6. Sayı Yazıları

Yavuz ve Midilli: Kader Gemileri mi?

Yavuz ve Midilli

Bu yazı, 15 Şubat 2019 tarihinde yayımladığımız Gorgon E-Dergisi’nin  6. sayısında yer almaktadır. E-dergimizde yer alan yazıların tamamını görmek için tıklayınız

Yazar: Utku Baran Ertan

Yavuz ve Midilli: Kader Gemileri mi?

Bu yazının başlığı aslında epey ofansif bir nitelik taşımakta… Ancak bu başlığı atmama sebep olan şey biraz da ilkokul, orta ve lise öğrenimim boyunca en sevdiğim ders olan tarih/sosyal bilgiler kitaplarında yazılmış olan kalıp cümledir: ”Almanlar yüzünden Birinci Dünya Savaşı’na katıldık” ve ”Almanlar yenik sayıldığı için yenildik?”

Peki aslında gerçekten öyle mi olmuştu? Sadece ve sadece iki gemi mi kaderimizi belirlemişti? Yoksa Almanlar sadece arkası kesilmeyecek bir dizi gelişmenin fitilini mi ateşlemişti? Bir tarihçinin şeffaflığı ile bu yazıda sizlere Goeben ve Breslau veyahut bizlerin daha iyi tanıdığı isimleri ile ”Yavuz ve Midilli’nin” seyrüseferini, öncesinde ve akabinde gelişmiş olan olayları kalemim el verdiğince aktarmaya çalışacağım.

O vakitler Alman İmparatorluğu bünyesinde denizci subaylar olan Kraus ve Dönitz anılarını aktarırlarken başlığı ”Kader Gemileri: Yavuz ve Midilli” olarak seçmişler. Aslında bir açıdan Yavuz ve Midilli, 1914 şartlarında hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Alman İmparatorluğu için hayati bir öneme sahiptiler. Belki de Kraus ve Dönitz’de bunun farkında olacaktılar ki, anılarını kaleme alırlarken böylesi bir başlığı uygun görmüşlerdi. Zira, sene 1914’ü gösterdiğinde tüm Kıta Avrupa’sında, büyük devletlerin ilk başta umursamayacağı bir kıvılcım, Balkanlar’da atılmıştı: Avusturya Arşidük’ü Franz Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından kurşunlanması, tüm Avrupa’yı ve ardından Dünya’yı o zamana kadar görülmemiş mahiyette bir savaşa ve yıkıma sürükleyecekti.

İşte böyle bir ortamda Osmanlı, son yüzyılda ve 1912’de yaşanan acı yenilgilerin ardından giderek kutuplaşan Avrupa siyaseti içerisinde hem eski görkemli zamanlarında hükmettikleri yerleri geri alabilmek hem de devleti, içerisinde bulunduğu çöküş evresinden kurtarabilmek için çözümler aramaktaydılar. Osmanlılar için “Harb-i Umumi”[1]‘ye kadar olan yüzyıllık süreç parlak geçmemişti. Toprak kayıpları ve akabinde gelişen ekonomik çıkmaz neticesinde büyük imparatorluk var olma mücadelesi vermekteydi. Bu esnada Jön Türkler’in ”bu vatan nasıl kurtulur?”[2] sorusuyla başlayan çözüm arayışı, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile son bulmuş gibi idi. Gibi idi, demek makul kalacaktır zira akabinde pan-slavist akımlarla Çarlık Rusya’sının kışkırttığı küçük Balkan ulusları, 1912’de başlattıkları isyanı başarıya ulaştırmışlar ve 400 yıl Türklerin egemenliğinde kalmış olan Rumeli diyarı, elden çıkmıştı. Bilakis Trablusgarp’ta alınan yenilgiler[3] büyüktü, Bingazi savunması ve Edirne’nin kurtarılışı ise ancak dönemin hakim siyasi gücü olan İttihatçıların tesellisi olacaktı. Esas olan ve İttihatçıların da farkında oldukları gerçek ise, devlet çöküş içerisindeydi ve acilen kurtarılmalıydı.

Osmanlılar açısından durum bu vaziyette iken, kıta Avrupa’sında ise işler başka bir şekilde ilerlemekte idi. Denizlerde üstünlüğünü perçinlemiş olan Britanya İmparatorluğu, denizaşırı kolonileri ve dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerinden gelen hammaddelerin sağladığı refah neticesinde, 20. yüzyılda söz sahibi olmanın gururu ile dünya haritasını istediği gibi şekillendirmekle meşgul idi. Öte yandan 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve tüm dünyayı fikri anlamda etkileyecek olan Fransa ise, entelektüel düşüncenin ve özgürlük akımının merkezi niteliğine sahipti. İngilizler kadar olmasa da hatrı sayılır miktarda onlar da sömürgecilik yarışında geride kalmamaya çalışmakta idiler. Almanlar ve Avusturyalılar ise 1879’da yapılan antlaşma ile beraber doğudaki Rus tehdidine karşı bir ittifak yapmışlardı. Ruslar için ise Pangermenizm[4] politikası, hakimiyet kurmak istediği Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki Panslavizm siyasetine ters düşmekte idi. Bununla beraber, öteden beri tarihi emeli olan Boğazlar ve İstanbul’u ele geçirme amacını gerçekleştirmek gayesindeydi. Tüm bu sebeplerle 19. yy sonu ve erken 20. yy başlarında Avrupa İtilaf (İngiltere – Fransa – Rus Çarlığı) ve İttifak Bloğu (Alman İmparatorluğu – Avusturya-Macaristan ve İtalya) şeklinde ikiye bölünmüştü.

Burada dolaylı açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nu etkileyecek bir önemli olay ise, 1888’de tahta çıkan Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm’in, Bismarck’ın Almanya’nın birleşmesinde önemli bir faktör olan barışçıl siyasetini terk ederek, yayılmacı bir politika izlemeye başlaması ve ”Hayat Alanı” politikasını savunmasıdır. Bu politikaya istinaden Osmanlılar ve Almanlar arasında savaş öncesinde bir yakınlaşma başlamıştır. Almanlar için Osmanlılar, İngiliz sömürgelerindeki müslüman toplumları etkileyebilecek güce ve önemli miktarda bir hammadde kaynağına sahipti. Franz Ferdinand suikastı ile beraber Avrupa için felaket başlamıştı. Tüm bu esnada Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten kesim olan İttihatçılar savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünmekteydi. Bu noktada ilk etapta İngiltere ile toprak güvencesini sağlamak için temasa giren Osmanlılar istedikleri yanıtı alamayınca, kaçınılmaz noktada Almanlar ile doğal ittifaka girdiler. Savaşın başlamasıyla birlikte ise Osmanlılar bir süre tarafsız kalmışlar ancak İttihatçıların ve devletin başındaki en etkin isim olan Enver Paşa, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile gizli bir anlaşma imzalayarak kapalı kapılar ardında Osmanlı Devleti’ni ”Harb-i Umumi’ye” sokmuştu.

İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü getiren iki geminin de macerası bu noktada başladı. Savaşın başlaması ile birlikte, Akdeniz’de görev halinde olan iki önemli Alman gemisi SMS Goeben ve SMS Breslau, rutin görevlerini yerine getirmekteydiler. Söz konusu bu iki gemi, o an için Akdeniz’de bulunan muhrip hariç bütün savaş gemilerinden daha süratli sayılmaktaydı. 6 Ağustos 1914’te, Messina Boğazı taraflarında olan Goeben ve Breslau, arkasında onu izleyen İngiliz gemileri ile karşı karşıyaydı. Gemideki tüm subaylar, açık çatışmaya hazır halde beklerken sürpriz bir şekilde çatışmaya girilmemiş ve hızla İngilizlerden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bu noktada acil yapılan bir toplantı neticesinde verilen emirler herhalde herkeste bir şaşkınlık yaratmış olmalıydı.

Düşman kuvvetlerinden kurtulup doğu yönünde seyredilmesi ve sonunda Çanakkale Boğazı’na varılması şeklinde emirler karargahtan ulaşmıştı. Derhal Çanakkale Boğazı’ndan içeri girilmesi  ve İstanbul’a giderek oradaki Alman sefaretinin Loreley muhafız gemisinden gerekli emirlerin alınacağı bildirilmişti.[5] Verilmiş olan emrin önemini vurgulayan bir başka önemli detay ise, Almanya’dan gelen bir diğer ikinci telsiz emriydi. Bunda Kaiser Wilhelm’in, gemilerin mutlaka Çanakkale’ye ulaşmasını beklediği bildirilmişti. Çanakkale’ye ulaşıldığında ise, Almanların mevcut durumdan emin olamadıkları ve her ihtimale karşı savaş pozisyonunda boğazın girişinde bekledikleri anlaşılmaktadır. 10 Ağustos 1914 itibarı ile Osmanlı kılavuz gemisinden alınan olumlu sinyal neticesinde, Goeben ve Breslau, Çanakkale Boğazı’ndan içeri girmişti. Gemilerin girmesinin ardından savaşın başından beri tarafsızlığını koruyan Osmanlı İmparatorluğu zor bir durum ile karşı karşıyaydı. Bu noktada tarafsızlığın korunmasını savunan yöneticiler olmasına karşın, Enver Paşa, mutlak suret ile Almanların yanında savaşa girilmesi görüşünü savunmaktaydı. Bununla beraber Osmanlı üzerindeki Alman baskısı da giderek artmaktaydı. Batı Cephesi’nde, Almanların Marne Meydan Savaşı’nı kaybetmiş olmaları da, üzerlerindeki yükü hafifletmek ve cephe sayısının artması için Osmanlıların savaşa girmesini mecbur kılmaktaydı. Yapılmış gizli anlaşmanın neticesinde zaten Osmanlı, İttifak güçlerinin yanında savaşa çoktan girmişti. Goeben ve Breslau’nun tarafsızlık şartları gereği ya 24 saat içerisinde Osmanlı kara sularından çıkarılması ya da, silahsızlandırılıp savaş sonuna kadar bir limanda bekletilmesi gerekiyordu.

Bu noktada farklı bir yol izlenerek, gemilerin satın alınıp Osmanlı Donanması’na dahil edilmesi yolu seçildi. Aslında görünürde bir satın alma söz konusu olsa dahi esas olan şey, gemilerin Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edilmiş olmasıydı[6]. Böylelikle, her iki geminin de isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirilmiş, her iki geminin de gönderine Türk bayrağı çekilmiş ve gemideki Alman subaylar fes giymişti. Alman subaylarla beraber Osmanlı subayları da mürettebata katılmıştı. Osmanlı donanmasına katılmanın ardından Alman subaylar, donanmayı aktif bir savaşa hazır hale getirmek için gerekli yenileme ve eğitim çalışmaları yapmışlardır[7].

Her şeyden evvel bugün bile muğlak olan konu, Goeben ve Breslau’nun Osmanlı Donanması bünyesine katıldıktan sonra, İmparatorluğun savaşa girmesine sebep olan Karadeniz Operasyonu’nun emrinin kimin tarafından verildiği ve nasıl tertiplendiğidir. Fahrettin Altay’ın anılarında aktardığı kadarı ile İttihat yönetimindeki üç büyük isimden birisi olan ve Deniz Bakanı Cemal Paşa’nın da durumdan haberi yoktu. Zira Altay’ın anılarında aktardığı kadarı ile Çamlıca’nın doğusunda yapılan ordu manevrasını yöneten Cemal Paşa’nın tatbikat sonunda donanmanın Karadeniz’e izinsiz açıldığı bilgisini aldığını ve derhal İstanbul’a döndüğünü belirtmektedir. Buradan da net şekilde anlaşılacağı üzere İmparatorluğun savaşa girme hadisesinin arkasında puslu kalan şeyler mevcuttur. Kesin olan şey ise, Osmanlı’da amiralliğe getirilen ve aynı zamanda İttifak kuvvetleri amirali olan Souchon’un, 26 Ekim 1914 sabahı Karadeniz’de bir keşif seferi yapılacağının emrini vermiş olmasıdır.[8] Keşif çalışması gibi görünmesine karşılık, asıl amaç şüphesiz Türk yüksek komutası ile Alman Genelkurmay’ının aldığı kararlar neticesinde, Ruslara ani bir baskın yapılarak, Karadeniz’deki Rus tehdidini önlemek olmuştur.

Osmanlı Donanması’ndaki kalan gemilerin de katılmış olduğu bu harekatta bir diğer ünlü Osmanlı gemisi olan Hamidiye kruvazörü de aktif görevde bulunmuştur. Harekat neticesinde Rusların askeri ve lojistik anlamda önem arz eden Odessa, Novorosisk ve Feodosiya limanları bombalanmış, Ruslara başarılı bir darbe indirilmiştir. Bundan sonrasında savaş boyunca Yavuz ve Midilli, Rus Donanması’nın Karadeniz’deki sayı üstünlüğüne rağmen başarılı manevralar ve taktiksel üstünlük sayesinde Karadeniz’de Ruslara göz açtırmamıştır. Kimi zaman ani baskınlar, vur kaç taktikleri ile Ruslara zaiyat verdirmiş, kimi zaman da Karadeniz’deki Türk şehirlerine lojistik yardımı ve ikmal yaparak Doğu Cephesi’nde savaşan Türk Kara Ordusu’na gereken desteği sağlamıştır. Yavuz ve Midilli’nin Karadeniz’de aktif görevde bulunduğu esnada başına gelmiş olan bir ilginç hadise ise, Doğu Karadeniz’de, Kafkas Dağları’nın oluşturduğu kıyı şeridine yakın bir konumda seyreden Midilli kruvazörünün, o dönemde Rus Donanması’nın Karadeniz’deki en güçlü iki gemisi olan, İmparatoriçe Mariya dretnotu ve Kagul kruvazörü ile karşılaşması olmuştur. Sabaha karşı karanlık bir havada karşılaşmış olan Midilli mürettebatı için içerisinde bulundukları durumdan kurtulmaları imkansızdı. Ancak bu noktada mucizevi bir şekilde Rusların Türk gemisini Rus gemisi zannedip ışıldak ve mors alfabesi ile iletişim kurmaya çalışması herhalde milyonda denk gelebilecek bir ihtimaldi.[9] İçerisinde bulunduğu zor durumdan, Rusları karışık sinyallerle oyalayarak kurtulan Midilli, güvenli mesafeye ulaştıktan sonra açıktan şifresiz Almanca ”İyi Yolculuklar” mesajını Ruslara ileterek kaçmayı başarmıştır.

Savaşın sonlarına doğru ise, ekonomik sıkıntıların iyice baş göstermesi ile beraber, Yavuz ve Midilli zaruri olmadığı müddetçe denize açılmamıştır. Ancak 1917 yılında Alman Genelkurmay’ı ile Enver Paşa’nın aldığı bir karar neticesinde Yavuz ve Midilli, Akdeniz’de yapılacak bir akın için Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e inecekti. 20 Ocak 1918 günü ise operasyonun yapılacağı tarih olarak belirlenmişti. 20 Ocak günü, Yavuz boğazdan geçiş esnasında bir mayına çarptı[10]. Gemide büyük bir hasar oluşmadığı için görevine devam etti. İmroz (Gökçeada) da konuşlanan İngilizlerin kullandığı limanlara Midilli ile birlikte ateşe başladılar. Burada İngilizlere verilen zararın ardından gemiler başka hedeflere yönelmek için ayrılırlarken, Midilli bir mayına çarparak ciddi hasar aldı. Midilli’yi kurtarmak amacı ile Yavuz zırhlısı ona yaklaşırken ikinci kez bir mayına çarparak ağır hasar aldı. Midilli’de mürettebat gemiyi kurtarmaya çalışırlarken iki adet mayına daha çarptılar ve gemi hızla sulara gömülmeye başladı.

Midilli’nin batışının ardından Yavuz hızla Çanakkale Boğazı’na girerek kendisini kurtarmıştır. Hayatta kalan denizdeki mürettebatı kurtarmak için Boğaz’dan yola çıkan torpidobotlara İngiliz gemileri yoğun ateş açmışlar ve mürettebatın kurtarılmasına engel olmuşlardır. Daha sonrasında ise İngiliz gemileri hayatta kalanları kurtarmıştır[11]. Yavuz gemisi ise 7 Haziran 1918’de havuza alınıp tamiri yapıldıktan sonra 12 temmuzda Beykoz’da demirlemiştir. Uzun süren Birinci Dünya Savaşı ve akabinde Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından, 1926 yılında Gölcük’te uzun bir bakım gördükten sonra, 1929 yılında Türk Deniz Kuvvetleri’ne sancak gemisi olarak katılmıştır. 1950 yılına kadar faal görevde kalan gemi, 1954 yılında yedekte çekilerek faal durumdan çıkmıştır. 7 haziran 1973 tarihinde ise törenle donanma hizmetinden ayrılmıştır. Makine Kimya Endüstrisi’ne verildikten sonra hurdaya çıkarılan Yavuz zırhlısı, söküm işleminin ardından jilet yapılmak üzere parçaları satılmıştır. Yakın tarihimizde büyük öneme sahip olan bu iki gemiden Midilli’nin batığı 1993 yılında Selçuk Kolay’ın yaptığı araştırmalar neticesinde tespit edilmiştir.

Yavuz ve Midilli, belki de sebep olmuş olduğu olaylar yüzünden tarihimizde biraz arka planda kalan simgeler olmuşlardır. Şüphesiz bu iki geminin gelişi bir dizi geri dönülemeyecek olayı Osmanlı İmparatorluğu için tetikledi. Ancak denizcilik tarihimizde aktif görevde kaldıkları sürece yapmış oldukları başarılar göz ardı edilmemelidir. Karadeniz’de sayıca az olmasına karşın Ruslara yapılmış olan baskınlar ve başarıları ile Rusların savaş boyunca Karadeniz’de kilitli kalmalarını sağlamışlardır. Bu noktada, ayrıntılı bilgileri hatıratlarında veren Yrb. Th Kraus ve Yrb. Karl Dönitz’in de belirttikleri gibi ”Kader Gemileri” Yavuz ve Midilli gerçekten de hem Osmanlıların, hem Almanların hem de Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini derinden etkilemiştir[12]. Churchill’in 1923’te kaleme aldığı savaş anılarında da belirttiği gibi, ”Tarihte hiçbir geminin pusulası Goeben’inkinden daha büyük bir kıyıma, sefalete ve yıkıma doğru rota göstermemiştir”.

Bu yazı, 15 Şubat 2019 tarihinde yayımladığımız Gorgon E-Dergisi’nin  6. sayısında yer almaktadır. E-dergimizde yer alan yazıların tamamını görmek için tıklayınız


Kaynakça

Dönitz, K., – Kraus, T., ”Kader Gemileri Yavuz İle Midilli”, İstanbul, 2016.

Altay, F., ”10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası”, İstanbul, 1970.

Çeker, A., Ortaylı, İ., Erdinç, E.Ş., ”İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nda Gizli Örgütlenmeler ve Darbeler”, İstanbul, 2016.

Çelebi, M., ”Türk İnkılap Tarihi I”, İzmir, 2010.

Karal, E.Z., ”Osmanlı Tarihi IX. Cilt: İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918), Ankara, 2011.

Keskin, A.E., ”Midilli Kruvazörüne Dalış: Ülkeyi Savaşa Götüren Gemi”, Atlas Dergisi Aralık 2018, Sayı, 309, İstanbul, 2018.

Kolay, S., ”Midilli Batığına İlk Dalış”, Atlas Dergisi Aralık 2018, Sayı 309, İstanbul, 2018.

Ortaylı, İ., Küçükkaya, İ., ”Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı 1923-2023”, İstanbul, 2017.


Dipnotlar

[1] Dönemin tarihi kayıtları ve özellikle askerlerin anılarında, Birinci Dünya Savaşı, ”Harb-i Umumi” yani ”önemli savaş” olarak belirtilmektedir.

[2] İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kesin kuruluş tarihi, 21 Eylül 1889’dur. Dört adet tıp öğrencisi olan İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti ve Mehmed Reşid tarafından Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de bir teneffüs esnasında kurulmuştur. (Ortaylı – Erdinç, 2016, 31)

[3] 1911-1912 yılları arasında meydana gelmiş olan Türk-İtalyan Savaşı/Trablusgarp Savaşı neticesinde Osmanlılar, Kuzey Afrika’daki son topraklarını da kaybetmişlerdir.

[4] Alman birliği amacı güden ideolojidir.

[5] Dönitz ve Kraus’un hatıratlarında tüm bu önemli gelişmelerin 6 Ağustos’tan sonraki tarihlerde meydana geldiği anlaşılmaktadır. Net bir tarih aralığı belirtmemiş olmalarına karşın, 2 Ağustos’ta Osmanlılar ve Almanlar arasında yapılmış olan gizli antlaşmanın ardından Goeben ve Breslau’ya Çanakkale’ye gidilmesi emrinin verilmiş olması dikkat çekicidir.

[6] Burada Kaiser II. Wilhelm İstanbul’daki Büyükelçilik vasıtası ile bir mesaj yollamış ve ”İngilizlerin el koyduğu zırhlıların yerini tutmak üzere Türk milletine hediye olarak Goeben ve Breslau’yu veriyorum” demiştir. Savaş öncesinde Osmanlılar tarafından İngilizlere iki büyük savaş gemisi sipariş edilmişti ve bunların parası da son kuruşuna kadar ödenmişti. Osmanlılar tarafından bu dretnotlara (Dretnot, 20. yüzyılın başlarında hizmete girmiş en baskın savaş gemisi türüdür.) Sultan Osman ve Reşadiye adları verilmişti. Savaşın patlak vermesi ile  beraber İngilizler bu gemilere el koymuşlar ve Osmanlılara teslim etmemişlerdir. Yaşanmış bu hadisenin neticesinde Osmanlı yönetim kesimi ve halk nezdinde İngilizlere karşı büyük bir hiddet doğmuştur.

[7] Burada bir önemli husus ise, Kraus ve Dönitz’in de anılarında değindikleri bir başka konu olan İngilizlerin Osmanlı donanmasında yapmış oldukları kasıtlı baltalamalardır. Osmanlı donanmasının modernizasyonu ve eğitimi için İstanbul’a getirilmiş olan İngiliz heyetin yapmış olduğu kasıtlı sabotajları İstanbul’a geldikten sonra eğitim ve teftişlerde tespit eden Alman subaylar bunları en kısa sürede düzeltmeye çalışmışlardır.

[8] Souchon’un sözde keşif seferi şeklinde verdiği bu emri kendi inisiyatifi ile mi aldığı yoksa Türk komuta kademesi ile anlaşmalı mı hareket ettiği konusu tartışmalıdır. Buna ek olarak, Türk yüksek komutasındaki Alman tarafını tutan kesimin ağırlığının baskın geldiği ve bu harekattan haberdar vaziyette olduğu da düşünülebilir.

[9] Dönitz bu anıyı aktarırken, yüksek Kafkas Dağları’nın koyu silueti ve gölgesinin, yeni ışımaya başlayan tan vaktine karşılık, gemilerinin kamufle olmasını sağladığını belirtmiştir.

[10] Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa dahil olmasıyla beraber İngilizler Çanakkale Boğazı’nın Ege’ye açıldığı noktalarına mayınlar yerleştirmişlerdir.

[11] Bu noktada İngilizlerin kurtarma işleminde oldukça isteksiz davrandıkları ve ölü sayısının artmasına sebep oldukları belirtilmekle beraber, sağ kalanları filikalarla kurtarmamışlar, yüzerek gelmelerini beklemişlerdir. Midilli’nin mürettebatı içerisinde Alman kaptan ve denizcilerle beraber, 38 Türk denizci de şehit olmuştur.

[12] Söz konusu subaylardan K. Dönitz, savaşın ardından kısa süreli İngiliz esaretinden sonra Almanya’ya dönmüştür. II. Dünya Savaşı ile beraber askeri kariyerinde de önemli gelişmeler yaşamış, 1943’te Büyükamiral ve Deniz Kuvvetleri Başkomutanı olmuştur. Nürnberg’de yargılanan Dönitz, Laconia Faciası ve akabinde aldığı tedbir kararları sebebiyle suçlu bulunmuş ve 10 yıl hapis cezası almıştır. Nürnberg’den sonra ülkesine dönmüş ve 1980 yılında Batı Almanya’da ölmüştür.

Related posts

Leave a Comment