Derleyen: David Fricke (26 Nisan 2001 yılında yayımlanmıştır.)
Çevirmen: Arman Tekin
Ray Charles’ı keşfeden, Eric Clapton’u Aretha Franklin ile tanıştıran, Mick Jagger ile uyuya kalan Ahmet Ertegün, son yarım asırda Atlantic Plak Şirketi’nin kurucusu olarak R&B ve Rock’n Roll müzik türlerini derinden etkilemiştir.
Şarkı sözü yazarı, yapımcı ve Atlantic Plak Şirketi’nin kurucu ortaklarından olan Ahmet Ertegün, jazz, blues, R&B, rock, heavy metal, disko ve hip-hop gibi savaş sonrası popüler müzik türlerinin birçoğunda yer almıştır. 1940’ların sonlarında ve 1950’lerde Atlantic’in ilk yıldızları Ray Charles, Ruth Brown, the Clovers ve Big Joe Turner’ın çığır açan hit şarkılarını yazıp yöneterek Rock’n Roll’un doğuşunda pay sahibi oldu. Ertegün ayrıca Aretha Franklin, Wilson Pickett, Otis Reading ve Solomon Burke’ün kariyerlerine özen göstererek Soul’un evriminde çok önemli bir figür oldu ve 1960 ve 1970’lerde Cream, the Rolling Stones ve Led Zeppelin’le Atlantic’in uçuşa geçen başarısına yön verdi. Ertegün’ün 1947’de Herb Abramson ile kendi plak şirketi için başladığı yapımcılık süreci 1977’de ise hala devam ediyordu.
“Ne Söyleyeyim: Atlantic Hikayesi” (What’d I Say: The Atlantic History 50 Years of Music) (Welcome Rain Yayınevi tarafından çıkarılan kitap) şirketin mütevazi kuruluşundan, yeni yüzyıl içinde devam eden başarısına kadar olan süreci aktarıyor. Kitapta şirketin hizmet yaşamı, çok sayıda fotoğrafla kronolojik olarak anlatılıyor. Ancak Atlantic’in hikayesi, Ertegün’ün anlaştığı, yapımcılığını yaptığı ve sevdiği artistlerle gece gündüz stüdyoda, yollarda ve şehirlerde olduğu hayat hikayesinin büyük bir bölümünü oluşturuyor. 31 Temmuz 1923’te İstanbul’da, bir Türk diplomatın oğlu olarak dünyaya gelen, plak şirketi yöneticileri arasında az rastlanan keskin bir kulağa ve uzun kişisel arkadaşlıkları davranışlarla kuran yumuşak tavrı ve o ilişkilerinden doğan hikayeler “Ne Söyleyeyim”in merkezini oluşturuyor. Ayrıca kitapta Atlantic’te aralarında küçük erkek kardeşi Nasuhi, yapımcı Jerry Wexler ve mühendis Tom Dowd’un yanı sıra Atlantic’in artistlerinden Keith Richards ve Stone Temple Pilots’tan Scott Weiland’ın da olduğu çalışma arkadaşlarından kendi sözleri de öne çıkıyor.
Lakin “Ne söyleyeyim” daha çok Otis Reading’in severek söylediği şekilde “Omlet” olarak anlatılıyor çünkü Ertegün’ün kitapta hatırlandığı gibi “Bunu ilk o düşündü ama aslında benim ismimdi.” (David Fricke)
1947-1952: Blind Willie Mc Tell, Ray Charles ve Professor Longhair’ı Keşfediyor

Atlantic’in ilk binası Jefferson olarak adlandırılan 60 ile Broadway arasında 50-60 Sokağındaki harap bir otelin içindeydi ki biz taşındıktan kısa bir süre sonra güvensiz olduğu gerekçesiyle kamulaştırıldı. Giriş katta küçük bir süit kiralamıştım, yatak odasında uyumuş ve oturma odası Atlantic’in ofisiydi.
Bu ilk başlangıç inanılmazdı. Rudy Toombs ve Doc Pomus gibi insanlar uğrarlardı ve kendi şarkılarını seslendirirlerdi. Biz birçok mühendisle birlikte mücadeleye girdik, kurduk ve çalıştık ve bu yolda 21 Kasım’dan 29 Aralık’a kadar (1947’de) 65 şarkı kaydettik. Bizim ilk piyasaya çıkışımız 1948’de Tiny Grimes, Eddie Safranski, Joe Morris ve Melrose Colbert’in 4 single’ı ile oldu.
Blind Lemon Jefferson, Blind Willie Johnson, Blind Willie McTell gibi birçok eski görmeyen blues şarkıcısının kayıtlarını toplamıştım. Atlanta’nın siyahi bölgesindeki ana caddede yürürken ki bu benim için tüm kariyerimdeki en inanılmaz hikayedir; görmeyen bir adam sokağın köşesinde, arkası binaya dönük bir şekilde gospel şarkıları söylüyordu ve sebebi önünde duran şapkaya insanların içine para atmasıydı. Onu dinlemek için durdum çünkü o inanılmaz derecede slide gitar çalıyor ve güzelce söylüyordu. Ona biraz para uzattım ki arkadaş bozukluk değil kağıt para olduğunu anlayabilsin ki o “Vav! Teşekkürler” dedi. Ben de “Blind Willie Mc Tell’i hiç duydunuz mu?” diye sordum. O da bana “Adamım ben Blind Willie McTell’im” dedi. “Buna inanamıyorum. Sen misin?” dedim ve “Evet, o benim” dedi. Sonrasında “Sana kayıt yapmak isterim. Ben New York’tan bir plak şirketindenim” dedim.
Aynı gün stüdyoya gittik ama o sadece gospel şarkıları çalmak istedi. Ben de “Adamım ama ben biraz blues istiyordum” dedim. “Artık blues söylemiyorum çünkü Tanrı’yı buldum” dedi. “Ama sen çok iyi blues müzik yapıyorsun. Bu kötü bir şey değil. Eğer istersen sadece biraz blues söyleyebilirsin” dedim. “Peki, o zaman ismimi üzerime koyma” dedi. “Tamam, sana Barrelhouse Sammy deriz.” Böylece biraz blues kayıtları yaptık ve bu kayıtlar o ölene kadar bu isimle çıktı. Öldüğünde de kayıtlar gerçek ismiyle çıktı. İnsanların onun aslında kim olduğunu bilmelerine izin vermesem suçlu olurdum.
Birisi “Professor Longhair adında kendine has tarzıyla şaman müziği çalan birinden bahsetti. Onu her yerde sorduk ve sonunda kendimizi New Orleans’ta, Algers’ten Mississippi tarafına feribot bileti alırken bulduk, beyaz taksi şoförü bizi sadece açık alana doğru götürecekti. “Kendi yolundasın” dedi ve köyün uzak ışıklarını işaret ederek: “Ben o zenci şehrine girmiyorum.” Terk edilmiş alana doğru, ağır adımlarla alana yürüdük, sadece hilal şeklindeki ayın ışıkları aydınlatıyordu. Gelmeye yaklaştığımızda, uzaklardan gelen bir müziğin daha uzak melodisi vardı; bazı büyük sallayan grup, ritm bizi etkiliyordu ve hızlandırıyordu.
Nihayetinde bir gece kulübüne geldik veya daha çok çizgi film gibi görünen, beat titreşimleriyle genişleyen ve sönen gibi görünen tahta bir kulübeden farksızdı. Büyük bir adam kapıyı tutuyordu ve bize içeri giremeyeceğimizi söyledi. Tam “Biz Atlantic Plak Şirketindeniz” diyecektim ki Atlantic’i çok az kişi biliyordu” ben de “Biz Life dergisindeniz” dedim. O da “Aa gerçekten mi?” dedi. “Tabi, Professor Longhair’i dinlemek için geldik” dedim. Arkasından “İyi ama sizin buraya girmenizin iyi bir fikri olduğunu düşünmüyorum” dedi. Dedim “Tamam, sen bizi köşede bir yere yerleştir, gizle bizi, biz müziği dinlemek istiyoruz.” Yani orada haykırışlar vardı; davul, piyanoda bir mikrofon ve solistler vardı. Mekan ağzına kadar doluydu, insanlar pencerelerin dışında her yerde takılıyorlardı. Sonunda kapıdaki adam bize “Tamam, sizi sahnenin arkasına yerleştireceğim” dedi. Ben de “İyi, bizi herhangi bir yere koy, gerisinin bir önemi yok” dedim.
Bunun üzerine o içeri girdi ve çoğu insan aslında dağılmıştı çünkü polisin geldiğini anlamışlardı. Biz köşeye konulmuştuk ve grubun tam kadro olmaması beni etkilemişti; bateristi bile yoktu sadece tek bir müzisyen – Professor Longhair. O yüksek ayaklı piyanoyu klavye ve bass davulu gibi kullanıyordu ve bu acayip, geniş armonileri yaratıyordu ve eski bağırarak söyleyen blues şarkıcılarının gırtlaktan söylediği gibi söylüyordu. Aman Tanrım! Herb’e dedim ki: “Saf kalmış bir dahi keşfettik.” Hiç böyle bir müzik duymamıştım ve bugünkü gibi piyano çalan hiç kimseyi duymamıştım.
Gösteri bittikten sonra geldi ve “Biliyor musun, seninle Atlantic Plak için kayıta gireceksin.” O da “Çok üzgünüm ama geçen hafta Mercury ile imzaladım. ” Sonra ekledi: “Ama onlarla Roeland Byrd olarak imzaladım. Yani seninle ben Professor Longhair olabilirim.”
1952’de daha sonra Atlantic Plak’ın tarihinde ve gelişiminde en önemli kişilerden biri olacak bir adamla anlaşma imzaladık. Herb ve Miriam Abramson’un evine uğradığım bir akşam bana “Bunu dinlemelisin” diyerek Ray Charles’ın kaydını açtılar. “Aman Tanrım. O olağanüstü!” dedim. Ray, Swingtime ismiyle Jack Lauderdale’in sahibi olduğu Calfiornia şirketindeydi. O sıralar Billy Shaw adında R&B yeteneklerinin birçoğunu takip eden temsilci bir arkadaşım vardı. “Baksana, neden sen ona kayıt yapmıyorsun? Eğer bazı güzel kayıtlar yapmak istersen, ben onu ayarlayabilirim” dedi. Ben de “Sana garanti ediyorum; onunla çok güzel kayıtlar yapacağız- peki ona nasıl ulaşabilirim?” Bana “Sen onun kontratını satın al. Laurdale satmaya dünden razı ve 2500 dolar istiyor.”dedi. Ben de “Tamamdır anlaştık” dedim ve böylece Ray Charles’ı 2500 dolar karşılığında bize aldık.
Onun için “Mess Around”’u yazdım. Yaptığım bu şarkıyı Ray Charles’a söylemekle ilgili birçok endişem vardı. Kaldı ki o bunu ezberlemişti ve sıradışıydı. Çabucak gözden geçirdik ve hepsi bu. Ray ile birlikte sezonla ilgili en inanılmaz olan, eminim ki caz müziğinde piyano çalmayı biliyordu, o zamanlarda bu tarzın öncülerinden olan Cow Cow Davenport’u duymamıştı. Hal böyle olunca “Mess Around”u içinde açıklarken Ray’e Cow Cow Davenport’un bunu çok açık ifadelerle anlatmaya çalışırken bir anda “Bunu biliyorum ben” dedi ve bu tarz bir piyano çalmanın en inanılmaz örneklerinden birini daha önce hiç duymadığım şekilde çalmaya başladı. Bu tıpkı Jung’ın eylem halinde kolektif bilinçdışı teorisi gibiydi. Her nasılsa bu artist bağlanmıştı sadece odaklanarak tüm bu kültürün üstesinden gelecek bir kanal haline gelmişti.
1953-1965 Bobby Darin, Phil Spector ve Solomon Burke’ün Sihirli Patlamış Mısırları
Asistanım olarak Phil Spector’ı işe aldım çünkü onun çok ateşli, müthiş bir çocuk olduğunu düşündüm. 20 yaşlarında olmalıydı ve gerçekten çılgındı ama etkileyici, çok zeki ve aşırı derecede yetenekli. Bir gün Bobby Darin’i görmek için gittim ve Phil’e “Hadi gel, birlikte gideceğiz” dedim. Bobby’nin devasa, iyi bir malikanesi vardı ve gerçekten Hollywood tarzında yaşıyordu. Birkaç kadeh içki aldık ve sonrasında Bobby gitarını aldı ve “Yeni yazdığım şarkılardan bazılarını dinlemenizi istiyorum” dedi. Arkasından söylemeye başladı.
“Jailer, bring me waterJailer bring me waterJailer bring me waterCause I think I’m gonna dieJailer bring me … “
Şu an hatırladığım kadarıyla Bobby 12 veya 15 şarkı çalmıştı, bunlardan belki bir tanesi için bir ihtimal “Bu müthişti.” dedim. Devamında diğer berbat şarkılar çalıyor ve yeniden “Bu müthişti” dedim. Yaklaşık 50 yahut 60 korkunç şarkıdan sonra bile hala hepsinin inanılmaz olduğunu söylüyordum. Nihayetinde gördüğüm kadarıyla gerginleşen Phil ara verdi ve “Bir dakika,bir dakika. Sen dalga mı geçiyorsun?” ve “Yani sen mi delisin ben mi? Bu şarkılar rezaletti!” Ardından Bobby “Kim bu lanet olası çocuk?” dedi ve Phil “Bu pisliği kaydedemezsin!” dedi. Sonrasında Bobby ona “evimden defol” diye bağırmaya başladı. Çok geçmeden Phil’e, farklı şekillerde yapılan şey hakkında açıklama yapmam gerekti. Birkaç ay sonra Bobby bana geldi ve “Ahmet biliyorsun seninle çalışmayı çok seviyorum ama belki de yeni bir kan bulmalıyız. Bir çocukvari Phil Spector- Bizimle çalışması için ona ulaşmayı düşünür müsün?” diye sordu. Ben de “Evinden attığın adam bu!” dedim.
Solomon Burke, Apollo’da çalarken ve Frank Schiffmann koşarak beni çağırdı ve “Biliyor musun, Solomon’la sorunlar yaşıyoruz- onunla konuşur musun?” dedi. Ben de “Sorun ne?” dedim. “O gösteri arasında patlamış mısır satıyor, bir ileri bir geri yürüyor,” gülerek, “Doktor Solomon’un Sihirli Patlamış Mısırlarını satıyor. Bizim tiyatro’da özel patlamış mısırı olan bir bayimiz var.” dedi. Bunun üzerine Solomon’u çağırdım ve “Solomon, bu tiyatroda patlamış mısır satamazsın, onların bu adamla anlaşması var ve her neyse de bu hiç hoş gözükmüyor. Sen bu gösterinin yıldızısın ve bir ileri bir geri giderek patlamış mısır satıyorsun.” Sonra bana yandan baktı ve “Tamam, bu mısır dahil değil” dedi. Ben de “Evet, patlamış mısır, sosisli sandviç, bunların hiçbiri dahil değil.” “Onların domuz pirzola sandviç için satma hakkı var mı?” dedi. Ben de “Sanmıyorum,” dedim. Sonrasında tek bildiğim onun sahne arkasında küçük bir kızgın tavası vardı ve bu yiyeceği kızartıyordu ve Doktor Solomon’un harika domuz pirzola sandviçlerini satıyordu.
1960’ların Sonları: Eric Clapton, Aretha Franklin ve “In-A-Gadda-Da-Vida”
Eric o zaman bu tarz bir şekilde giyinirdi.. Aretha Franklin bizim Broadway’deki stüdyomuzda kayıt yapıyordu ve Jerry (Wexler) yapımcılığını yapıyordu. Jerry’ye Clapton’ı oraya getireceğimi ve belki çalabileceğini söyledim. Kesin bir şey yoktu. Sonra Clapton ve ben oraya gittik ve o çılgın kıyafetlerinden birini giyinmiş ve yüzünde her türden garip makyaj vardı. Stüdyoda yürüdüğümüz an, onu Aretha’ya tanıtmadan bile önce, Aretha ona baktı ve gülme krizine girdi. Ben de “Valla o gitar çalmaya başlayınca gülemeyeceksin,” dedim.
Sunset Strip’teki gece kulüplerinde birçok rock’n roll grubu çıkıyordu. Ben de bir gün “Buffalo Springfield ile bateri çalan Dewey Martin’e sordum. Onun bakış açısına göre çok yeni bir grup vardı. Dewey bana “Iron Butterfly adında bir grup var ki bence iyi. Onların harika bir gitaristleri var.” Bu gitarist olan Danny Weis büyük bir söylenti yaratıyordu. Sonrasında grubu görmeye gittim ve müthişlerdi.
Onların yaptığı ilk kayıt oldukça iyiydi fakat biz bunun müthiş olduğunu düşünmedik. O yüzden bunu uzun süreliğine erteledik ve “Bunu gelecek ay çıkaracağız” demeye devam ettik. Bu sırada grubun lideri, klavyecisi ve vokali Doug Ingle beni aramaya devam ediyor ve “Dinle dostum, ne zaman kaydı çıkaracaksın? Herkesi bir arada tutamıyorum. Lütfen kaydı çıkar da çalışabilelim.” Sonunda albümü çıkardık. Bu hemen hit olmadı ama yavaş yavaş Los Angeles bölgesinde iyi oranda satmaya başladı. Biz belki 100.000 veya 150.000 satarak bitirdik. Sonra dedim “Burada başka bir şey var, başka bir albüm yapacağız.”
Ardından Los Angeles’a yeni şarkılarını dinlemek için gittim. Ama provalara gittiğimde gördüğüm tamamen yeni bir gruptu. Haliyle “Gitaristinize ne oldu?” Onlar da “Şey, ilk albümü yaptıktan sonra hemen ayrıldı” dedi. Şarkılarının üzerinden geçiyorlardı ve dedim ki “Bu çok kötü, yani yeni gitaristten bahsediyorum…” Doug bana “Öyle tabi çünkü sadece 3 aydır gitar çalıyor.” dedi. “Yani bu grupla üç aydır çaldığını söylüyorsun öyle mi?” dedim. “Hayır, o sadece üç aydır gitar çalıyor” dedi. Dedim “Yüce İsa!” Lakin yeterince satmıştık ve yeni bir albüm için talep vardı bu yüzden bizim bu gruba kayıt yapmaktan başka çaremiz yoktu. Bu dönem birinin kargacık burgacık yazdığı asetata baktım. “In-A-Gadda-Da-Vida.” yazıyordu. Sonra gitariste “Bunun anlamı ne?” diye sordum. O da “Şey, o hatalı yazım- onun ‘In a Garden of Eden’ diye okunması gerekiyor. Bazıları sarhoş ya da öyle bir şeydi ve birkaç harfi yeniden düzenlemişler.” Bu Beatles ve Stones’un Hindistan’a ve başka yerlere gittiği zamanlardı ve “Biliyor musun, bunu bu şekilde olduğu gibi bırakmalıyız. Bu iyi bir başlık, bu bir çeşit doğu spiritüalizm hissini anımsatıyor.” Öyle ki son şarkı çok uzundu ve Gene Krupa’nın bateri solosu gibi devam ediyordu. Ama sana söyleyeyim mi, bu kayıt ortaya çıktı ve dostum, sanki tüm ülkedeki her üniversite öğrencisi gidip aldı gibi gözüküyor. Bu henüz enstrümanlarını yeni öğrenen bir grupla bu zamana kadarki en büyük kayıt oldu.
1970’ler: The Rolling Stones ve AC/DC
Sabahın erken saatlerinde Los Angeles’a vardım, birçok toplantıya katıldım ve günün sonlarında Mick Jagger’ın benimle konuşmak istediği tarafıma ulaştı. Biz de Chuck Berry’nin çaldığı Whiskey’de gece bir randevu ayarladık. Birkaç içkiden sonra jetlag çanlarını çalıyordu ve bu sırada Mick çıkageldi, ben uyukluyordum. Chuck haykırıyordu ve Mick tam karşımda oturmuş “Seninle görüşmek istedim Ahmet çünkü kontratımız bitiyor ve…” Ama sonra ben uyuyakaldım. Bazıları beni sallıyordu – “Bu önemli Ahmet, uyan,uyan” – Mick, Stones’un Atlantic ile nasıl ilgilendiğini, şirkete duydukları büyük hayranlıklarını söylüyordu ama korkarım ki kendimi uyuklamaktan alıkoyamıyordum. Umursamazlığım bana hizmet ediyordu ve biliyorsun Mick kendine dikkat çekmeye çalışan insanlardan nefret eder. Aslında benim onun gözünün önünde uyuyakalmamı sevmişti. O farklı olmayan sarhoş eden bir şey buluyordu. Ertesi gün benim otelime geldi ve basitçe “Biz alışverişe gelmedik. Biz Atlantic’te olmak istiyoruz.”
AC/DC Londra ofisinde Phil Carson aracılığıyla Atlantic’le imzalamıştı ve onlarla ipleri koparmamız çok kısa sürmüştü. Onları ilk duyduğum zaman, onlar CBGB’de çalıyorlardı; biz onlarla yeni anlaşma yapmıştık ve sanırım onların ilk Amerika turnesiydi. Sahne arkasına gittim ve onlar burnu havada küçük çocuklardı. Konserlerini bitirdikleri zaman büzük ve terliydiler ve ben odalarına girdiğim zaman hepsi gülmeye başladılar. Ben de bana güldüklerini sanıyordum; “Yüce İsa, benim yaşlı bir hıyar olduğumu düşünmüş olmalılar.” Oysa fark edememiştim grup üyelerinden biri arkamdaydı, arkada tuvaletin olmamasından ötürü arka vokal boş bira tenekesine işiyordu.”
R&B’nin Kökleri ve Geleceği
Amerika’nın çoğunluğunun müziği, siyahi Amerikalı müziği olan Afro-Amerikan müziğinden esinleniyordu. Bu Afrikalı müziği değildi ama Amerika müziği de değildir- -bu spesifik olarak Afro-Amerikalı müziğiydi. Her zaman tap tarzı şeyler vardı. Bu nereden geldiği belli olmayan bir şey değildi. Eski günlerde “Kafiyeli Harlem Cazı” olarak adlandırılıyordu. İnsanlar konuşur şekilde küçük kafiyeler yapıyordu, bu gizli kalmış bir moda dil gibiydi. Louis Jordan bunu şarkılarında biraz yapmıştı “Saturday Night Fish Fry” şarkısındaki gibi. Bugünün hip-hop müziğinde blues nağmeleri ve bölümleri var ve rap müzik ana anlatım biçimi, en güçlü nağme şu an haline geliyor. Yine de hala blues’un ürünü ve blues ve jazz bölümleri Louis Amstrong tarafından icat edilmişti, herkesin yaptığının bir parçası olmaya devam ediyor. Bu ritm blues ve hip-hop müziğini ve dans müziğini ve dünyada en popüler olan müzik rock ’n’ roll’u meydana getiriyordu. Bu her yerdeydi ve müziğin daha güçlü olduğu başka bir form yok.
Atlantic Records Felsefesi
En iyi kaydı yapmayı sağlayan iki şey var; birincisi sanatçıyı anlamak – onlardan ne istiyorsunuz ve onlardan ne çıkıyor ve gelişmesine izin veriyorsunuz. Bu bir algı. Kayıt yapma meselesinde diğer temel olan şey ise her şeyin- materyal, ayarlamalar, enstrümantal arkadaşlık ve daha fazlası- dışında bir sihrin evrileceğini umut etmeniz. En sonunda, dinleyiciyi kız erkek fark etmeksizin yatağından kaldıracak, 10 blok yürütecek, bir arkadaşından 20 dolar ödünç alacak, bütün gece açık olan dükkanlara gidip albümü satın alacak ve tekrar dinleyecek noktaya götürmelisiniz.
Yazının Orijinali:
http://www.rollingstone.com/music/features/the-story-of-atlantic-records-20010426
Editör: Serkan Alpkaya
https://gorgondergisi.com/ahmet-ertegunun-bizlere-kazandirdigi-11-onemli-sarki/