İşgal I
Yazar: Drake T. Wolfgang (Bu yazı Gorgon e-Dergisi’nin 1. Sayısı’ndan yayınlanmıştır.)
5 yıl. Tamı tamına beş yıl olmuştu. Beş yıl önce bugün, son savunma birliği de düşmüş, dünya liderleri sürekli övündükleri sığınaklarında katledilmişlerdi. İçlerinde, azımsanamayacak kadar olan bir grup, hiçbir şart sunmadan teslim olmuşlardı ve canlarının bağışlanmasını beklemişlerdi. Ancak bekledikleri gibi olmamış, kısa ve acısız bir ölümü tatmışlardı. Karşı gelmeye çalışan bazı liderler ise çatışma sırasında öldürülmüş, sessiz sedasız ne olacağını bekleyen ve içlerindeki pişmanlığın son bulmasını isteyenler ise serbest bırakılmıştı. Bunlar ise sığınaklarından çıktıktan sonra başıboş dolanmaya başlamış, ellerinde hiçbir kozun olmadığını düşünerek ortadan kaybolmuşlardı. Liderlerin de düşmesi ile dünya halkı başıboş kalmış, kaderlerini kendilerini işgal etmekte olan tarafa bırakmışlardı.
İşgalciler kısa süre içerisinde dünyayı ele geçirmiş, kendi sistemlerini aynı gün içerisinde kurmuş, dünyanın yönetim şeklini bile oluşturmuşlardı. Aynı hafta içerisinde dünyada konuşulan bütün dillere hakim olmuş, yaydıkları telepatik bir ağ ile kendilerini dinlemekte olan bütün insanlığa yeni bir dil öğretmişlerdi. Eski dillere ise ellerini sürmemiş, kendi ana dilini konuşan kişilere karşı bir yasa da çıkartmamışlardı. Ancak resmi işlemlerin hepsinde işgalcilerin dilini kullanmak zorundalardı. Onun haricinde işgal öncesinde nasıl yaşanıyor ise öyle yaşamaya devam edeceklerdi. Yeni teknolojik gelişmeler, dünyanın dört bir yanında işgalci kuvvet liderlerine ait heykeller ve dünyanın her yerinden görülebilen Ay’dan daha büyük bir uzay gemisi haricinde…
İnsanlık buna kısa sürede uyum sağlamıştı. Kendilerini işgal eden ve ailelerini katledenler artık onlara sempatik geliyor, onların kendilerine sunduğu teknolojik gelişmeleri sürekli övüyor, eski hayatların ise ne kadar boş olduğundan bahsedip duruyorlardı. Ancak bunun karşıt görüşlerini savunanlar da vardı. Kendilerine Demir Yumruk gibi isim takıp her fırsatta işgalci kuvvetlerle savaşıyorlardı. Hepsi kendilerini bir direnişin parçası olarak kabul ediyor ve bağımsızlıklarını bir gün ele geçireceklerinin hayallerini kuruyorlardı. Bir de bunların ortasında kalan grup vardı ki onlar hiçbir taraf tutmuyor, sadece ömürlerini tamamlayıp hayattaki amaçlarını gerçekleştirmek için yaşıyorlardı. Ancak tarafsızlıkları onların başına bela açıyor ya sempatizanlardan ya da direnişçilerden şiddet görüyorlardı. Fakat dünyadaki üretim ve tüketim dengesindeki çarkları da bu kişiler oluşturuyordu. Sempatizanlar genellikle işgalcilerin oluşturduğu yeni iş kollarına katılıp orada varlıklarını sürdürüyorlardı. Direnişçiler ise hiçbir yerde çalışmıyor, kendilerinin oluşturdukları sığınaklarda kendi üretimlerini kendileri yapıyordu. Sempatizanlar işgalcilerin ortaya çıkarttığı yeni maden türleri ve bunların işletmesinde çalışıyor, aralarında zeka olarak yüksek olanları bu madenlerin herhangi bir alanda kullanımı için işliyor, en düşük zekalı olanlar ise maden ocaklarında işçi olarak çalışıyordu. İkisinin ortasında bulunanlar ise madenlerin sayımı, lojistiği ve depolanması için emek sarf ediyordu.
Direnişçilerde bu durum biraz daha farklı bir yapıya sahipti. Sığınakları işgalcilerden çaldıkları teknoloji ile koruyor ve işgalcilerden saklanmak için onların teknolojilerini onlara karşı kullanıyorlardı. Kadınlar ve kız çocukları yer altında yetişen ve yetişebilecek olan yiyecek üretiminde etkin rol oynuyor, erkekler ise silah, giyim ve korunma gibi şeyler için çalışıyorlardı. Direniş askerleri madenlerden işlenmiş haldeki cevherleri çalıyor, sığınaklar da bunları hemen her şey için kullanıyorlardı.
Silahların mermi yatağı, namlusu ve mermileri gibi aksamları cevherlerden yapılırken, geri kalanı toprak, kil ve taşlardan oluşuyordu. Kıyafetler de aynı mantıkla dokunuyordu. Yer altında üretilen mantarların yarısına el sürülmüyor, onlardan lifler oluşturuluyor ve tek tek ip haline getiriliyordu. Mantar ipleri cevher ile birlikte işlenip giyeceği dönüştürülüyordu. Ancak askerler herhangi bir cevher ve yeterli eşya ile geri dönmezler ise, direniş halkı için yapılan ekstra kıyafetler parçalanıyor, gerekli olan malzeme için kullanılıyordu. Direnişçiler de bu şekilde çalışıyordu. Ancak ne direnişçiler ne de sempatizanlar bu şekilde hayatta kalabiliyorlardı.
Bu iki uç da hayatlarını ortacı olarak adlandırılan kişilere borçlulardı. Önceki yaşamlarında oldukları gibi bir hayatın sürmesini onlar sağlıyordu. Bankalar, fabrikalar, tarlalar, dükkanlar kısacası her şey kaldığı yerden devam ediyordu. Direnişçilerden biri eğer aranmıyor ve tanınmıyor ise ve sığınaktan çıkıp normal bir hayat istese buraya dönebiliyordu. Ya da sempatizanlardan biri eski hayatını özlese, oradan ayrılıp eski dünyada kolaylıkla yaşayabiliyordu. Daha doğrusu aç kalan direnişçiler yine ortacılardan çalıyor, madenleri işleyemeyen sempatizanlar iş için yine onlara geliyordu. Ancak garip olan tek bir durum vardı ki ortacı olarak adlandırılanlar dünya üzerindeki her bir şehirde komün olarak yaşıyor, asla bir lider seçmiyorlardı. Sözcüleri bile bulunmuyordu. Sadece birlikte yaşıyor, birlikte hareket ediyor, işgalcileri ve tarafları görmezden geliyor, seslerini hep birlikte çıkartıyorlardı. Liderleri olmadığı için direnişçiler asla onlara ulaşamıyor, işgalcilerin kendi sistemlerine karışmadıkları ve kendi yönetimleri doğrultusunda yaşadığı için de sempatizanlar tarafından kendi taraflarına çekilmiyorlardı.
İşgalciler sadece askeri birlik olarak dünyada bulunuyordu ilk yıllarında. Daha sonra kendi halkları yavaş yavaş dünyaya karışıp, insanlığa bir hayvan gibi davranmaya başlamışlardı. Bu da sadece bir yıl sürmüş, işgalci halk insanlarla hiç beklemediği kadar yakınlık kurmuştu. Başka halkların bunu öğrenip dünyaya gelmesi olayı çok farklı bir yere taşımış, üç grubun da yeni üyeleri ortaya çıkmıştı. Sempatizanlar başka ırka mensup sempatizanlarla kaynaşmış, yeni elementlerin sahibi olmuş, direnişçiler ise başka gezegenlerden gelen tutsakları kaçırıp kendi himayelerine almışlardı ve onları tetikçi olarak kullanmaya başlamışlardı. Ortacılar da ise yeni yeni işçiler peyda olmuş, başka gezegende benzer işleri yapanlarla ortak bir işe girişmişler, kendi alanlarında yeni şeyler öğrenmişlerdi. Bu olayların hepsi teknolojik gelişmelerde devrim yaratmış, evrenin dört bir yanından gelen farklı teknolojilerin ortak yuvası dünya oluvermişti. Başka ırkların da gelmesi ve bilgilerini paylaşması ile dünya üzerinde uzay turizmi gibi farklı farklı iş alanları ortaya çıkmıştı.
Ancak beş yılın sonunda değişmeyen tek bir şey vardı. İnsanlık halen uzaya çıkamamış, başka gezegenlerde bulunamamıştı. Onları işgal edenler ya da başka gezegenlerden gelenler ise onları kendi yaşadıkları yere götürmeye çalışmamış, hiçbir davetsiz misafir onları kaçırmayı denememişti bile. İnsanlığa konulan en büyük yasak buydu. Ancak onların pek umurunda değildi bu durum. Merak edenler ise denedikleri yerde infaz ediliyor, cesedi öldürüldüğü alanda mikronlarına ayrılıyordu. Hepsinin arasında ise tek bir kişi vardı. Üç gruba da mensup değildi. Hatta insan bile değildi. Ancak diğer gezegenlerden gelen misafirlerden biri de değildi. Beş yıl on iki gün önce ikinci savunma hattında bir asker bulunuyordu. Orta Avrupa’da bir cephenin gerisinde sayım görevlisi olarak çalışıyor, yeni gelecek askerlerin ya da mevcut askerlerin kıyafetlerinden yiyeceklerine kadar her şeyi not alıyor, bunu merkez karargâha bildiriyordu. Onlar da kendisine gerekli malzemeleri aynı gün içerisinde temin ediyordu. Kendisi ise gelen malzemeleri sayıp bunu dağıtıma yolluyordu. Bütün yaptığı iş sabahtan akşama kadar sadece buydu. Onun haricinde oturup işgalcilerin tariflerini dinliyor, savaşa katılsa işgalcileri nasıl öldüreceğine dair notlar alıyordu. Ancak herkes onunla dalga geçiyor, anladığı tek konunun sayım yapmak olduğundan bahsedip duruyorlardı. Bu onu incitmekten çok heyecanlandırıyor, bütün atış talimlerine katılıyor, en iyi skoru almak için canla başla çalışıyordu. Fakat istediği performansa bir türlü erişemiyor ya da eriştirilmiyordu. Çünkü kimse sayım görevlisi olmak için gönüllü olmuyor, savaşta çarpışmayı tercih ediyordu. Televizyon ve gazetelerde her gün yapılan propagandalar onları gaza getiriyor, sayım görevlisi gibi bir mevki onlar için aşağılık bir pozisyon olarak görünüyordu. Ancak o bunların hiçbirine aldırış etmiyor, kendisine oldukça güveniyordu. Bu güveni oldukça yüksekti ki işgalcilerin yenilmesinden çok geri çekilmesi sağlanmış cepheleri gizlice geziyor, bulabildiği uzay dışı her şeyi çalıyordu ve bundan kimseye söz etmiyordu.
Cepheye on gün önce katılmıştı ve bu zamana kadar iki silah, beş adet çalıştırmakta sürekli güçlük çektiği cihaz, üç tane de kıyafet çalmıştı. Kıyafetleri ölmüş ya da yaralanmış işgalcilerden almış, onları çıkartırken de vücutları en ince detayına kadar kontrol etmişti. Çünkü bulduğu üç adet ceset farklı yerlerinden vurulmuştu. Ancak vurulmuş kısımları insanların ölümcül sayılabilecek noktalarından çok uzaktaydı. İlki omzundan vurulmuştu ve kan diye adlandırılacak bir şeyi oldukça kaybetmişti. Diğeri iki elinin ya da ele benzeyen kısımlarının ortasından vurulmuştu. Sonuncusu ise diz kapağının altından yemişti kurşunu ve bütün vücudu kurumuştu. O da bunların hepsini not alıp kıyafetleri çalıp hızlıca alandan kaçmıştı. Başka bir gün iki işgalciyi bir alana sığınırken fark etmiş ve onları susturucu silahı ile yaralamıştı. Not aldığı yerlerden vurmaya çalışmıştı ancak başaramamış, hedeflerin ya biraz altından ya da biraz üstünden vurmuştu. Fakat bu işgalciler üzerinde işe yaramıştı ve ikisi de yere yığılıp acılar içinde inleme sesleri çıkarmaya başlamışlardı. O ise yanlarına yaklaşıp silahlarını ve aletlerini çalmış, kıyafetlerini çıkartmış ve bu iki yaratığı bir duvara yaslayıp onları izlemeye başlamıştı. Ancak o ikisi sadece inleyip kendisini vuran adamla ilgilenmemiş, gözleri denebilecek organlarla bir şeyi arar hale girmişlerdi. Onların ne istediğini anlamak için o da elindeki cihazların hepsi ile teker teker oynamaya başlamış, en dikkat çeken hangisi ise ona yoğunlaşma kararı almış ve bunu başarmıştı. Yaratıkların can çekişmesini izlemekten vazgeçip aletleri ve silahları da alarak barakadaki yerine geri dönmüştü. Çaldığı aletler onu ikinci savunma hattının düşüşüne kadar oyalamayı başarmıştı. Her bir aleti öğrenmiş, her bir silahın çalışma prensibini keşfetmiş, kendi asker giysisinin altında işgalcilerin giysilerini saklayarak giymeyi başarmıştı. Giysi ona hafiflik gibi bir özellik bahsetmiş, tuttuğu her şey onun için oldukça hafif hale gelmişti. Silahı daha iyi kullanır olmuş, nişan alma konusunda daha iyi bir yere çıkmıştı. Ayrıca daha geç yorulmaya başlamış, istediği gibi koşabilecek hale gelmişti. Kıyafetinin sağlamlığını da ölçmüş, herkes uyurken kıyafetine barakada bir kaç defa susturucusu ile ateş etmiş, aynı yere girmeyen kurşunlar kıyafeti delmemişti. Ancak üst üste gelen mermiler ise kıyafeti delip giysinin diğer tarafına saplanmıştı ama orayı delmek yerine saplı kalmıştı. Gezegen dışı silahları da kıyafet üzerinde ya da başka şekilde kullanmak istemiş, silahtan çıkan vakum tarzı ses yüzünden vazgeçmişti. O silaha da ait susturucu tarzı bir şey aramış ancak bulamamıştı. İşgalci yaratıkların böyle bir şey kullanmamasını da saçmalık olarak görmüştü. Silah ateşlendiği zaman iki metrelik mesafeye ve bir metre içerisinde ki alana büyük bir basınç uygulayıp, bu alanın içinde bulunan her askeri savuruyor, ayakta kalanlara da başka bir tetikle işleve geçen, kuyruklu yıldıza benzer turuncu bir mermi ateşliyordu. Mermi düşmana saplanıyor, kuyruğu çapa görevi görüp derinin yüzeyine saplanıyordu. Yeşil olanı patlıyor, turuncu olanı ise saplanıp kalıyordu. Kırmızı tarzda olan mermi ise vücudun derisini yakıyordu. Bunların hepsini revirdeki askerlerde görmüştü ve yine hepsini tek tek not almıştı. İşte bu yüzden ona susturucu fikri hoş geliyordu. Ona göre böyle bir silahın sesi duyulmasa, işgalciler dünyayı çoktan teslim almışlardı. Çünkü kendi asker arkadaşlarının silahın sesine göre yön bulduklarını biliyordu.
İkinci savunmanın düşeceği gün ön saflara çağrılmıştı. İlk defa savaşacaktı ve bununla ilgili yaklaşık yirmi beş dakika nasihat almıştı. Talimatlar ise bundan daha kısaydı. Komutanlarının savaşmaktan çok dua ettiklerini o anda anladı. Yapacakları tek taktik saldırmak ve bunun yanı sıra ölmemeye çalışmaktı. En azından savaşın savunma yönünü belirlemekte olan üstleri bunu anlatmaya çalışmıştı. Ama o ölmeyi ya da öldürmeyi düşünmüyor, bulabileceği bütün cihazları kontrol etmek ve en ince ayrıntısına kadar dünya dışı olan her şeyi incelemek istiyordu. Bunu başaracağını düşündüğü gün ise savaşa katıldığı gündü. Sabahın ilk saatlerinde sayıma herkesten daha önce kalkmıştı. Yeni uyanmamıştı. Saatlerce içerisinde dönüp durduğu yatağından kalkmıştı. Tıpkı diğerleri gibi. Onlardan tek farkı, cepheye koşarak gitmek ve sakladığı kıyafeti kimse görmeden üzerine geçirmek idi. Kafasını çevirip yoldaşlarına baktığında, kimisinin dua ettiğini, kimisinin ağladığını, sesleri çıkmayanların ise sevdiklerinin fotoğraflarına bakıp iç çektiğini gördü. Dua edecek kimsesi yoktu. Gözyaşı dökeceği ya da son bir kez görmek istediği… Yıllardır tek başına yaşamış ve bunu da oldukça basit tutmuştu. Çok yakın bir arkadaşı ya da ailesinden kimsesi yoktu. Hayatının bazı parçalarında ona yoldaşlık etmek isteyen çok kişi çıkmış ancak hepsini uzaklaştırmayı başarmıştı. Şimdi ise üzerinde askeri iki üniforma ve ağzına kadar cephane dolu silahı ile birlikte koğuşun koridorundan dışarıya bakıyordu. İlk defa o anda ölmeyi düşündü. Cansız bedeninin toprağın üzerinde, esmekte olan rüzgarla sallanmasının hayalini kurdu. Üzerinde kurumaya yüz tutmuş kanı, birkaç kez ateşlenebilmiş silahı, sakladığı üniforma ve gökyüzüne bakan açık gözleri olacaktı. Ölümünün bu şekilde olacağını düşündü. Daha eksik ya da daha fazla olamazdı. Belki de işgalciler onun kıyafetini görüp durumu garipseyip kendisini inceleme kararı alırdı. Belki de savaş kazanılır ve işgalciler yollanır, yine cansız bedeninde duran eşyalar göze batardı. Belki de iki ihtimalin de tersi olur, ölmek yerine canlı kalarak insanlara nasıl bunu başardığını anlatırdı. Hepsinin hayalini kurması ona zevk verse de dışarıdan duyulan ve iğrenç bir tona sahip olan siren sesi gerçeğin kendisini adım adım ona yaklaştırıyordu. Ranzasından kalkıp barakadan dışarı çıktı. Sözde silah arkadaşları halen içerideydi ve hazırlanma evresini olabildiğince uzun tutmaya çalışıyorlardı. İçten içe kimse savaşı kazanamayacağını biliyordu. Daha ilk hat düştüğünde bunu fark etmişlerdi.
İlk savunma hattı en profesyonel birliklerden oluşmuştu ve her milletten asker bulunuyordu. İnsanların arasında çıkmış olsaydı bu savaş, adına ölüm mangası denebilecek bu birlik, dünya dışı bir canlılarla savaştığı için barış birliği adını almıştı. Bazı hükümetler ve insanlar, bu birliğe o kadar güveniyordu ki, başka bir önlem alma gereği bile duymamışlardı. Ancak birlik yalnızca iki gün dayanabilmiş, onlarla birlikte gönderilen cephanenin dörtte biri anca bitmişti. İşgalciler onlara küçük bir şans bile tanımamış, taktiksel olmayan bir yöntemle bütün bir birliği ezip geçmişti. Barış Birliği Generali, emrindeki askerleri arka planda tutmuş, karşı tarafın taktiklerini öğrenmek için zaman kazanmaya çalışmıştı. Ona göre bir yol belirleyip bunu lehine kullanacaktı. Bunun yanı sıra her yere tuzaklar hazırlatmış, ne kadar havacı birliği varsa keşfe yollamıştı. Ancak uçaklar ve helikopterler daha keşfe çıkmaları beş dakikayı bulmuşken havada yok edilmiş, tuzaklar kendi kendilerine imha olmuş, davranış biçimleri anlaşılmaya çalışılan işgalci birliğin karacı her askeri birer casus gibi hızlı, seri ve sessiz katliamlara yol açmışlardı. Çoğu ateşli silah bile kullanmamış, bileklerine geçirdikleri bir cihazla düşmanlarını kolayca delip geçmişlerdi. Barış Birliğinin yok olması ile de bütün ümitler çöpe atılmıştı. Bunun arkasına ikinci bir savunma hattı çekilmiş, çevreye duvarlar örülmüş ve hiçbir şekilde saldırıya geçilmemişti. Saldıran bir birlik olursa karşılık vereceklerdi. Her ülkenin yaptığı tek şey buydu. Saldırı olursa karşılık ver. Büyük dünya devletleri ise bu sırada nükleer saldırı planlamış, gözden çıkarılabilecek ülkeleri hiç düşünmeden vuracaklarının bildirisini yayınlamış, herkesi güvenli olduğu anlatılan kendi ülkelerine kaçmaları gerektiğinden bahsetmişlerdi. Savunma hatlarındaki askerler de dahil olmak üzere vurulacak ülkeler boşaltılmaya çalışılmış fakat işgalciler buna izin vermemişlerdi. Büyük dünya devletleri ise nükleer silahlarını etkinleştirmiş ve sorgusuz sualsiz ateşlemişlerdi. İşgalciler ise kendi birliklerine doğru gönderilen bu roketleri, çöpçülerin kağıt toplaması gibi, taşıtlarında bulunan manyetik mıknatıslarla hızlıca toplamıştı. En büyük ve etkin plan da böylece suya düşmüştü. Havalanacakları hiçbir taşıt yoktu. Gemiler ve denizaltılar işlevsiz hale getirilmişti. Ellerinde kalan sadece kara araçları idi ve onlar da o kadar dayanamıyordu. Yapabildikleri tek şey karada omuz omuza çarpışmaktı. Ama işgalciler bunu da yapmıyor. Bir birlik yerine hepsi tek başına hareket ediyordu. Hepsi birbirine benziyordu ve sanki hepsi aynı kişi saldırıyordu. Ancak farklı şekilde davranıyorlardı. Sanki bir ülke, başka bir yüz ülke tarafından işgal ediliyordu. Bu kadar bağımsız bir düzene rağmen çok az kayıp veriyorlardı. Askerler onları gördükleri anda öldürmeye çalışıyor ancak daha silahlarını kaldırmadan kendileri ölmüş oluyordu. Eksilerin bu kadar az olduğu, imkanların kısıtlandığı ve en ufak bir başarının bile elde edilemeyişi askerleri ruhsal açıdan yerle yeksan etmişti.
Şimdi askeriyenin bahçesinde koşuşturmakta olan gruplara baktığında bunu daha iyi anlıyordu. Savaşmak bir yana dursun, kimsenin nefes almaya cesareti yoktu. Kendisi hariç herkes korkuyordu. Deli Çavuş dedikleri komutanları bile korkudan uyuyamıyordu. Üniformanın düğmelerini kapatıp silahını sırtladı. Cebinde halen anlamlarını çözemediği cihazları ve çantasına gizlediği işgalci silahı ile savunma hattına doğru yola çıktı. Kimseyi bekleme gibi bir isteği yoktu. Zaten o anda kendisini asker gibi bile hissetmiyordu. Cılız bedeni yüzünden geri görevine verilmiş basit bir yazmandı o.