Spoorloos (1988, George Sluizer)
Yazar: Deniz Gökhan Gel (Bu yazı Gorgon e-Dergisi’nin 2. Sayısı’nda yayınlanmıştır.)
Spoorloos veya Türkçeye uyarlanmış ismiyle “Kayboluş” filmi, 1988 yılında çekilmiş ve George Sluizer’in yönettiği bir Hollanda-Fransa ortak yapımı beyazperde eseridir. Film, aynı zamanda senaryo aşamasında yönetmen George Sluizer’le ortak çalışan, Tim Krabbe’nin The Golden Egg (Altın Yumurta) adlı kitabından uyarlanmıştır. (Görsel 1: Film Afişi)
Filmin ilk aşamalarında Fransa’dan Hollanda’ya geziye gelen iki sevgili anlatılır. İsimleri Rex ve Saskia olan bu çift yolculuklarına devam ederken Saskia sevgilisine birkaç gündür gördüğü ve onu rahatsız eden rüyalardan bahseder. Kendisini bir altın yumurtanın içinde gören Saskia, rüyasında bir türlü bu yumurtadan çıkamamaktan ve derinliğin içinde kaybolmaktan dolayı yaşadığı korkuları anlatmaktadır. Çift yolculuklarına devam ederken biraz dinlenmek için bir benzinliğe girer. Saskia, içecek almak için girdiği marketten geri dönmez. Etrafını soruşturan Rex’in öğrenebildiği tek şey ise sevgilisi Saskia’nın marketten bir adamla çıkmış olduğudur. Saskia’nın geri geldiği umuduyla aracına dönen Rex, iki bisikletinin de çalındığını fark eder.
Filmin bir sonraki kısmında daha önce benzinlikte yakın çekimde kolu sargılı gördüğümüz ve ilerleyen sahnelerde de adının Raymond olduğunu öğrendiğimiz bir adamı, ailesiyle ormanlık içindeki yeni evine yerleşirken gözlemleriz. Raymond ailesinden uzak kalabildiği anlarda, uzak bir yerdeki başka bir evin deposunda kendini eterle bayıltmakta ve baygın kaldığı süreyi de yanından ayırmadığı defterine işlemektedir. Evin dışında kendi üstünde denediği bu metodu kadınlara karşı kullanmak için de provalar yapmakta ve yine süre ile onları taşıyacağı mesafenin uzunluğunu hesap etmektedir. Raymond, denemelerini meydanlara inip kendine kurbanlar aramakla sürdürür. O kadar titizlikle çalışmaktadır ki insanlardan aldığı tepkilerde oluşan saniyelik kalp atışlarını bile defterine not etmektedir.
Sonraki sahneye geçtiğimizde ise kurguda geriye gidip esasında filmin ilk anlarına başka bir gözden tekrar tanıklık ederiz. Bir benzinliğin marketinin girişinde etrafını gözlemleyen Raymond’ın gözlüklerinin camına, arabanın içinde sevgilisiyle gülüşen Saskia’nın silüeti yansır. Hemen sonraki sahnede ise bir arkadaşıyla yürüyen Raymond’ın dikkatini, bir ağacın üzerinde yazılı olan kayıp ilanı çeker. İlana göre 3 yıldır kayıp olan 25 yaşında ve 1.76 boyundaki güzel kızın ismi Saskia Wagter, ilanı veren kişi ise Rex Hofman’dır. (Görsel 2: Kayıp İlanı.)
Rex’in biraz da takıntıya dönüşen Saskia’yı arama tutkusuna saygı duyan Raymond olanları anlatmak için benzinliğin 100 km çapındaki farklı mekanlarda ona randevular vermektedir. Ancak Rex’le yüzyüze gelmek için gereken cesareti bir türlü kendisinde toplayamaz. Saskia’yı bulmak için ülkesi Hollanda’da televizyon programlarına kadar çıkan Rex, Saskia’nın kaybolmadan önce kendisine anlattığı rüyalarına benzer rüyaları kendisinin de görmeye başladığını ancak Saskia’nın anlattığının aksine, Rex’in rüyalarında ikisinin de hapsolduğu altın yumurtaların içinde, kayboldukları boşlukta buluştuklarını tahayyül etmiştir. Bu çabalar neticesinde Rex’le yüzyüze görüşecek cesareti kendinde toplayan ve Hollanda’ya gelen Raymond, Saskia’nın akıbetini anlatma vaadiyle Rex’i kendisiyle Fransa’ya dönmeye ikna eder.
Fransa’ya yolculukları sırasında Raymond yaptıklarının altında yatan ana nedeni Rex’e açıklar. Kaderciliğe karşı geliştirilen onun düşüncesinde kimsenin yapamayağını yapmaya çalışmak, yazıldığı düşünülen kaderi bozmak, bir anlamda onu yok saymaktadır. Raymond bu yüzden daha önce de kimsenin yapamayağı şeylere cesaret etmiş, 16 yaşında kendi evinin balkonundan atlayıp 42 yaşında boğulmakta olan bir kızı köprünün üstünden atlayıp kurtarmıştır. Ancak onun kafasındaki düşüncenin doğruluğu, bile isteye birini kötülük yapana kadar kanıtlanamayacaktır. Zira insanların ve bilhassa da göldeki küçük kızı kurtardığını gören kendi kızlarının gözündeki asıl Raymond kimseye zarar veremeyecek kadar naif bir insandır. Bu tabuyu ve kaderi yıkmak için de onun gerçek bir kötülük yapması gerekmektedir. Yoksa o da diğerleri gibi kaderine teslim olmak mecburiyetinde kalacaktır.
Sonraki sahnede Raymond’ın Saskia’yı benzinlikte kaçırmak için yaptığı oyuna tanık oluyoruz. Arabasına römork takmak için etrafındaki kadınlardan yardım isteyen Raymond, bu yardımı daha cazip hale getirmek için 16 yaşında kendisini balkondan attıktan sonra kırdığı kolunu tutan alçının benzerini, bir fotoğraf albümünde gördükten sonra sakat gösterdiği koluna geçirmiştir. Bir anlamda zamanında hayata ve kadere yaptığı meydan okuma, yeni macerasında onun için bir rehber görevi görmüştür. Benzinlikte karşılaştığı başarısız girişimlerden sonra bu deneyimden vazgeçmek üzere olan Raymond’ın karşısına kaderin bir cilvesi olarak Saskia’nın kendisi çıkar. Raymond’ın kızı tarafından hediye edilen ‘’R” harfli anahtarlıklardan birisini sevgilisi Rex’e hediye etmek isteyen Saskia, Raymond’ın arabasına bindiği anda onun ağına düşürdüğü tek kurban olarak değer kazanır.
Yolculuk sırasında bir trafik polisi tarafından yolu kesilen Raymond, uyarı sırasında karşılaştığı kemer takmama sorununa, kapalı alan korkusu nedeniyle, doktor raporuyla izin verildiğini izah etmiştir. Polisten kurtulan Raymond yolculuğun devamı için Rex’e uyku ilacı vermeyi teklif eder. Rex ya olanları unutup yoluna devam edecek ya da uyku ilacını alıp Saskia’nın yaşadıklarının aynısını tecrübe ederek muallağı ortadan kaldıracaktır. Bir anlamda Rex ya sevgilisi Saskia gibi kaderinin kurbanı olacak ya da Raymond gibi alışılmışın dışında olanı yapıp kendi kaderini kendisi tayin edecektir. Uzun bir sürüncemenin içinde kalan Rex sonunda üç yıldır boğuştuğu ilahi belirsizliğin bataklığında boğulur ve uyku ilacını içerek Raymond’ın ellerinde, kendi kaderini yazmaya karar verir.
Filmin son ve en vurucu sahnesinde ise Raymond’ı bir tabutun üzerine toprak atarken görürüz. Tabutun içinde Rex vardır. Rex yolculuk boyunca Raymond’a Saskia’yı öldürüp öldürmediğini sorup durmuştur. Raymond’ın cevabı ise “Ölüm mü? Bundan daha kötüsü de var.” olmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi Raymond yolculuk sırasında trafik polisiyle karşılaştığında, emniyet kemerini takmama sebebini kapalı alan korkusu nedeniyle doktor raporu olarak göstermişti. İşte Raymond kendisinin en büyük korkusunu masum insanlar üzerinde uygulamıştır. Ölümden korkmadığını kendisine balkondan ve köprüden gözü kapalı atlayarak ispatlayan Raymond, esas en büyük korkusunu ise kurbanlarına yaşatarak en yapılmaz denileni başarmıştır. Yazıldığı inanılan kendi kaderini de bir kez daha bozup iki sevgiliyi güle oynaya tabutlarına ya da metaforik olarak filmin başından beri ipuçları verilen altın yumurtalarına hapsetmiştir. Rex ve Saskia da bu sonsuz boşlukta, aynı Rex’in rüyalarında olduğu gibi yeniden buluşmuşlardır.
2000 öncesi Avrupa sinemasının en güzide gerilim filmlerinden biri olan Spoorloos her şeyden önce gerçekçiliğiyle insanın içini okşamaktadır. Filmde, dönemin Amerikan sinemasında kült haline gelen Alien’leri, Predator’leri, Krueger ya da Joker’leri görmeyiz. Filmin en korkutucu yanı gerçek hayatla olan bağı ve esasında kendini sosyopat olarak tanıtan parlak bir zekanın, çözülemez bir cinayeti işleme konusundaki kolay ve pratik mantığıdır. İki insanı canlı canlı tabuta sokmak için motivasyonunu 16 yaşından beri canlı tutan Raymond’a fazladan gereken tek şey bir bez, eter ve uyku ilacıdır. Sonrası ise onun gibi kendi kaderini kendi şekillendirmek isteyen anti fatalist insanların maceraperestliğine kalmıştır. Hikayenin içinde, başından türlü olaylar geçen üç ana karakterin arasından kendi çizdiği kadere teslim olan kişi sadece Saskia olmuştur.
Filmi safi bir gerilim yapıtı olarak nitelendirmek verilen emeği küçümsemek anlamına gelebilir. Zira bu gerilim öğelerinin yanında filmin tamamını domine eden bir kadercilik sorgusu ve aşkı uğruna kendi sonunu hazırlayabilecek kadar gözünü karartabilen bir sevgili olgusu bulunmaktadır. Tabutun içinde çakmağının son gazını bitirip cinnet getiren Rex’in son hayali bile Saskia’nın ona anlattığı hikayeler ve ikilinin yol maceraları olmuştur. Öyle ki ilk gözünü açtığı anda tabutun içinde yaşadığı büyük telaş ve cinnet hali, biraz kafasını toplayıp Saskia’yla yeniden buluşacağına dair gördüğü rüyaların sonuca ulaşması nedeniyle yerini engin bir dinginlik ve yoğun bir vecd haline bırakmıştır.
Spoorloos filminin, 1993 yılında yine George Sluizer’in elinden çıkan ve başrolünde The Big Lebowski’den tanıdığımız Jeff Bridges’in oynadığı bir yeniden uyarlaması çekilmiştir. Esasında bu iki filmi izleyenler, yukarıda bahsettiğimiz Avrupa-Amerika sinemasının anlatım ve bağlanış farkına çok daha rahat bir şekilde şahit olabilir. Sluizer’in biraz daha para için Hollywood’a uyarladığı bu 1993 filminin sonunda kurbanlar bir şekilde tabutlarından kurtulmuş ve filmin sonunda masumlar kazanmıştır. Halbuki filmin orijinali ve selefinde, son sahnede evinin bahçesinde büyük bir rahatlık haliyle oturan, hayattaki en büyük meydan okumalarından birini başarıyla yerine getirmiş Raymond’ı, yeni evlerine yerleşen ailesini seyre dalmışken görürüz. Zira film boyunca Raymond kendisi için o kadar kusursuz bir plan çizmiştir ki; benim gibi filmde önceliği gerçekçilik ve mantıkçılık olan sinemaseverler için Spoorloos’un sonu tam da hayal edildiği gibidir. Her ne kadar filmin sonu büyük dehşet ve trajedi içerse de gerçek hayatla olan birebir bağı Avrupa sinemasının ürünü olan bu başyapıtı, 1993 yılı uyarlaması Hollwood’undan fersah fersah öne koymaktadır. Zira bazen en kötü gerçek bile bir yalandan daha iyidir. (Görsel 3: Hollywood’a uyarlanan filmin afişi)
Filmin yönetimi ve senaryosu çok başarılıdır. Öyle ki Stanley Kubrick, Spoorloos’u hayatında gördüğü “en dehşet verici film” olarak onurlandırmış, Quentin Tarantino ise filmin sonundaki mezar sahnelerini, Kill Bill Vol. 2’de The Bride (Uma Thurman) üzerinden parodik bir sekansta kullanıp bir anlamda ustaya saygı duruşunda bulunmuştur. Spoorloos’u diğer pek çok türdeşinden ayıran önemli etmenlerden biri de son mezar sahneleri hariç, filmin genelinin inanılmaz aydınlık bir planda, genellikle de gündüz çekimlerinde geçmesi olarak görülüyor. Kitap o kadar başarılı, işlenen senaryo o kadar kusursuz ki ne yönetmen ne de senarist karanlık planlarla gerilimi arttırma gereksinimi kendi içlerinde görmemişler. Dönemin Avrupa filmlerinde çok görülmemesine rağmen lashback’le bölünen kurgu da finali bağlamak açısından çok başarılı bir şekilde ortaya konulmuş. Ancak bu filmi benim gözümde efsane yapan etmenin aslan payını başroldeki iki erkek oyuncuya vermem gerekiyor.
2010’da, 61 yaşında hayatını kaybeden Bernard-Pierre Donnadieu (Raymond) film boyunca karakterinin hayata karşı olan o soğuk ama kararlı duruşunu öyle güzel bir şekilde sergiliyor ki; tek bir abartılı mimik ya da hareket olmadan dahi kendisinin hastalıklı kafa yapısını çok iyi bir şekilde profiline oturtabiliyorsunuz. Raymond karakteri film boyunca kadere olan karşı duruşunu net şekilde ifade ediyor. Film sonunda haklı zaferi sonucunda yüzünde oluşan mağrur gurur bile 1 saat 45 dakika boyunca yaşattığı veya yaşatmaya çalıştığı onca acı ve kederi gözünüze büyütmüyor. Zira film boyunca Raymond karakterinin işlenişi ve oyunculuk, seyirciye öyle yediriliyor ki Raymond’ın kendi kafasında, Rex ve Saskia’yı binbir uğraşla soktuğu “altın yumurta”ya zaten çoktandır hapsolduğunu tahayyül edebiliyorsunuz.
Filmde Rex karakterini oynayan Gene Bervoets’in de aynı rol arkadaşı Donnadieu gibi abartıdan uzak ama inandırıcı oyunculuğu seyircinin beğenisini kazanıyor. Rex’in film içinde bu dingin yapısından kopup cinnet getirdiği iki an var. Bunlardan biri Saskia’yla gitmek için sözleştiği köyde onun hayalini gözünün önüne getirdiği an ve Raymond tarafından diri diri mezara hapsolduktan sonra ilk gözünü açtığı an. Rex bu iki durumdan da ancak Saskia’yla olan zamanlarını anımsayarak kurtulabiliyor. Bu anlamda Rex’in Raymond’ın kadere karşıcılığını takip etmesinin tek nedeni de üç yıldır unutamadığı Saskia’nın aşkından başka bir şey değil. Rex’in akıl sağlığı filmin hiçbir anında Raymond’ın geldiği noktaya erişemiyor. Sadece Raymond’ı kandırmak, Saskia’yla yeniden buluşmak için Raymond gibi davranmayı kabul edip onun teklif ettiği uyku ilaçlı kahveyi kafasına dikiyor. Bir anlamda Gene Bervoets’in elinde Rex karakteri, kendi “Kayboluş”unu yazıp kendi kaderini de ta kendisi tayin ediyor.