?>
Sigmund Freud ve Psikanaliz Üzerine
Çevirmen: İpek Türel Psikanalizin terim olarak, Britannica Ansiklopedisi’nde yer almaya başlaması 20. Yüzyılın ortalarına doğru mümkün olabildi. 1922’de yayınlanan 12. Baskısında “Davranışçılık” ve “Psikoterapi” başlıklarının altında ilk olarak yerini aldı. Psikanalizin başlı başına bir konu olarak yer alması ise 13. Baskıyı buldu ve bu yazı için, Britanica bulabileceği en yetkin isme gitti, bu isim, Sigmund Freud’un ta kendisi. Buradaki yazısında Sigmund Freud, psikanalizi hem o anda psikanalizi anlamlandırdığı çerçevede, hem de gelecekte olmasını beklediği hali ile ele aldı. Freud yazısında: “Gelecekte psikanaliz ‘bilinçdışının bilimi’ olarak hakettiği değeri görecektir” der ve ekler: “… ve de terapötik[1] bir yöntem olarak.” Freud, aynı zamanda makalesi için ona ayrılan bölümün olması gerekenden çok kısa olduğunu düşündüğü için rahatsız olmuşa benziyordu. Freud şunu belirtti: “Şu söylenebilir ki, psikanaliz en derin, bilindışı zihinsel yasaların psikolojisi olarak, gelecekte psikiyatri ve diğer bütün çalışma alanları (antropoloji, tıp ve edebi tarih gibi) arasındaki bağlantıyı kuracak köprü olma misyonunu üstlenecektir.” Bir seçkinin özgün bir parçası olarak bu makale, Freud’un kendi bilimsel mirasına dayanan düşüncelerini de içeren, psikanalitik teorinin açık bir anlatımı olarak karşımıza çıkıyor. Psikanaliz : Freud Ekolü 1880-82 yıllarında Viyanalı bir doktor olan Dr. Josef Breuer (1842-1925), histerinin çeşitli belirtilerinden muzdarip genç bir kadının sıkıntısını hafifletmeyi başardığı yeni bir yöntem keşfetti. Bu fikir, genç kadının semptomlarının hasta babası ile ilgilendiği, duygusal olarak yoğun bir dönemin bıraktığı etkilerle bağlantılı olduğunu anlamasıyla oluştu. Bu doğrultuda, hipnoz etkisinde uyurgezer bir haldeyken, hafızasındaki bu bağlantıları araştırmak ve o süreçte ortaya çıkan duygulanımı tetiklemeden “patojenik” anıları tekrar sembolik olarak yaşaması için onu teşvik etti. Bunu yaptığında, söz konusu semptomun temelli olarak kaybolduğunu gördü. Breuer’un bu keşfi, Charcot ve Pierre Janet’in histerik semptomların kökeni üzerine yaptıkları araştırmalarından daha önceki bir tarihteydi ve bu nedenle onların araştırmalardan hiç etkilenmemişti. Fakat Breuer, bu tarihten sonra çalışmasını daha ileriye götürmedi, ta ki, o tarihten yaklaşık 10 yıl sonra Sigmund Freud ile birlikte çalışmaya başlayana kadar. 1895 yılında, birlikte, Studien über Hysterie (Histeri Üzerine Çalışmalar), isimli bir kitap yayınladılar. Bu kitapta, Breur’in bulguları tanımlanmış ve “Katarsis” teorisi ile açıklanmaya çalışılmıştı. Bu hipoteze göre, histerik belirtiler, bilincin etkisinden arındırılmış ve bedensel bir dışavuruma dönüştürülmüş (conversion), zihinsel süreçlere etki eden bir enerji akışından kaynaklanıyordu. Bu açıdan, histerik bir belirti, olayın oluştuğu anda ortaya çıkması beklenen ama engellenen zihinsel bir tepkinin yerine geçen, o olaya dair bir anımsatıcıdır. Bu görüşe göre, iyileşme, olması gerektiğinden farklı yaşanmış bir duygulanımdan ve o duygulanımın normal seyrinde yaşanan bir enerji boşalmasının kısıtlayıcı bağlarından kurtularak özgürleşme sonucunda gerçekleşebilir (“Abreksiyon”[1]). Katarsis tedavisinden harika terapötik sonuçlar elde edildi, ancak bu sonuçların kalıcı olmadığı ve hasta ile doktor arasındaki kişisel ilişkiye bağımlı olduğu belirtildi. Freud, daha sonraları tek başına devam ettiği araştırmalarında, teknik ile ilgili bazı değişikliklere gitti ve hipnoz tekniğini serbest çağrışım ile değiştirdi. “Psikanaliz” terimini üretti ve bunun o dönemin şartlarında iki bağlamı vardı: (1) nevrotik hastalıkları tedavi etmekte kullanılan belirli bir teknik olarak, (2) bilinçdışı zihinsel süreçleri inceleyen bilim dalı, aynı zamanda “derinlik psikolojisi (depth-psychology)” olarak tanımlandı. Psikanalizin Ana Konusu Psikanaliz, belirli tipteki hastalar için diğer yöntemlere nazaran daha başarılı sonuçlar elde ettiği için, terapötik bir yöntem olarak, gittikçe daha fazla destek almaya başladı. Uygulamanın birincil çalışma alanı hafif nevrozlar – histeri, fobiler ve takıntılı haller- ile olsa da, kişilik yapılanmasındaki bozukluklar ve cinsel ketlenmeler ya da anomaliler söz konusu olduğunda da, belirgin gelişmeler ve hatta iyileşmeler sağlayabilmekteydi. Dementia praecox[2] ve paranoya üzerindeki etkisi şüpheli olsa da, bunun yanı sıra, uygun koşullar sağlandığında, çok ağır vakalar ve hatta depresif ruh hallerinde de işe yarayabiliyordu. Tedavi süreci hem hekim hem de hasta için, her anlamda talepkârdır. Hekimin özel bir eğitim sürecinden geçmiş olması ve her hastasının ruhsallığını anlayabilmek için sadece ona özel uzun bir zaman ayırması gerekir. Hastanın da bu süreçte bazı fedakarlıklarda bulunması beklenir, hem maddi hem ruhsal olarak. Bununla birlikte, bu zorlu sürecin sonunda elde edilen sonuçlar, çekilen bütün zahmete karşılık olarak bir ödül niteliği taşır. Psikanaliz elbette ki, bütün psikolojik bozukluklar için her derde deva niteliğinde bir ilaç değildir (cito, tute, jucunde[1]). Aksine, farklı duygulanımlar söz konusu olduğunda tedavi yöntemlerinde karşılaşılan zorlukların ve sınırlılıkların ilk kez açıkça ortaya koyulmasını sağlamıştır. Psikanalizin terapötik sonuçları, bilinçaltı zihinsel eylemlerin yerini bilinçli olanlarla değiştirmeye bağlıdır ve bu süreç, tedavi altındaki bozuklukla ilişkisi bir anlam ifade ettiği takdirde başarılı olabilir. Değiştirme, hastanın zihnindeki iç dirençlerin üstesinden gelinmesi ile gerçekleşebilir. Gelecekte muhtemelen psikanaliz terapötik bir yöntem olmanın ötesinde bilinçdışının bilimi olarak daha büyük bir öneme sahip olacaktır. Derinlik Psikolojisi Psikanaliz, derinlik psikolojisiyle ilişkili yanıyla, zihinselliği üç bakış açısına göre inceler: dinamik, ekonomik ve topografik. Bunlardan bakış açılarının ilki olan, dinamik için, psikanalizin, tüm zihinsel süreçleri (dış uyaranların algılanması hariç) birbirini destekleyen veya ketleyen, birbirleriyle uzlaşan içsel güçlerin etkileşimi ile ürettiği belirtilir. Bu içsel güçler, doğası gereği içgüdülerin içinde var olur ve organik bir temelleri olduğu söylenebilir. Bunlar, son derece kararlı bir yapıda olmaları ve gücün kaynağı olma özellikleri ile karakterizedir; zihinsel olarak duyusal bir yükleme, (kateksis) gerçekleşen imge ve fikirler ile temsil edilirler. Psikanalizde de, diğer bilimlerde olduğu gibi, içgüdü teorisi muğlak bir konudur. Deneysel bir analiz ile, içgüdülerin iki farklı grup olarak ayrılması sağlanmıştır. Bunlardan ilki olan söylenen, ego içgüdüleri kendini korumaya yönelik iken, nesne içgüdüleri ise dış nesneyle ilişkileri ilgilendiren bir yapıya sahiptir. Sosyal içgüdüler, temel ve indirgenemez olarak nitelenmez. Teorik bir tahmin, ego-içgüdüleri ve nesne-içgüdülerinin ardında yatan iki temel içgüdünün varlığına dair bir tahmin ortaya koyar: (a) Eros, her zaman daha fazla yakınlığı arzulayan bir içgüdüdür, ve (b) yoketme içgüdüsü de, yaşamdan ölüme doğru bir yokoluşa doğru götürür. Psikanalizde, Eros’un gücünün temsili “libido” olarak adlandırılır. Haz-Acı İlkesi Ekonomik açıdan bakıldığında, psikanaliz, içgüdülerin zihinsel temsillerinin belirli bir miktarda enerji yüklemesine sahip olduğunu varsayar ve zihinsel düzeneğin amacının bu enerji yüklemesinin herhangi bir şekilde tıkanmasını engellemek ve karşı karşıya kaldığı uyaranları mümkün olan en düşük seviyede tutmak olduğunu belirtir. Zihinsel süreçlerin izlediği yol, haz ve acı ilkesi ile kendiliğinden düzenlenir ve bu nedenle bir nevi acının azalması haz ve heyecanın artması ile ilişkilidir. Gelişim sürecinde, haz alma ilkesi, dış dünyayla bağlantılı olarak bir değişikliğe uğrar ve yerini gerçeklik ilkesinde bırakır. Bunun için zihinsel düzen geçici acı duygularına tahammül edebilmek için tatmin olmanın verdiği hazzı ertelemeyi öğrenir. Zihinsel Topografi Yapısal olarak, psikanaliz, zihinsel düzeni, … Okumaya devam et Sigmund Freud ve Psikanaliz Üzerine
WordPress sitenizde gömmek için bu adresi kopyalayıp yapıştırın
Sitenize gömmek için kodu kopyalayıp yapıştırın