Sermaye sahipleri, emek sömürüsü üzerinden sermayesini büyütürken işçi sınıfına emekleri karşılığında sadece hayatta kalabilecekleri ölçüde para verir. Dolayısıyla işçiler uzun bir süre emeklerini satmaya mecbur bırakılır. Böylece hayatını devam ettirmek zorunda olan kişi, sermaye sahiplerinin ticaretindeki koşullara boyun eğmek zorunda kalacaktır.
Alırım Emeğini Mike
Yazar: Okan Çiçek
Dünyanın birçok yerinde sokaklarda kalan, açlıktan kırılan insanlar var. Televizyonda sevilmeyen bir programa denk gelen ve kanalı hızlıca değiştiren insan duyarsızlığıyla böyle bir dünyaya gözlerimizi kapatmayı, daha doğru ifadeyle, gözlerimizin yönünü gökyüzüne çevirip güzel şeyler düşlemeyi tercih ediyoruz. Var olan ideolojiler benliğimize o kadar işlemiş ki, dar pencerelerimizden çıkıp geniş bir perspektifte dünyaya bakmaya korkuyoruz. Geniş bir perspektifte bakanlar ise bütünsel bir karamsarlığa yenik düşüyor. Var olan bu adaletsizlikleri, eşitsizlikleri görmemize rağmen “Ben ne yapabilirim ki?” çaresizliği altında kendimizi de ezilmekten alıkoyamıyor ve ezilenler sınıfında yoklama alan öğretmene “Her daim buradayım” diyoruz.
Yine de bu çarpıklıkları (Adaletsizlik, eşitsizlik, yoksulluk vs) inşa eden insandır. Başlıca sebep ise insanın güce olan tutkusu ve güce ulaşmak için yapılan her şeyin mübah olduğu düşüncesidir. İnsanın güç istemi doğasında olan bir şeydir. Bu istem aslında her canlının doğasında var. Kirpinin dikenleri, yılanın zehri, bukalemunun renk değiştirmesi, var olan gücün yansımasıdır. Sözgelimi renk değiştiremeyen bir bukalemun kolayca av konumuna gelebilir. Başka şekilde ifade etmek gerekirse cennet kuşunun dişisini etkilemek için sergilediği dans bir güç gösterisidir. Güç istemi ise en iyi dansı sergilemeyi istemek olacaktır. İnsanda ise bu güç istemi günümüzde Pavlov’un klasik koşullanma deneyinde olduğu gibi başka bir metaya yöneltilmiştir. Sözgelimi kişi çay içmeyi arzuluyor. Çayı elde edebilmesi için paraya ihtiyacı vardır. Dolayısıyla kişi arzuladığı nesnelere ulaşmak için paraya koşullanıyor. Parayı elde ederse çayı da elde etmiş olacaktır. Bu durumda paraya sahip olmak bir güce de sahip olmak demektir. Böylece asıl arzulanan şeyin yerini, almak fiilini hakkıyla yerine getiren bir başka meta olan, para alacaktır. Dolayısıyla para, aracı olma konumundan çıkıp amaç konumuna yükselecektir.
Günümüz şartlarında paranın satın alma gücü neredeyse dünyadaki her şeyi kapsar. Kapitalizmin, dünyanın en ücra yerleri dahil olmak üzere, her yeri açık pazar haline getirmesi bunda önemli bir rol oynamıştır. Kapitalizmin “ben” olgusunu ve liberalizmi yüceltmesi de paranın değerini katlamış; beraberinde rekabetçi, bencil, yükselmek için başkasının sırtına basan bireyleri oluşturmuştur. İş yerlerinde işçiler birbirlerinin kuyusunu kazıyorsa, öğrenciler kendi aralarında en yüksek notu almak için çabalıyorsa bunun sebebi, bu rekabet kültürünün derinlerimize işlemiş olmasıdır. Kolektif bilinç, yerini bireyselliğe devretmiştir. Ben merkezli dünya görüşünde “en değerli şey; faydalı olan şey” anlayışı değerli şeylerin zirvesine çoğu değeri satın alma gücüne sahip olan parayı koyacaktır. Bu da değerlerin değersizleşmesini doğuracak, en yüce değere yani paraya ulaşmak için diğer değerlerin yok sayılmasına yol açacaktır. Çünkü insan para sahibi olunca diğer değerleri satın alabilir konuma gelecektir. Karl Marx, bu konuyla ilgili şunları söylemiştir:
“Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri, para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim, bu durumda benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim. Çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği, para karşısında yok oluyor… Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek, kafasız bir adamım. Ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla sahibine de-. En iyi şey, paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir. Para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum!
Kafasızın biriyim ben, ama para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir. İnsan akıllılardan daha güçlü olunca, onlardan daha akıllı olması gerekmez mi? Ben ki para sayesinde insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim?
Bu durumda para, benim bütün yeteneksizliklerimi, karşıtlarına dönüştürmüyor mu?” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları, İstanbul, Birikim Yayınları, 2013 sf.150)
Para, insan erdemlerini ve duygularını yani soyut olan kavramları dahi satın alınabilir metalar haline getirmektedir. “Bana fiyatını söyle uleyn” ya da “Kızımın peşini bırakmak için ne kadar istiyorsun?” tarzı replikler insanın erdem ve duygularının satın alınabilirliğinin somutlaşmış, kemikleşmiş tezahürleridir. Bir yarışma programında bir yarışmacı, karşısındaki yarışmacıya güven verip aldatıyorsa ve bunu sadece para için yapıyorsa para dediğimiz şeyin insan erdemlerinden daha değerli olduğu anlamı çıkmaz mı? Bu olay televizyonda gösterildiğinde toplum tarafından tepki çekmesine karşın paranın diğer değerleri değersizleştirdiği ve bozuma uğrattığı gerçeğini değiştirmiyor.
Paranın böyle güçlü olmasının doğurduğu sonuçlardan biri de insanları köleleştirmesidir. Bu köleliğin sebebi ise, gücü elinde tutan sınıfın yani sermaye sahibi sınıfın, diğer insanlara bu gücü satmasıdır. Sermaye sahipleri, paranın satılması karşılığında yine para kazanır. Sermaye sahipleri insanların emeklerini satın alır; karşılığında para verir. Sermaye sahipleri, insanları emekleri karşılığında bir işte çalıştırır ve bu emek üzerinden fahiş fiyatlarda gelir elde ederek sermayesini katlar. Üretim araçlarını elinde tutan bu sınıf, emeğini metalaştıran işçi üzerinden artı değer elde eder. Sözgelimi kumaşın değeri 1 birim olsun. Bu kumaş üretim aracı (dikiş makinesi) ile işlendiğinde 5 birim oluyor. Buradaki 4 birim emeğin ürettiği değerdir. Fakat üretim aracına sahip olan kişi, işçiye 2 birimlik ödeme yapıyor. Dolayısıyla geriye kalan 2 birim artı değerdir ve sermayenin var olma sebebidir. Artı değer olmaksızın sermaye birikmesi diye bir şey olmazdı.
Üretim araçlarına sahip olma durumundan dolayı para kazanan bu sınıf daha da güçlendiği için dünyada kontrol edemediği çok az şey olacaktır. Nitekim Wright Mills, 1956 yılında kaleme aldığı İktidar Seçkinleri kitabında, (1974, Bilgi Yayınevi, sf.382) Amerika Birleşik Devletlerinde iktidarın şirketlerin eline geçtiğini söylemektedir.
“Roosevelt’in New Deal yönetiminin son döneminde şirketler dünyasının yöneticileri ülkenin siyasal yöneticileri arasına girip onlarla birleşmiş; II. Dünya Savaşıyla birlikte siyasal yöneticileri de kendi buyrukları altına almışlardır. Devletle sıkı bağlantılar kurduktan sonra, II. Dünya Savaşı günlerinde ve savaşın bitiminden sonraki günlerde, aynı çevreler ekonomik hayat üzerinde tam bir denetim kurmuşlardır. Şirketlerdeki yöneticilik görevlerinden kalkıp ülkenin siyasal yönetiminin başına geçen bu kimseler, kongredeki politikacıların ikinci dereceden politikacı durumuna; Kongredeki politikanın ise orta düzeyde bir politika durumuna indirgenmesi sürecini hızlandırmıştır.”
Şu anda Dolar’ın basım yetkisinin özel şirkette olduğu bilinen bir gerçektir. Bu şirket doları faizle Amerika Birleşik Devletleri’ne satıyor ve ABD, elindeki bütün doları bu şirkete verse dahi faizden dolayı hala borçlu oluyor. Dolayısıyla paranın kontrolünü elinde tutan bu şirketler devletlerden daha güçlü ve iktidara yön veren konumdadır. Bu şirketler sermaye sahibi sınıftır.
Tüm bunlardan yola çıkarak dünyadaki insanları üç gruba ayırmak mümkündür: Paranın gücünü elinde tutanlar, paranın gücünü elinde tutmak isteyenler ve paranın gücünü elinde tutmak istemeyenler. Gücü elinde tutan sınıf, sermaye sahipleridir. Elinde tutmak isteyen sınıf, emek gücünü bir ticaret unsuru olarak kullanan işçi sınıfıdır. Elinde tutmak istemeyenler ise marjinal gruplar/insanlar ve akıl sağlığı yerinde olmayanlardır. Parayı elinde tutmak istemeyenler, yaşadığımız sistemden bunalıp doğal yaşamı tercih eden ya da paranın yararlılığını bulundukları ortamda deneyimleyemeyenlerdir. Sözgelimi Amerikan yerlileri, kıtanın keşfi (15.yüzyıl) sürecinde para diye bir değerle karşılaştıklarında şaşırmışlardır. Üstelik böyle bir değeri saçma görmüşlerdir.
Sermaye sahipleri, emek sömürüsü üzerinden sermayesini büyütürken işçi sınıfına emekleri karşılığında sadece hayatta kalabilecekleri ölçüde para verir. Dolayısıyla işçiler uzun bir süre emeklerini satmaya mecbur bırakılır. Böylece hayatını devam ettirmek zorunda olan kişi, sermaye sahiplerinin ticaretindeki koşullara boyun eğmek zorunda kalacaktır. Verilen paranın miktarıyla idare edecek ve bir döngü içinde parası bitmeden tekrar tekrar emeğini satmak zorunda kalacaktır.
Kârını daha da arttırmak isteyen sermaye sahipleri ürettiği metaları satmak için reklamlarla ürünlerini pazarlamaktadır. Zorunlu ihtiyaç olmayan ürünleri kişiyi manipüle ederek zorunlu ihtiyaçmış gibi göstererek ekonomik bir paradoks yaratmaktadır. Birey ise bunların farkında olmadan ya da göz ardı ederek bir hayat sürmekte ve paranın gücünü kutsamaktadır. Böylece modern kölelik denilen şey ortaya çıkmaktadır.
Zincirler ellerimize, ayaklarımıza değil; zihinlerimize vurulmuştur. Varoluşçulara göre özgürlük seçim yapmaktır. Karşına iki yol çıksa ve sen bu iki yoldan herhangi birini seçsen ya da seçmesen dahi bir seçim yapmışsındır. Dolayısıyla sermaye sahipleri seçim yapma özgürlüğümüzü elimizden alamazlar. Fakat seçenekleri önümüze sunan onlardır. Bu seçimler, zorunluluk içinde keyfilik barındıran seçimlerdir. Oyun kurallarına göre oynanmalıdır. Zıplama tuşu olmayan bir oyunda zıplayamazsın. Dolayısıyla önünde iki ana seçenek belirir. Ya oyunu oynar kurallara bağlı kalırsın ya da oyunu kapatır, buharlaşmamak için katı formunu korumaya çabalarsın. Bu oyun metaforunu temellendirmek için Marx ve Engels’in şu ifadesine bakmak yerinde olacaktır:
“Burjuvazi bütün üretim araçlarının hızla iyileşmesi, iletişimin son derece kolaylaşması sonunda bütün ulusları, hatta en barbarlarını bile uygarlığın bağrına çekiyor. Burjuvazinin metalarının ucuz fiyatları bütün Çin setlerini yerle bir eden, barbarların yabancılara karşı duyduğu alabildiğine inatçı nefreti zorla dize getiren ağır toplardır. Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor; bütün ulusları kendisinin uygarlık dediği şeyi kabullenmek, yani burjuva olmak zorunda bırakıyor. Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor.” (2013,Yordam Yayınevi, sf.23)
Bu yaratım esnasında, burjuvazi bütün geleneksel olan kurumları da buharlaştırmaktadır. Böylece gelenekten kopuş, başıboş bırakılmışlığı doğurmuş ve bu boşluğu burjuvazinin-sermaye sahiplerinin değerleri doldurmuştur. Bu değerler, mülkiyet kavramı temele alınarak oluşturulduğu için, mülkiyetin devasa boyutta birikebilmesini sağlayan para da değer kazanmıştır. Dolayısıyla sistemin içinde yaşamını sürdürmek isteyen insanların uyum göstermesi zorunludur. Aksi durumda buharlaşma kaçınılmazdır. Durum böyle olunca hayatta kalma isteği, bir kabulleniş olarak karşımıza çıkar.
Burada karşımıza çıkan olgu, hapishanenin duvarlardan öteye taşındığıdır. Evin kapısı kapandığında, insan, dışarıya mahkum edilmiş demektir. Burjuva değerlerine mahkumiyet, evin dışında kalmakla aynı şeydir. İnsan evine yabancılaşmış, dışarıya mahkum edilmiş, burjuva ahlakına batırılıp çıkarılmış, fabrikada işlenmiş gibi emeğini satacak bir köle haline getirilmiş ve pazara çıkarılmıştır. Bu durum genişletilmiş köleliktir.
KAYNAKÇA
Albert Camus, Sisifos Söyleni çev., Tahsin Yücel, İstanbul, Can Yayınları, 2010
C.Wright Mills, İktidar Seçkinleri çev., Ünsal Oskay, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1974
Friedrich Nietzsche, İyinin Kötünün Ötesinde çev., Ahmet İnam, İstanbul, Yorum Yayınevi, 2001
George Orwell, 1984 çev.Nuran Akgören, İstanbul, Can Yayınları, 2010
Karl Marx, 1844 El Yazmaları çev., Murat Belge, İstanbul,Birikim Yayınları, 2013
Karl Marx, Kapital : Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili I.Cilt çev., Alaattin Bilgi, İstanbul, Eriş Yayınları, 2003
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu çev., Nail Satlıgan, İstanbul, Yordam Yayınevi, 2014.