmıştır (Baity et all, 1973: 390).
Doğal çevre bu anlayış içerisinde bir çevresel determinizm şeklinde değil sembolik anlatımların ve yaratılan maddi kültürün bir edilgenlik içinde çevreyi ele aldığı görülmüştür. Bu nedenle ele alınan çokseslilik, yansımacılık, etkileşimcilik ve kontekssellik doğal çevrenin insan ile etkileşiminde kişisel hikayeler ön planda olmuştur.
4.5. Felaket Arkeolojisi
Felaket, terim anlamı ile maddi ve manevi yönden yıkıma yol açan olaylardır. Tarihsel açıdan baktığımızda dünyanın varoluş sürecinde yaşanan tüm doğal afetleri bu kavram içerisinde değerlendirebiliriz. Öte yandan bu kavrama insanlık tarihi açısından bakıldığında katastrofizm ya da felaketçilik olarak da bilinen bir görüşü beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu görüşü ilk olarak dile getiren İskoçyalı jeolog James Hutton’dır. Hutton (1795:19), Theory of the Earth (Yeryüzü Kuramı) eserinde doğada yaşanan değişimlerin belli bir denge içerisinde olduğunu ve öngörü ile yaklaşılan bu olayların en nihayetinde felaket ile sonuçlanması gerektiğini belirtmiştir. Bu görüşü Charles Lyell (1830:63) Principles of Geology (Jeolojinin Prensipleri) eserinde doğa olaylarının uzun bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aynı şekilde geliştiğini öne sürerek devam ettirmiştir. Bu görüşlerin temelinde ise tekdüzelik anlayışı vardır. Bu anlayışa göre doğa yasalarının zaman-mekân düzleminde sabittir. Ayrıca günümüzde yaşanan ve gözlemlenebilen gelişmelerin geçmişte yaşanmış doğa olaylarını açıklayabilmektedir. Günümüzde bu görüşün bu prensibi kısaca “The present is the Key to the Past” yani “Şimdiki zaman geçmişin anahtarıdır” olarak bilinmektedir. Dünyanın yaşı ve oluşumları üzerinden ilerleyen bu felaketçi düşüncelerin arkeoloji bilimi içerisinde yansıması ise insanlığın geçmişte yaşanmış olan ani değişimleri anlamlandırma ve sembolize etme isteği ile bağlantılıdır. Bu isteğin temelinde ise inançların etkisinden söz etmek mümkündür. Antik Yunan’da filozof Platon’un Timaeus ve Critias diyaloglarında söz ettiği yüksek bir medeniyet düzeyinde olan efsanevi uygarlık Atlantis’in tanrıların öfkesi sonucunda adayı yok ettiklerinden söz etmektedir (Garvey, 2008: 385). Benzer şekilde Atrahasis ve Gılgamış destanlarında günümüzde semavi dinlerde Nuh Tufanı olarak geçen mitte de tanrıların insanlara kızdığı ve insanlığı yok etmek istediği görülmektedir.[8] 19. yüzyıl bilim insanlarının dünyada yaşanan bu ve benzeri doğa olaylarının temel sebebi olarak tıpkı Atlantis ve Nuh Tufanı örneklerinde olduğu gibi tanrıların isteği olduğu düşünülmüştür. Ancak James Hutton gibi bilim insanları buna karşı çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyıla gelindiğinde yapılan paleoiklim araştırmaları dolayısıyla Holosen dönem süresince yaşandığı düşünülen ani iklimsel değişimlerin gerekçesi olarak dinsel bir açıklama getirilmemiştir. Ancak örnek vermek gerekirse 8.2 k, 4.2 k gibi iklim olaylarının medeniyetlerin yıkılmasına yol açtığı teorileri üzerinde durulmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken şey ise bunun günümüzde nedensel olarak şekil değiştirse de yüzyıllardır devam eden bir felaketçi anlayışın varlığını sürdürmesidir. Gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde bu tür iklim olaylarının o dönemin topluluklarını etkilediği düşüncesinin mümkün olabileceği ama bunun tek bir neden olarak görülmemesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
Arkeolojinin kavramsal olarak ifade ettiği ve karşılık bulduğu tüm anlamlarda belirli bir düşünce ve yöntem yer almaktadır. Arkeoloji biliminin kendi özüne dönüldüğünde tıpkı süreçsel arkeologların yaptıkları gibi “Neden? ve “Nasıl?” sorularını sormak ve birtakım cevaplara ulaşmak “Sosyal Arkeoloji” anlayışını ve içinde yer alan tüm kuram ve teorilerin var olmasını sağlamıştır. İnsanın yaşadığı doğal çevre ile karşılıklı etkileşimi milyonlarca yıl önce başlamış ve günümüzde hâlâ devamlılığını korumaktadır. İnsanın yaşamak ve sahip olduğu bilgi ve genetiği gelecek nesillere aktarmak amacıyla ürettiği nesneler ve nesnelerle oluşturduğu dünya jeolojik, iklimsel değişimlerden etkilenmiş ancak bunlarla ilişkili olarak insanın ekonomik ve teknolojik gelişimini ve evrimini de tetiklemiştir. Sosyal arkeoloji bütünü içinde yer alan kuramlar ve teoriler insanın yaşadığı doğal çevreyi kendi perspektiflerinde ele almıştır. Bu düşünceler farklılıklarıyla birbirlerini etkilemiş ve yeni düşüncelerin oluşmasının önünü açmıştır. Gerek dünya gerekse “Türkiye Arkeolojisi” için bu düşünsel gelişimlerin devamlılığı ile birlikte geçmişteki insanın yaşadığı doğal çevreyi nasıl algıladığı ve bu çerçevede insanı nasıl şekillendirdiğine dair yeni teoriler yeni kuramsal yolculuklara ışık tutacaktır.
Dipnotlar
[1] Hacettepe Üniversitesi, Arkeoloji Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi, armantekin@hacettepe.
edu.tr
[2] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/iklim (Erişim Tarihi: 20.06.20)
[3] Birçok Türkçe kaynakta Dryas olarak geçen ve soğuk bir dönemi temsil eden bu kavram, ismini bir önceki dönemde görülen ve bu soğuk dönemde de toleransı sebebiyle hayatta kalan Dryas Octopetala adlı bitkiden almaktadır.
[4] https://www.artstor.org/2019/01/31/picturing-the-little-ice-age/ (Erişim Tarihi: 23.06.20)
[5] https://www.etymonline.com/word/environ?ref=etymonline_crossreference#etymonline_v_38237
[6] https://www.nisanyansozluk.com/?k=%C3%A7evre
[7] https://www.merriam-webster.com/dictionary/environment
[8] https://gorgondergisi.com/anadolu-ve-mezopotamya-civi-yazili-metinleri-isiginda-tufan-anlatimi/ Erişim Tarihi: 11.11.2020
Kaynakça
Yazılı Kaynaklar
Adams, F. (1849) The Genuine Works of Hippocrates, Between the Covers- Rare Books, Inc.
Allegre, C. J., vd. (1995). “The age of the Earth”, Geochimica et Cosmochimica Acta, 59 (8), 1445-1456.
Andrews, P. (1992). “Evolution and environment in the Hominoidea.” Nature 360: s. 641
Antonopoulos, J. (1992). The great Minoan eruption of Thera volcano and the ensuing tsunami in the Greek Archipelago. Natural Hazards, 5(2), 153-168.
Arıkan 2006 Arıkan, B. Resbelli, Balossi, F. Masi, A. (2016). “Comparative modeling of Bronze Age land use in the Malatya Plain”. Quaternary Science Reviews, 136 (5), 122-133.
Baillie, M. G. L. (1994). Dendrochronology raises questions about the nature of the AD 536 dust-veil event. The Holocene, 4(2), 212–217.
Baity, E. C. et all. (1973). Archaeoastronomy and ethnoastronomy so far [and comments and reply]. Current anthropology, 14(4), 389-449.
Baykara, İ., ve Dinçer B., (2007). “İnsanın Evriminde Taş Aletler”, Jeoloji Mühendisleri Odası Bülteni 2007, 2, s. 82-86.
Bordes, F. (1988) Typologie du Paléolithique ancien et moyen, CNRS, Paris.
Bottema, S., & Woldring, H. (1986). “Late Quaternary vegetation and climate of southwestern Turkey. Part II.”Palaeohistoria, 26, 123-149.
Butzer, K. W. (1982) Archaeology as human ecology: Method and theory for a contextual approach, Cambridge University Press, Cambridge.
Cevizci, A. (2006). Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma, Bursa.
Childe, V. G. (1936). Man Makes Himself. Watts, London.
Clark, D. J. (1965), The Later Pleistocene Cultures of Africa, Science, 150/3698: s. 833.
Cohen et all. (2013; updated) The ICS International Chronostratigraphic Chart. Episodes 36: 199-204.
Cohen, K.M., vd. (2013), The ICS International Chronostratigraphic Chart, Episodes, v. 36, no. 3, pp. 199-204.
Crutzen, P. J. and Stoermer, E. F. (2000). The “Anthropocene.” Global Change Newsletter 41, 17–18. International Geosphere–Biosphere Programme (IGBP).
Dawkins R. (2007) Gen Bencildir, Tübitak Popüler Bilim Kitapları 9, s. 28
Eastwood, W. J., Roberts, N., and Lamb, H. (1998). “Palaeoecological and archaeological evidence for human occupance in southwest Turkey: the Beyşehir occupation phase.” Anatolian Studies, 48, 69-86.
Eastwood, W. J., Roberts, N., and Lamb, H. (1998). Palaeoecological and archaeological evidence for human occupance in southwest Turkey: the Beyşehir occupation phase. Anatolian Studies, 48, 69-86.
Erdoğu, B. (2008) Arkeoloji/Teori/Politika – Denemeler, Okyanus Yayıncılık.
Fontugne, M. et all. (1999). “From Pleniglacial to Holocene: a 14 C chronostratigraphy of environmental changes in the Konya Plain, Turkey.” Quaternary Science Reviews, 18(4), 573-591.
Garvey, T. (2008). Plato’s Atlantis Story: A Prose Hymn to Athena. Greek Roman and Byzantine Studies, 48, 381-392.
Hodder, I. (2007). “Post Süreçsel ve Yorumlamalı Arkeoloji”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 227.
Hutton, J. [1795] 1959. Theory of the Earth: With Proofs and Illustrations, 2. Cilt. Winheim, Almanya: H.R. Engelmann (J. Cramer) and Wheldon&Wesley
İbn Haldun (1977). Mukaddime 1 (Çev: Turan Dursun), Onur Yay, Ankara, s. 217.
Jones, M. (2007). “Çevresel Arkeoloji”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 68.
Jones, M. (2007). “Ekolojik Arkeoloji”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 100.
Jowett, B. (1892) Part of: The Dialogues of Plato, in 5 vol III, Oxford University Press.
Kayan, İ. (2018). Jeoarkeoloji ve Paleocoğrafya Araştırmalarının Arkeolojideki Yeri, (Editörler. S. Ünlüsoy., C. Çakırlar ve Ç. Çilingiroğlu). Arkeolojide Temel Yöntemler içinde, Ege Yayınları, İstanbul.
Konak, A. (2017). “Arkeolojik Çalışmalarda Çevresel Yaklaşımların Tarihçesi”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (KOUSBAD), S. 6, s. 15-38.
Luterbacher, J., & Pfister, C. (2015). “The year without a summer.” Nature geoscience, 8(4), 246.
Lyell, C. [1830] 1990. Principles of Geology;Being an Attempt to Explain the Former Changes of the Earth’s Surface, By Reference to Causes Now in Operation, 2. Cilt. Chicago: University of Chicago Press.
Lyman, R. Lee, O’Brien, Michael J. (2002) Darwinian Theory and Archaeology. In: Applying Evolutionary Archaeology. Springer, Boston, MA, s. 1-23.
Mann, M., vd. (2009). Global Signatures and Dynamical Origins of the Little Ice Age and Medieval Climate Anomaly. Science.
Marsh, G. P. (1864). Man and Nature; or. Physical geography as modified by human action.
Maslin et al. (2014) East African climate pulses and early human evolution, Quaternary Science Reviews 101 (2014) s. 2.
Nagaoka, L. (2002). Explaining subsistence change in southern New Zealand using foraging theory models. World Archaeology. 34. s. 96.
Özbek, M. (2010). 50 Soruda İnsanın Tarihöncesi Evrimi, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul.
Özdemir, M. A. (2004). “İklim Değişmeleri ve Uygarlık Üzerindeki Yansımalarına İlişkin Bazı Örnekler.” Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (6), 2, 173-192.
Özdoğan, M. (2002). “Arkeolojinin Yöntemleri”, Arkeoatlas 1: s. 31
Özdoğan, M. (2004). “Neolitik Çağ – Neolitik Devrim – İlk Üretim Toplulukları Kavramının Değişimi ve Braidwood’lar”, TÜBA-AR 7: 43-51.
Özdoğan, M. (2006). Arkeolojinin Politikası ve Politik Bir Araç Olarak Arkeoloji, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, s. 43.
Özdoğan, M. (2007). “Neolitik Dönem Günümüz Uygarlığının Temel Taşları”, Nezih Başgelen (Ed.), 12000 Yıl Önce “Uygarlığın Anadolu’dan Avrupa’ya Yolculuğunun Başlangıcı Neolitik Dönem. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 9-20.
Pang, K., & Chou, H. (1985). Three very large volcanic eruptions in antiquity and their effects on the climate of the ancient world. Eos, 66, 816.
Patterson, W. P. (1995), Stable isotopic record of climatic and environmental change in continental settings, University of Michigan.
Pierce, J. L., Meyer, G. A., & Jull, A. T. (2004). Fire-induced erosion and millennialscale climate change in northern ponderosa pine forests. Nature, 432(7013), 87-90.
Renfew, C. ve Bahn, P., (2007). Arkeoloji: Anahtar Kavramlar, İletişim Yayınları, İstanbul.
Ruggles, C. (2007). “Arkeoastronomi”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 15.
Sabloff, J. (2007). “Süreçsel Arkeoloji”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 267-268.
Sakınç, M., (2006). Jeoloji ve Biyolojik Evrim İç İçe: Yerin Evrimi. Bilim ve Gelecek Dergisi. 26, s. 8-33.
Shennan, S. (2007). “Darwinci Arkeoloji”, Arkeoloji Anahtar Kavramlar içinde, (Ed. Renfew, C. ve Bahn, P)., İletişim Yayınları, İstanbul, s. 81-82.
Stern, J. T. (2000). “Climbing to the top: a personal memoir of Australopithecus afarensis.” Evolutionary Anthropology: Issues, News, and Reviews 9(3): s. 113.
Steward, J. H. (2006). The concept and method of cultural ecology. The Environment in Anthropology: A Reader in Ecology, Culture and Sustainable Living, 1(1), 5-9.
Tekin, (2016). Son Kalkolitik ve Tunç Çağları’nda (G. Ö. 6000-3200) Göller Bölgesi’nin iklim Modellemesi: Makrofiziksel İklim Modeli Sonuçları, 91-104.
Türkeş, M. (2013). “İklim Değişiklikleri: Kambriyen’den Pleyistosene, Geç Holosen’den 21. Yüzyıl’a.” Ege Coğrafya Dergisi, 22(1).
Van Zeist, W., Woldring, H., Stapert, D., (1975). “Late Quaternary Vegetation and Climate of The Southwestern Turkey”, Paleohistoria 17, 53-143.
Waelkens, M. et all. (1999). “Man and environment in the territory of Sagalassos, a classical city in SW Turkey.” Quaternary Science Reviews, 18(4-5), 697-709.
Weiss, H.: Global megadrought, societal collapse and resilience at 4.2-3.9 ka BP across the 782 Mediterranean and west Asia, PAGES 24, doi: 10.22498/pages.24.2.62, 2016.
Weninger, B., vd. (2014). Neolithisation of the Aegean and Southeast Europe during the 6600–6000 calBC period of Rapid Climate Change, p. 1-31.
İnternet Kaynakları
https://www.artstor.org/2019/01/31/picturing-the-little-ice-age/ (Erişim Tarihi: 20.06.20)
https://www.etimolojiturkce.com/kelime/iklim (Erişim Tarihi: 20.06.20)
https://www.etymonline.com/word/environ?ref=etymonline_crossreference#etymonline_v_38237 (Erişim Tarihi: 20.06.20)
https://www.merriam-webster.com/dictionary/environment (Erişim Tarihi: 20.06.20)
https://www.nisanyansozluk.com/?k=çevre (Erişim Tarihi: 20.06.20)
https://gorgondergisi.com/anadolu-ve-mezopotamya-civi-yazili-metinleri-isiginda-tufan-anlatimi/ (Erişim Tarihi: 11.11.2020)
E-dergimizin 13. Sayısındaki tüm yazılar için tıklayınız.
Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji Sosyal Arkeoloji