Türkiye Folkloru
Yazar: Martı Esin Şemin
Tahir Alangu’nun Türkiye Folkloru El Kitabı’nda “Geleneğin” Tasviri
Tahir Alangu’nun (1915-1973) çalışmaları ve düşüncelerinden oluşan Türkiye Folkloru El Kitabı, uzun yıllar sonra yeniden okurlarıyla buluştu.[1] Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son baskıyı hazırlayan İsmail Görkem, bu süreci anlatırken “Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas.” diyerek bitiriyor sunuşunu, 2004’ten bu yana derlediği kitabın geldiği noktaya bakarak… Büyük bir emeğin sonucu olarak artan hacmi ve ihtiva ettiği değerli bilgileri ile paha biçilmez olan Türkiye Folkloru El Kitabı, kültüre, tarihe, edebiyata ve halkbilime ilgi duyan, kendini bu alanda geliştirmek isteyen genç kuşaklar için aslında bir geç kalınmışlık. Zira onun vefatından bu yana çok zaman geçti ve kitap, artık okuyucusuna kavuşmayı bekliyor.
Alangu’nun tanınırlığı daha çok onun edebiyat eleştirmenliği ve tarihçiliği, çevirmenliği ve folklor araştırmaları üzerinedir. Folklora kendi deyimiyle “yakınlığı” ise çocukluğunda bina edilmiştir. Alangu’nun yaşam öyküsüne baktığımızda onun çocukluk deneyimlerinin, folklor araştırmalarına nasıl katkı yaptığını görebiliriz. Aslında İstanbul’da doğan ama babasının işi dolayısıyla hayatının birkaç senesini Mersin’in Anamur ilçesinde geçiren Alangu’nun, yıllar sonra üzerinde çalışacağı masal ya da diğer folklor konularının temeli tam da buradaki anılarının canlılığında yeşermiştir. Kendi anlatımıyla Anamur’daki hayatı şöyle geçmiştir:
“Benim folklora karşı bugün de duyduğum çok yakın sıcak ilgi, böylece, Anamur’un ‘kırıntı sofraları’nda başlamıştır, diyebilirim […] Yabancılara karşı çok hoşgörülü ve yatkındı Anamurlular. Ailemi ve beni bayağı bağırlarına basmışlardı. Kadınlar geceleri fenerlerini yakar ev ev dolaşırlardı. ‘Kırıntı Sofraları’ adını taşıyan törensel şölenlerde, önümüze tabaklar dolusu kuruyemiş yığılırdı. Yaşlı kadınların biri bırakıp biri alır, o tadına doyulmaz masalları ballandıra ballandıra anlatırlardı.” (Seyda, 1980: 38-40).
Yüksek tahsilini 1943 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bitiren Alangu, üniversite öğrenciliğinin son yıllarında Behçet Gönül (Necatigil) ile Eminönü Halkevi’nde Dil ve Edebiyat koluna katılmış ve burada yaptığı çalışmaları, onun eserlerinde önemli bir yer tutmuştur. Bunlar dışında lisans eğitimi esnasında da Alangu, dönem ödevi niteliğinde iki yayın hazırlamıştır: Çalgılı Kahvelerde Külhanbey Edebiyatı ve Numuneleri ile Kalevala Finlilerin Kahramanlık Destanı (2020: 19).
Alangu’nun konumuz olan kitabında ise onun Masal Araştırmaları hakkında yazdığı bitirme tezinden mitolojiye, edebiyattan ve halk tiyatrosuna; Folklora Giriş metninden Türkiye folkloru ile ilgili düşüncelerine ve açıklamalarına kadar çok geniş bir yelpazede derlenmiş yazılarına yer verilmektedir. Kitap ile ilgili kısaca diyebiliriz ki kültür, halkbilim, tarih, edebiyat ve mitoloji gibi birçok alanda ilgisi hem akademik anlamda hem de yalnızca merak düzeyinde olan herkes kitabı edinip okuyabilir.
Gelenek ve İlerleme
Alangu ile ilgili yapılabilecek belki de en kısa anlatımı yaptıktan sonra, konumuz itibarıyla kitabın asıl üzerinde durulması gereken başlığına bir göz atalım: Gelenek ve İlerleme. Gelenek, köken olarak “[…] Latince ‘traditionem’ sözcüğünden Batı dillerine geçmiş, kökü ‘tradere’den gelen bir sözcüktür. Latincede (i) teslim, (ii) bilgiyi aktarma, (iii) bir öğretiyi aşılama” anlamlarına gelmektedir (Williams, 2012: 386). Türkçede ise ‘gelmek’ fiilinden türetilmiştir ve anane ile aynı anlama gelmektedir (Örnek, 2016: 178).
Alangu’nun eserinin tamamında gördüğümüz gelenekler bizi, söylenegelen ve yapıp edilegelen her bir kültürel örüntüde karşılıyor aslında. Özcesi gelenek anlatımı, eserin tamamında konu ediliyor denebilir. Alangu, geleneği halk hayatının ve halkbilgisinin temeli olarak görür ve bu konuda yazılan birçok eserde, geleneğin geçmişle olan bağının bir yanılma olduğunu vurgular. Bu yanılmayı da şöyle açıklar: “Gelenek (tradition) eski şeylerin niteliğidir. Ve bunlar da modern bir çağda çöküp dökülmeye mahkûm, eski şeylerdir; yaşama güçleri kalmamıştır. Halkbilgisi çok geçmeden müzelik bir bilgi durumuna gelecektir.” (2020: 464). Halkın bilgisinin zamanla müzelik olacağı yani her köy evinin, türkünün ya da zanaatın bir gün yitip gideceği ve yerine yepyeni şeylerin geleceği düşüncesi Alangu’nun yanılma olarak değerlendirdiği durumdur. Ona göre halk, bilgisini yeni bilgilerle harmanlayıp yeni şeyler ortaya çıkarırken, aslında içinde “hayatında sürekli ve aralıksız yeni gelenek formları yaratan bir cevher” taşır. Eskimiş olarak kabul edilenler yok olup gitmek yerine biçim değiştirir, gelenek insan ihtiyacına göre yeniden köklenir, işler, devam eder ve “böylelikle yeni gelenekler yaratılır.” (2020: 464). Alangu, bir geleneğin oluşumunu tetikleyen -örneğin tarihteki salgın, ihtilal ya da savaş- dönemleri ise zamanla “kristalize” olur ve “gelenekle örtülür” ifadesiyle açıklar. Kendi örneklediği 1789 yılındaki Fransız İhtilali’nden sonra doğan kuşaklar, atalarının yaşadığı çatışma ve kıtlık dönemlerinin acı tecrübesini hiç tatmasalar da kutsallaştırılan Fransız İhtilali’ne hayran olur ve onu yüceltmeyi nesiller boyu sürdürürler. Alangu, insanın bu davranışını ise “gelenek bağlılığı/inancı” olarak tanımlar (2020: 464).
Alangu’nun gelenek anlatımına ek olarak Sedat Veyis Örnek’in ifadelerine baktığımızda, geleneklerin toplumdaki sosyal normların önemli bir bölümünü oluşturduğunu görebiliriz. Bir toplumda kuşaktan kuşağa geçen kültür varlıkları, mirasları, alışkanlıkları, bilgi ve becerileri gelenek kavramı içinde değerlendirilir. Gelenek, bir kuşaktan diğerine geçen bilgi, tasarım, yaşantı şekli ve inançları kapsar (Örnek, 2016: 178). Ahmet Cevizci ise Alangu’nun “geleneklerin biçim değiştirmesi” anlatımına benzer olarak: “Bir topluluğun, mevcut toplumsal yapısını ve değer sistemini çok büyük sarsıntılar yaşamadan koruyup devam ettirmek amacıyla, kendinden önceki kuşaklardan devraldığı, belli bir ‘dönüşüme’ uğratarak sonraki nesillere aktardığı, başta inançlar, düşünüşler ve kurumlar olmak üzere, her tür sosyal pratik […]” ifadesiyle geleneğin kuşaktan kuşağa iletilmesi ve iletilirken dönüşüme uğramasına vurgu yapar (2005: 753). Örneklendirdiğimiz bu ifadelerin hepsindeki temel söylem, geleneğin halk bilgisinin temeli olduğudur. Gelenek üzerine yapılan en önemli vurgulardan biri ise geçmişte uygulanan ve uygulanmasına devam edilen eylemlerin, yeniden seçilmesi ve sürdürülmesi üzerinedir.
Bu eylem bütünlüğü ve sürekliliğinin tam karşısına Alangu, “halis bilimsel bir ruhi tavır” olarak adlandırdığı durumu koyar. Bilimin bu hâlini, geleneğe bağlı olmayan ve aslında halka da bağlı olmayan davranışlarından biri olarak açıklar. Bu durum daha önce inanılmış olanlara inanmama ve şüphe etme tutumuyla kendini göstermiştir. Zira daha önce yaşamış bilginlere ait düşünceler, sonraki kuşak bilim insanları tarafından yalnız gelenek hâline geldikleri için değil; şahsen onaylandıkları için de kabul görmemiştir (Alangu, 2020: 465). Bilim ve geleneğin arasındaki ilişki, çoğunlukla kabul gören ve bilimin ilerleyişini özetleyen bir durum olsa da 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne (Paul Modrich ve Tomas Lindahl ile birlikte) layık görülen Aziz Sancar’ın gelenek ile ilgili sözleri, bilim-gelenek ilişkisinin bugün geldiği noktaya örnektir: “Bütün insanların zekâsı aşağı-yukarı aynıdır. Bilim yapmak bir genetik, zekâ meselesi değil, gelenek meselesidir. O bakımdan bizim bunu bir gelenek hâline getirmemiz lazım.”[2] Sancar’ın bu sözlerini, yani günümüz bilim dünyasındaki değişimden ne kastettiğini, Alangu’nun ilerleyen satırlarında görmek mümkündür. Çünkü Alangu bilimin, Aydınlanma Çağı’ndan bu yana “yaratıcı bir ruhla”, devamlı ileriye yönelik hamlelerle “sonsuz mükemmelliğe” ulaşma çabası ve ilerleme özlemi içinde olduğunu ifade eder. Hâl böyleyken bilim insanları, yüzyıllar boyu geleneği reddetmiş olsa da bu düşüncenin değişimini Sancar’ın ifadesinde görebiliriz. Çünkü bilim, Aydınlanma Çağı’na gelindiğinde gelişme gösterebilmek için irrasyonel düşünceleri reddetmiştir. Ancak Sancar’ın ifadesi ile günümüz bilim anlayışında, Aydınlanma Çağı’ndan beri bir “düşünme geleneği” olduğu ve bütünüyle reddetmek yerine birikime de önem verildiği sonucuna varılabilir. Bunun yanında Alangu’nun dikkat çektiği ayrı bir nokta vardır. Bilim, devamlı ilerleme hedefi ile kimi zaman amacından sapsa da bir yandan da insanlığın yararına hizmet ettiği derecede saygı kazanır. Belki de “insanlığa hizmet” için çalışan bir bilim insanının “gelenek” kavramını kullanması bu durumla özdeşleştirilebilir; keza Alangu da en nihayetinde geleneklerin kısıtlı bir bilim çevresi tarafından göz ardı edildiğini ifade etmiştir (2020: 466).
Alangu’nun yorumuna göre bilimin geleneğe bağlı olmadan ilerleme özlemi, Rasyonel ilerleme inancındaki aşırılığın bir sonucudur ve bu, geleneklerine bağlı yaşayan halkta “Nerede o eski, mutlu güzel günler!” yakınmasını doğurmuştur (2020: 465). Ancak insanlara, davranışlara, sağlığa, havalara veya tüm o eskiye dair güzel şeylere duyulan özlem, Aydınlanma Çağı’nı takip eden yıllara ait yeni bir durum değildir. Öyle ki dünyanın ilk yazılı belgeleri olan Sümer tabletlerinde bile geçmişe duyulan özlem konu edilmiş, “şimdiki gençlerin” bozulmuş hâllerine dem vurulmuştur. Bunu bir babanın haylaz oğluna “Meydanlarda başıboş dolaşan sen mi başarılı olacaksın? Öyleyse önceki kuşaklara bak. Okula git, yararını görürsün. Oğlum, önceki kuşaklara bak, araştır onları.” demesinden veya yine gençlerle yaşlılar ve öğretmenlerle öğrenciler arasındaki kuşak çatışmasından doğan “Nerede o eski mutlu günler!” temalı diğer metinlerden anlayabiliriz (Kramer, 2002: 34-319). Dememiz o ki gelenekselleşmiş eskiye, o “güzel zamanlara” insanın hasret çekmesi tüm zamanlara dair bir “gelenektir”.
Alangu, edebiyata dair geçmiş zaman özlemlerinin anlatımını Marcel Proust’ün Geçmiş Zaman Peşinde[3] (À la recherche du temps perdu) adlı 20. yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen serisiyle örneklendirmiş ve eseri “bu özlemin en büyük temsilcisi” olarak değerlendirmiştir. Bu temanın Türk edebiyatındaki tasavvuru ise Yahya Kemal Beyatlı’nın (Kendi Gök Kubbemiz ve diğer eserlerinde), Nahit Sıkkı Örik’in (Sultan Hamid Düşerken ve diğer eserlerinde) ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın (Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve diğer eserlerinde) Osmanlı İmparatorluğu özlemini anlattıkları kitaplarında karşılık bulmaktadır (Alangu, 2020: 465).
Alangu, gelenek ile rasyonel ilerleme tutkusu arasındaki durumu “[…] bilimsel ilerlemeye bağlı yaygın dünya görüşü ile geleneklerin otoritesi arasındaki mücadele […]” ve bir çatlak olarak tasvir eder (2020: 465). Teknik ilerlemenin sonuçları zaman ilerledikçe küresel anlamda bir yarışa dönmüş ve insanlığın yararına hizmet eden kutsal bir amaç olarak görülmüştür. Küresel anlamda günbegün artan teknolojik ilerleme yarışı, insanın gündelik hayatını kolaylaştıran bir şey olarak kabul edilmiş olsa bile -bu aralar gündemimiz olan aşı çalışmaları ile ilgili rekabeti gördüğümüzde- insanlığın yararına bir hizmet olmaktan çok irrasyonel bilgi kirliliği hâline gelmiştir diyebiliriz. İnsan için artık her yenilik, baştan çıkarıcı olarak kabul ediliyor; tıpkı bir zamanlar eskiden kalma olduğu için kabul edildiği gibi… Ancak ne yazık ki bugün yeni olan her şey, sırf daha önceden var olmadığı için modern olarak görülmemeli. Alangu modernliğin bir ön kabullenişle moda olmasını ve bu hızlı kabul edişin sonuçlarını ise geleneklere bağlı kalmaya devam edenlerle karşılaştırarak “[…] hızla gelişen uygarlığın manevî-ruhî gelişme temposu durmadan açık veriyor ve geride kalıyor.” sözleriyle ifade etmiştir (2020: 466).
Reform, Hümanizma, Aydınlanma ya da Fransız İhtilali gibi tarihî süreçlerin hemen ardından geleneğe bağlılık dönemine geçilmiştir. Geleneğe bağlı kalmayı tercih eden düşünceler, tarihte her zaman var olmuş ve toplumun tüm sosyal tabakalarını kendi içinde sarmalamıştır. Alangu, geleneklerin bilginler tarafından kovulduğunu ve proleterler tarafından inkâr edildiğini söyler. Bunların yanında gelenek, soylular ve toprağa bağlı köylüler için “en önemli ortak alan” olmuş; bu toplumlar atalarının ayak izlerini takip etmişlerdir: “Köylünün çevresindeki her şey, toprak, ağaçlar, ev, […] geçmişteki soy sopuna karşı duyulan sorumlulukları hatırlatır ve aşılar, bütün gelenek inançlarının asıl kaynağı da budur.” (Alangu, 2020: 467). Proleter sınıflar ise geleneği, kendi dünyalarında yani şehirlerdeki diğer insanlardan kopuk geçen yaşamlarında, atalarıyla doğrudan bir ilişkiye sahip olmadan ama yine de onun baskısı altında kalarak sürdürmeye devam ederler.
Halkların hayatındaki her şey Alangu’ya göre geleneğin kendisidir ve eski soyların eylemlerini ve en çok da atalarının otoritelerini temsil ederler. İlkel kavimlerde, ölülerin ruhu olarak hüküm süren bu inanç en güçlüsüdür ve onların kullandıkları aletlerden ya da davranışlarından vazgeçme düşüncesi büyük bir korku kaynağı olmuştur (Alangu, 2020: 467). Geleneklerin her zaman bir olagelmişliği vardır fikri, eş deyişle geleneklerin bir anda ortaya çıkmamaları, ölülerin sürdürdükleri eski düzeni bozma korkusundan da gelir ve böylece gelenekler, geçmiş hakkında fazlasıyla bilgi içerirler:
“Kadim uygarlıkların zihniyetleriyle ilgili bilgiler bize, bireylerin apaçık inançlarından değil, her tür bozulmaya karşın bunların kökenleri hakkında hâlâ açık bilgiler veren mitlerden, simgelerden ve geleneklerden ulaşmaktadır. Bir anlamda bu kaynaklar, ‘yaşayan fosiller’dir. Kimi zaman tek bir ‘fosil’ temsil ettiği bütün organik sistemi açığa çıkarmaya yeterlidir.” (Eliade, 2003: 35).
Alangu da bu duruma benzer bir şekilde, atalarımızın süregelen düzende hâlâ söz sahibi olduğunu ifade eder; onlar bugün bile geleneklerimizin bekçileridir. Modern hayat, köklü olarak yerleşmiş birçok şeyi tahrip ederken aynı zamanda insana, birey olma bilinci aşılar. Ancak her şeye rağmen geleneklerin, atalardan gelen manevî mirası bir şekilde yaşamaya devam edecektir (Alangu, 2020: 468). Alangu’nun gelenekçilik tanımı altında ifade ettiği bu davranışların aşırı olduğu hâllerde, yeni ve insan hayatı için daha kullanışlı olan şeyler reddedilecektir. Öyle ki artık yapılmasının hiçbir şekilde akılcı olmadığı -örneğin Hindistan’da dulların yakılması gibi- insan hayatına kasteden kimi gelenekler, engellenmeye çalışılsa dahi hâlâ kabul edilip uygulanabilmektedir. Zira Alangu’nun dediği gibi toplumların geleneklere ihtiyaçları vardır ancak geleneklerin devam etmesi için bunu uygulayan bir topluma da ihtiyaç vardır (2020: 468-469). Yaşlılardan alınan ve nesilden nesile gençlere aktarılan gelenekler, bir “gelenek çevresini” oluştururken insan, bunları olduğu gibi kabul etmeli ya da ret mi etmelidir? Gelenek olarak kabul ettiklerimiz bize ilk hâliyle mi ulaşmıştır? Yoksa modernliğin “mükemmel” görünen havasında “modaya” uygun olarak yeniden biçimlendirilir mi? Alangu’nun düşüncelerine baktığımızda ise bunların cevabının yalnız Gelenek ve İlerleme başlığında değil; tüm kitapta karşımıza çıktığını ve her yeni sayfanın bizi geleneklerin içinden aldıklarımız ve unuttuklarımız ile baş başa bıraktığını söyleyebiliriz.
Dipnotlar
[1] Türkiye Folkloru El Kitabı’nın ilk baskısı, Adam Yayınları tarafından 1983 yılında basılmıştır. Bu baskı 343 sayfadan oluşmaktadır. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan yeni hâli ise genişletilmiş olup bin sayfaya yakındır.
[2]https://www.aa.com.tr/tr/bilim-teknoloji/prof-dr-sancar-bilim-yapmak-zeka-meselesi-degil-gelenek-meselesidir/577839 (Erişim Tarihi: 22.04.2020).
[3] Yakup Kadri Karaosmanoğlu eserin ismini bu şekilde (1992, MEB Yayınları) çevirmiş olsa da bugün, Yapı Kredi Yayınları tarafından Roza Hakmen’in çevirisiyle basılmaya devam eden eserin daha çok bilinen adı Kayıp Zamanın İzinde’dir.
Kaynakça
Alangu, T. (2020). Türkiye Folkloru El Kitabı, (Haz. İsmail Görkem), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Cevizci, A. (2005). Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayıncılık.
Eliade, M. (2003). Dinler Tarihine Giriş, (Haz. Ergun Kocabıyık), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Kramer, S. N. (2002). Tarih Sümer’de Başlar, (Çev. Hamide Koyukan), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Örnek, V. S. (2016). Türk Halkbilimi, Ankara: BilgeSu Yayınları.
Seyda, M. (1980). Çocukluk Yılları Yazarlarımızın Çocukluk Anıları, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Williams, R. (2012). Anahtar Sözcükler, (çev. Savaş Kılıç), İstanbul: İletişim Yayınları.
https://www.aa.com.tr/tr/bilim-teknoloji/prof-dr-sancar-bilim-yapmak-zeka-meselesi-degil-gelenek-meselesidir/577839 (Erişim Tarihi: 22.04.2020).
Editör: Arman Tekin
Görev Alan Yayın Kurulu: Utku Baran Ertan
Türkiye Folkloru Türkiye Folkloru Türkiye Folkloru